Pegasus ‘un uçağı İsviçre üzerine geldiğinde ya da yaklaştığında epeyce sarsılmaya başladı. Dağlar başladığında ve yükseklikleri arttığında rüzgarların böyle etkileri olmakta. Korkulacak bir durum yok ama huzur bozuyor elbette.
İndik. Sürpriz var. Pasaport kontrolü için bir trene biniliyor. Hiç bir şey anlamadığım için kalabalığı takip ediyorum hedefe doğru. Trende Heidi, gelen turistlere kısa bir sunum yapıyor. Camların bazısı ekrana dönüşüyor bu esnada.
Ülkeye girişte herhangi bir problem yaşanmıyor. Aşılarımızın tam olup olmadığı soruluyor ama gösterdiğimiz evraklara göz ucuyla dahi olsa bakılmıyor. Kaşe basılıyor ve artık resmen İsviçre’deyiz. Halbuki alıp almamaları konusunda nasıl soru işaretlerim vardı kafamda.
Havalimanından şehir merkezine tramvayda var hızlı tren de… Fiyat da aynı. Trene kiosktan bilet alıyoruz. İki kişi 13,60 CHF. Fakat dört dil desteği olan bu makinaları kullanmak benim için bile çocuk oyuncağı adeta. Ki normalde bu tip makinelerle aramın hiç iyi olmadığı yazılarımı takip edenlerin bilgisi dahilinde bir durumdur.
Trene yürüdük. Aldığım biletlerin register edilmesi gerektiği yazılıyor ama nereden yapılıyor göremedim. Trendeki diğer insanlara sordum. Hiç yüksünmeden biletimi alıp incelediler ve saatlik bilet olduğu için registere ihtiyaç olmadığını söylediler. İsviçreliler daha ilk dakikada benden artı puanı kapmıştı.
On dakika kadar süren yolculuktan sonra Avrupa’nın en işlek tren istasyonu olan Zürih Hauptbahnhoff ‘a ulaştık. Devasa ve karmaşık bir yer. Google Haritalar da her zamanki gibi daha yolun başında bizi satışa getirdi.
Terminalden çıktık. Neyse ki otel ve terminal arasındaki mesafenin kuş bakışı yürüyüş rotasını kağıda dökmüştüm. Bununla beraber yanlış yerden çıktığım için gene kaybolduk ama Langstrasse gerçekten de canlı ve uzun olduğu için kalacağımız tesis olan Gasthaus 210 ‘u bulabildik.
Birşeyler değişmiş. Mesela artık sahibi Türk değil. Yanında da artık bir kebapçı yok. Pandemi şartları pek çok ufak firmayı kötü vurmuş. Mekanı artık çeşitli insanlar yönetiyor. Selam vermeyen Orta Asyalı kılıklı bir kaç adam, Çinli sandığım ama sorduğumda Pakistanlı olduğunu söyleyen Hazara adam ki Türkçe konuşabiliyor, gibi gibi. Bir de Halep civarından gelme bir bayan temizlik işleriyle uğraşıyor. Türk değilmiş amaTürkçe konuşuyor. “Ehlen ve sehlen” dediğimde ise “Türkçe konuş” diye payladı.
Oda fena değil. Ufak ama işlevsel. Hepsinden önemlisi çok temiz ve yalıtımı var. Tramvay geçen caddeden gelen bir ses yok. Girişteki marketten çay, kahveyi de beleşten hallediyoruz.
Toparlandık, çıktık. Orta Avrupa’nın Alman’ımsı binalarının arasından tren istasyonuna dek yürüdük. Yanlışlıkla çıktığımız Bahnhoffplatz ‘a bu kez bilinçli bir şekilde ulaşıp şehri gezmeye başladık. Ama görünen şu ki burası da bir bisiklet kenti.
