Sabah erkenden kalktık. Yaşlı kadıncağız daha da erkenden kalkıp bize reçel ve ekmek çıkarmış kahvaltı niyetine. Reçel dediğime bakmayın basbayağı marmelat. Komünist sistemin çöküşü böyle yaşlı ve engelli kişiler için çok kötü olmuş. Yeni hükümetler ya bu tip kişilere hiç yardım yapmamakta yada yok derecesinde az bir miktar ile yardımcı olmakta. Kimi insanlar booking.com da kaldığımız yerdeki kadın için pek olumlu şeyler yazmamışlar ama ben kişisel olarak söyleyebilirim ki en ufak bir zararını görmedim. Topu topu o odada kaldım, bir de koca köpekle bir güzel oynaştım.
Odadan yaşlı kadınla vedalaşarak ayrıldık ve ilk durdurduğumuz taksiye atlayarak minibüsçülerin durağına gittik. “Belki” kalkacak araçlardan bir kaç tane olduğunu görüp yolcu alan bir tanesine oturuyoruz.
Kutaisi’den önce Zugdidi’ye gidilecek. Gürcü minibüsçülerin namını duymuştum internetteki bloglarda. Ama yaşamak bambaşka bir deneyim. Köhne bir aracın içerisinde maksimum hız neyse ona ulaşmaya çalışan bu adamlar düz yol yada viraj gibi ayrımları pek umursar görünmüyorlar. Zugdidi’ye kazasız belasız ulaşıyoruz. Burası pek bir numarası olmayan, topu topu tek bir katedrali ve kasaba dışında da Dadiani Sarayı adında büyükçe bir yapıya sahip bir yerleşim.
Minibüsün durduğu yerde pek zaman kaybetmedik. Etraftaki marketlere şöyle bir bakındım sadece. Buralarda dükkancılar “turist geldi, para geldi, haydi yolalım” mantığında değiller.
Tekrar yola çıkıyoruz. Deminki halime şükretmeliymişim meğer. Bozuk ve virajlı yollarda midemde sancılar başladı. Svaneti acaba sadece bir fikir olarak mı kalsaydı kafamda? Osman’a bakıyorum o elindeki zamazingo ile oyun oynuyor.
Ne zamandır yukarı çıkıyoruz. Hava değişti. Gökyüzü iyice karardı. Az önce mola verdiğimiz yerde de hava buz gibiydi ama en azından manzara durumu çekilir kılıyordu. Şimdi bu da yok artık. Köyler başladı. Fakir görünümlü yerleşimler burada.
Svaneti, Gürcistan’ın kültürel ve doğal olarak en korunumlu alanlarından. Svanlar Kafkas halklarından ve her biri gibi kendilerine ait yazılı olmayan bir dilleri var. Gürcülerle, Kraliçe Tamar döneminde dini ve kültürel açıdan yakınlık oluşturmuşlar. Uzak bir coğrafyada olduklarından Moğollar gibi pek çok unsur Gürcistan’ı ele geçirdiğinde buralara gelmemişler bile. Gelenler ise Svanların İtalyanların kulelerinin benzeri yapılarını aşamamışlar bir türlü. Devletlerin hakimiyeti bu topraklarda kağıt üzerinde olmuş. Osmanlı bile tek bir asker göndermeden yerel bir vali ile buraları yıllarca yönetmiş. Ruslar Kafkasya seferi sırasında fiziki olarak ele geçirmiş buraları. Halka çok yüksek vergiler koymuşlar ve Svan halkı hemen reaksiyon göstermiş. Rus ordusunun tepkisi ise acımasızca olmuş. İsyan bastırılır bastırılmaz ilk işleri Svan ülkesini ikiye bölmek olmuş.
Gürcistanın bağımsızlığı sonrasında bu topraklar bir nevi harami yatağı olmuş. 2010 ‘lu yıllarda merkezi hükümet tüm hırsız, soyguncu tayfasını kendilerine destek verenlerle beraber öldürerek ortadan kaldırınca bu topraklar güvenli hale dönüşmüş. Tifliste bir kadının bana dediği bu durumu destekliyor. “Beş yıl önce gitseydin dağlarda hırsızlar öldürürdü, şimdi ise Svanların masasında beklerken açlıktan ölürsün”. Svanlar için coğrafyanın en ağırkanlı milleti denmekte. Göreceğiz…
Kule evleri görmeye başladık tek tük. Ve nihayetinde minibüs bizi çamur deryası bir yerde bıraktı. Minibüsçüye “burası Mestia mı?” diye sorduğumda beğenemedin mi yada ne bekliyordun ki gibi sert bir imayla bir “da” çekti bana. Bazı insanlar amma dayak delisi oluyor böyle.
Çamurlu yollardan yürüyerek bir eve varıyoruz. Kimse yok kapıyı açan. Evin sahipleri müze müdiresi bayanın ailesi imiş. Bize akşam yemeği hazırlamışlar. Küçük kasaba içindeki keşif gezisini anlatmak yerine direkt bu kısma geçmeyi tercih ediyorum.
Evin annesi Svanlarda adeta bir hanım ağa geleneklere göre… Bizim hanım ağa da bizler için döktürmüş. Benim rejim gene güme gitti. Yemeklerde domuz eti kullanmadıklarını da söyleyince İstanbul surlarına saldıran yeniçeriler misali daldım yemeklere. Gürcülerin, Svanların yerel, yöresel nesi varsa yapmış kadıncağız ben de yiyiverdim. Eli de bir lezzetliymiş. Aradan onca zaman geçti halen Osmanla olup olmadık zamanlarda anarız o kadıncağızı ve yemeklerini.
İştahla yiyorum ki kadının yüzünde güller açıyor. Masada daha çok kişiyi doyuracak yemek var. Biz de doğrusu iki kafadar sağlam giriştik. Az biraz bir şeyler kaldı haliyle. Yaşlı kadın Gürcüce dışında bir dil bilmiyor. Neyse ki dil bu sofrada yemekleri yutmak dışında bir işe
yaramıyor. O sırada kapı açılıp yaşlı ve dinç bir adam gelip sanki dillerini biliyormuşuz gibi bizimle konuşmaya başlıyor. Gürcü geleneklerinde evin babasının içki bardağı elinde bir konuşma yapıp sofrayı bir nevi kutsadığını okumuştum. Amcam da hararetli bir şeyler diyerek elindeki bardağı dikiyor kafasına.
İçilen şey çaça isimli genelde evlerde yapılan bir içki imiş. Bizimkiler de evlerinin bahçesindeki elmalardan yapmışlar içtiklerini. Bizimle de beraber içilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ben alkol almam, bunu söylüyorum babası gülerek bir şeyler diyor. Meğer “Türkler içemez mi?” diyormuş. Önümdeki bardağı alıp çakıyorum hemen. Öyle ağır bir şey ki bu. Gırtlağım ve midem arasında bir şeylerin kavrulduğunu ve içtiğim sıvının ne varsa yakarak geçtiğini hissediyorum. Sanırım artık bir yemek borum yok. Ama bozmuyorum. Osmanla adam üçüncü bir
kadehi daha parlatıyorlar hemen ardından. Neyse ki müzeci kadın babasının koluna girip yeter artık gibi bir şeyler diyor. Haydi bunu da atlattık.