Gün içi hızlıca bir plan yapmıştım. İlk önce Kalkandelen oradan da Gostivar ‘a geçip turlayacaktım. Gönül ister on beş günüm olacak, Enver Paşa ‘nın, Atatürk ‘ün, diğer ittihatçıların izleri peşi sıra Debre’dir, Prilep’tir, Kocacık’tır gezeceğim. Gerçekler bu.
Gece epeyce geçte olsa konserden geldim. Tüm yolu yürümeme rağmen erkenden de kalktım ve yola çıktım. Otobüs terminaline yürümeye üşendiğim için otobüs bekledim. Şansıma çift katlı araçlardan biri geldi. Çoktan bitmiş kartımı okuttum ve elbette ki yetersiz bakiye uyarısı geldi. Yaşlıca bir adam bir şeyler dedi ama Makedonca bilmediğim için anlamadım.
Terminale ulaşınca hemen Kalkandelen otobüsüne bilet alayım dedim. İnternette görünen otobüsün yerine başka bir otobüse bilet verdi. Jeton sonra düştü kafama. Bu adamlardan bilet istediniz mi oraya uğrayıp da geçen araçları değil de o terminalden kalkan araçların biletlerini satıyorlar. Kafama edeyim deyip dışarı çıkıp eczane ve marketleri turlamaya başladım. Et benlerini döken bir solüsyonun reklamı vardı. Tabii ki buralarda yok. İspanyol lisansı ile Romanya’da üretiliyormuş.
Girdim içeri. Az biraz Makedon dinarım var. Harcayacaklarımı ayırdım. Kefen parası bölmesine havalimanına gideceğim aracın parasını da koyup euroya çevirtmeye çalıştım. Biraz geçirildi, hissettim. Ama sonunda dinarlardan kurtulup eurolara kavuştum.
Atladık araca. Bir saat kadar güzel manzaraların eşliğinde Kalkandelen ‘e ulaştık. Otobüs terminali epeyce uzakta. Dönüş saatlerini teyit edip merkeze doğru ilerlemeye başladım.
Yürüdüğüm bölgelerde bir hareket yok. Neyse, merkeze yönelen bir yola saptım. Muhtemelen kanser hastanesi gibi bir şey var. Etrafındaki börekçilerden birine selam verip girdim. Karşımdaki adam hemen önemli biri girmiş gibi toparlandı. “Helal mi?” diye sordum. “Müsülman, helal” dedi. Ben de “elhamdülillah ” deyip bir masaya kurulup kıymalı börek yedim. (100 mak)
Çıktım buradan. Sokağın başında, restore edilmekte olan Osmanlı dönemi kaymakamlık binası var. Kalkandelen yada bilinen ismi ile Tetovo tarihi bir Sırp yerleşimi imiş. Bizimkiler buraları alınca adamların da önemli bir kısmı kuzeye göçmüş, onlarında yerlerini kah Türkler kah Arnavutlar doldurmuş. Kasabayı saran dağlardaki ormanların ağaçlarından Osmanlı ordusunun okları yapılırmış. Öyle ki şövalyelerin zırhlarını delen, patlatan oklarmış bunlar. Kasaba ismini de buradan almış. Kalkandelen.
Sonrası ise tüm Balkanlarda aşağı yukarı aynı. Balkan savaşları ile buradan sökülmüşüz. Kalan Türk azınlık ise Yugoslavya döneminde büyük oranda Türkiyeye dönmüş. Nüfusun %90 ‘ı müslümansa da bunun Arnavut ağırlıklı olduğunu söylemek gerek.
Yürüdüm. Leş gibi kokan bir dereye ulaştım. Ne yazık ki tüm Müslüman yerleşimlerinde de olduğu gibi tüm yerleşimin pisliğini bu akarsu taşımakta. Çaresizlik diye buna göz yumduk diyelim, tüm dere yatağının çer çöp ile doldurulmuş olmasına anlam vermek imkansız. Bir de canımdan bir can, eski bir Türk köprüsünün bu çöplerin arasında kalması insanın canını yakıyor.
Derenin ötesinde bir Türk hamamı, İsa Bey Hamamı durmakta. Tika onarmış, günümüzde şehir müzesi olarak kapalı bir halde duruyor.
İlerliyorum. Balkanların en güzel camii işte karşımda. Alaca Camii yada resmi adıyla Paşa Camii burada parkın kenarında yer almakta.
Avlusunun içine giriyorum. 1833 ‘de dönemin valisi olan paşanın kızları Hurşide ve Menşure Hanımlar kendi çeyizlerinin paralarını şehrin 1438 yılında yapılmış ve yıkılmaya yüz tutmuş camiinin onarımı için bağışlarlar. Allah razı olsun, bu annelerimizin, ninelerimizin çeyiz paraları bu topraklarda Türk ırkının adının silinmemesi için adeta bir mühür olmuş.
Avlunun sağında abdest alınan bir şadırvan ve çeşme var. Bir baba burada abdest alırken küçük kızı havluyu elinde tutmuş bekliyor. Burada da halen bir Balkan geleneği yaşamakta. Abdest alınan yerlerde havlular var. Sterilliği tartışılır ama abdest alan insanlar kurulanabilsin diye konulmuşlar.