Zürih kolay gezilebilir bir şehir. Temel olarak terminal ile göl arasında bir gidiş bir dönüş sorunu çözecek. Önce nehri geçtik ve alışveriş merkezlerinin olduğu kısma geçtik. Güzel binalar sağlı, sollu uzanıyor. Burada da Urania adında bir gözlemevi ve bir Lindenhof var. Canlı, neşeli ama seviyeli bir şehir. Türkçe sanırım en yaygın ikinci dil ya da soydaşlarım bağıra çağıra konuştukları için böyle düşünmüş de olabilirim. Eski bir mahalleye girdik. Güzel, zarif binalar var. Burası Zürih’teki on üç loncanın ve yöneticilerinin evlerinin olduğu mahalle imiş. İsviçre’de tarihi binaların üzerlerinde çizimler oluyor. Hoş çizimler ama sert iklim şartlarını nasıl dayanıyor bilinmez. Kah yokuş aşağı kah yokuş yukarı yürüyüp duruyoruz. Büyükçe bir kilisenin önüne dek yürüyoruz. Meğer burası şehrin kalbi sayılabilecek Fraumünster Kilisesi imiş. Alman Ludwig ki bu Şarlman ‘ın yeğenidir kız kardeşi için 852’de burada bir manastır yaptırır. Yaptıranın kartviziti gayet sağlam olduğundan yöneticileri de bir o denli etkilidir. Şehrin yöneticileri manastırca atanır 1450 ‘lere kadar. Sonrasında işler değişir. Reform hareketi para basma işini bile denetleyen manastırın gücünü kırar. Kilisede asıl işine döner. Mark Chagall bu kilisede bazı cam işleri yapmış. Böyle bir not var. Ayin var diye beni almadılar.
Göl kıyısına dek nehir boyunca gidiyoruz. Balkanlardan olduğu belli, yaşlıca bir adam köpükten devasa balonlar yapıyor. Martılar, güvercinler etrafta dolu. İstanbul’dan getirdiğimiz simitlerin en az bir tanesi de bu hayvanların rızkı oluyor.
Göle bakınıyorum. Başka bir kültürün, bambaşka bir bakışın neticesinde göl sanki bir evin havuzu gibi ıslah edilmiş, insanların zevklerini tatmine hazır hale getirilmiş. Ötede bir tekne duru suyun üzerinden süzülüp akıyor adeta. Yaşlı çiftler yürüyor sadece… Hiç bir tasa bu coğrafyada yok gibi. Kimse kimseye karışmıyor ama bir şey sorduğunuzda sanki dünyadaki son insanmışcasına sizinle ilgilendiklerini fark ediyorsunuz.
Kalkıyoruz. Nehre bakıyorum. Doğal kirlilik dışında bir pislik yok. Onlarda yosunlar, şunlar bunlar. İleride, çifte kulesi ile uzanan beyaz kiliseye doğru adımlıyoruz yolları. Burası da Grossmünster. Efsaneye göre Şarlman buralarda gezerken şehrin iki şehit azizinin mezarını keşfeder ve buraya bir manastır kondurur. (Günümüzde iki kule olmasının nedeni de iki aziz anısına) Tarihi açıdan önemi ise Reform hareketinin başladığı yerin bu kilise olmasıdır. Pek albenisi yok. Ama şehrin bir standardı var sanki. Hiç bir şey başka bir şey ile kıyaslandığında ezici bir üstünlüğe yada eksikliğe sahip değil. Sadece detaylarda farklar var.
Nehir boyunca yürüyoruz. Adım başı fotoğraf çekmek için duruyoruz. Sıklıkla Türkçe sesler dikkatimizi çekiyor.
Dönüş yolunda bir markete giriyoruz. Hayatın İsviçreli maaşımızla – olsaydı – ne kadar hesaplı olduğunu düşünüyoruz, başka bir markette kendi maaşıma bile hesaplı şeyler denk geliyoruz. Örneğin sıkma portakal suyunun muhtemelen tek bir portakal bahçesi olmasa bile ülkemden daha ucuz olması sinirime dokunuyor. Yol üzerinde güzel bir müze var. Taşlarla ilişkin bir sergi var ama 15 cff’lik giriş bedeli beni sanattan soğutuyor.
Terminalin içinde bir sergi var. Abuk subuk modern sanata ait bir şeyler. Ama renklerin uyumu gözüme hoş görünüyor.
Otele döndüğümüzde onca yürüyüp fotoğraf çekmiş olmama rağmen ilk defa insanların yaşantısını sorguluyorum. Doğup hemen hemen aynı şeyleri yapıp hayattan çekilen insan denilen organizmanın neden aynı başarıya ulaşamamış olmasını anlayamıyorum. İklim tek başına yeterli olmuyor sorularımı cevaplamaya; eğitim ise sadece bir parametre…
Caddeyi adımlarım diyordum. Üşendim. Langstrasse gece klüplerinin ve batakhanelerin olduğu –rivayete göre- göreceli olarak tekinsiz bir semt olarak biliniyor. Yamuk en ufak bir şeye denk gelmedim.