Sol tarafta ise paşa kızlarının türbeleri var. Bir Türk olarak göğsümü dolduran bu camiyi yaptıran hanımannelerime hemen dua okuyorum. Girmeye çalışıyorum ama kapalı. Tekrar yoklayacağım.
Ara sokaktan giriyorum. Büyücek bir bina var. Hapishane gibi bir yer. Kapıda ay yıldız var diye bir ton da fotoğrafını çektim halbuki. Yoluma devam ediyorum.
Hedefim Bektaşi Tekkesi. Tekke devasa bir alanı kaplamakta. Kurucusu olan Ali Paşa, Kanuni döneminin önemli vezirlerinden birisidir. Kendini dine adama kararını sultana açıklar. Sultan kızar ama vezirin kendini adadığı Rabb-ül Alemin olunca da uzatamaz. Yalnız paşa giderken “sersemsen gidersin” dediği rivayet olunur.
Ali Paşa ‘nın yolu Kalkandelen’de biter. Yol üzerinde Dimetoka’da da bir tekke kurmuştur… Ali Paşa olur Ali Baba ama lakabı da İstanbul’dan gelmiştir kendisiyle beraber. “Sersem Ali Baba” diye anılır bu diyarlarda. Kendisi Allahına kavuşur ama bir sistem oluşmuştur artık. Ta Malatyalardan buralara gelen Harabati Baba adında birisi Ali Baba ‘nın yerine geçer.
Mekana girdiğinizde Cumali Sejdije diye sakallı, gürbüz bir arkadaş sizi karşılayacak. Baba Arnavut, anne Boşnak. Telefonundan bir resim gösterdi, iç savaşta annesinin köyünü Sırplar basıp neredeyse tüm familyasını çoluk çocuk katletmişler. Onlardan kalan hepsinin adının yazılmış olduğu bir mezar taşı.
Kalkandelen’de de durum farklı değilmiş. Polis ve askeriye tekkeyi kuşatmış. Savaşmışlar. Türkiye’yi seviyor desem az olur. Dedeleri Çanakkale’de şehit düşmüş ki anladığım kadarıyla bu şehrin pek çok çocuğu savaşa katılmış ve bir daha memleketlerine dönememiş.
15 Temmuz gecesi Türkiye’de olanları görünce ilk otobüse atlayıp İstanbul’a gelmiş. Otobüse ne zaman bindiğini, yolda geçen zamanı hatırlamadığını söylüyor. Balkanlarda pek çok kişinin bildiği gerçeği tekrarlıyor, “Türkiye olmazsa Balkanda tek bir Müslüman bırakmazlar, Türkiye’ye saldıran olursa duramazdım, benim de sıram geldi ” demiş ve yola düşmüş. Dönebileceğini tahmin etmiyormuş. Gerçi internette bu arkadaş için olumsuz yazıların haddi hesabı yok ama yazıların kaynağı aşırı sol gruplar. Cumali Kardeş buraya bu tipleri de sokmamış. Burası bir Almanya, bir Belçika olmadığından Türkiye’ye ve Türklüğe karşı kancıklık yapma fırsatı bulamadıklarından kuyruk acısıyla yazmışta yazmışlar.
Mekanı gezdim. Hesapta bir derviş varmış ama kimse ile görüştüğü yokmuş anladığım kadarıyla. Kale gibi yüksek duvarlar burayı dış dünyadan soyutlamış. Mekanın bakıma ihtiyacı var. Neyse ki bu ata yadigarına bakacak Cumali Kardeş var burada. Onunla helalleşip mekanı ona emanet edip çarşıya yöneliyorum. Zaten tekkenin tamiratını TİKA yapacakmış.
Çarşıda dolanıyorum. Şehrin Arnavut etnisitesi rahatlıkla hissediliyor. Satılan kitaplar, dükkan isimleri hemen hemen her şey Arnavutça. Buranın yerel bozasını içmek için bir dükkana girip sipariş veriyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi dükkan sahibi Arnavut ve Türkçe bilmiyormuş. Ama oğlu Eskişehir’de üniversite okuyormuş. Bunca lafı elbette ki Türkçe etti ve dayanamadım “dayı bir de Türkçe bilsen kitap mı yazacaktın?” dediğimde “bu kadar Türkçe herkes konuşur” diye yanıtladı beni.
Bozaya gelince, bizim bozadan farklı; içinden üzüm tadını sezebildiğim cıvık bir içecek. Fena değil.
Yol üzerinde tekrar Alaca Camii’ne uğruyorum şansımı denemek için. Görevli olduklarını sandığım yaşlı tiplere selam veriyorum. Camiyi bana bırakıp gidiyorlar. İşlemelere, bezemelere bakıyorum, dolanıyorum gönlümce. On binlerce yumurta ve türlü kök boyası kullanılarak yapılmış tüm bu bezemeler. Nefesim kesiliyor, atalarımın zarafet anlayışına bir kez daha hayran oluyorum. Tac Mahal ‘i inşa etmiş bir ırkın evladı olarak acaba şaşmamalı mıyım diye düşünüyorum dönüş yolunda.
Camiden çıkıp ihtiyarlarla vedalaşıyorum. Buradan terminale kadar upuzun bir yol beni bekliyor daha…