Sabah erkenden yola düzülüyoruz.. Antep ‘ten ayrılıyor, zeytin ağaçlarının , fıstık ağaçlarının çevrelediği düzgün yollardan ilerliyoruz.
İlk durak Birecik. Burada, modern bir köprünün üzerinden geçerek Fırat Nehri ‘ni aşıyoruz. Bu köprü 1955 ‘te kullanıma başladıktan sonra uzunca bir süre ülkenin en uzun köprüsü ünvanını da elinde tutmuş.
Birecik Fırat ‘ın en önemli geçitlerinin başında gelmekte. Adının Aramice tepe anlamına gelen “Birtho” dan türediği tahmin edilmekte. Daha önceden nakliye buradaki belirli aşiretlerce hava ile şişirilmiş hayvan tulumlarının sırtladığı kelek adı verilen sallarla gerçekleştiriliyormuş. 1. Dünya Savaşı’nda Suriye ve Kanal cephelerine yapılan tüm nakliye işte bu ilkel sallarla yapılmış. Devlet bir köprü yapma kararı verince aşiretler epeyce sorun çıkartmış. Bir iki silahlı çatışmada vuku bulmuş. TV ‘lerde bir dönem oynayan “Köprü” isimli dizinin bu olaydan esinlenerek sahnelendiği söylenmekte.
Birecik şaşırtıcı derecede büyük göründü gözüme. Çok sayıda minibüs sağa sola gitmekte.
Tepede köşesi sağlam duran genelde yıkık ama bir zamanların haşin ve yalçın Birecik Kalesi var. Sağda solda çeşitli türbeyi, camiyi işaret eden kahverengi levhalara sıklıkla rastlanmakta.
Turlar bu kasabaya kelaynak üretim çiftliğini ziyaret amacıyla geliyorlar.
Kelaynaklar biz çocukken nesli neredeyse tükenmekte olan türler arasındaydı. Bizim tarafımızda tarım ilaçları kelaynakların göç yollarında ise avcılar bu kuş için kıyıma neden oluyordu. Yanılmıyorsam sayıları dokuza kadar inmişti.
Devlet olaya el attı. Sanırım Avrupa’dan da sağlam fonlar geldi. Artık kelaynaklar göç ettirilmiyor. Şu an koloni nüfusu yüz elli bireyi aşmış durumda. Kireçli bir yamaca çakılmış ahşap yuvalarında az da olsa tembelce uçuşan çirkince bir kuş bu kelaynak nam hayvanat.
Pek çok detayı üretim çiftliğinin yetkilisi anlatıyor. İşine aşık, yaptığının bilincinde, yüreği vatan ve doğa sevgisi ile dopdolu bir insan ile karşılaşacaksınız.
Üretim çiftliğinin girişinden magnet, hediyelik eşya, kelaynaklar ve yöre hakkında kaliteli kitaplar alabilirsiniz.
Halfeti yollarındayız şimdi de. Halfeti denilince insanların gözlerinin önüne suya batmış bir caminin minaresinden baraj gölüne atlayan çocukların olduğu bir fotoğraf gelir. Bu taraflardaki sorunları dikkatlice takip edenler ise Apo ‘nun buralardaki bir köyde doğduğunu da bilirler.
Ben tanıdık manzaraların yanı sıra değişik yönlerinden de bahsedeyim buraların.
Fırat atıl bir şekilde Suriye ve Irak ‘a akarken bizimkiler suyu dizginlemeye karar verirler. Aslında, ta Atatürk zamanında planlanmış bazı projeleri artık yapmaya karar verilmiş daha doğrusu. Böylece hem ilkel yöntemlerle sulanan bereketli topraklar hasret duyduğu suya kavuşmuş hem de teröristlerin güle oynaya hareket ettiği vadiler, saklandıkları mağaralar sular altında kalmış.
Günümüzde baraj gölü su sporlarının aktif bir şekilde yapıldığı bir yer haline gelmiş. Tabi, buradan sporcu çıkması şimdilik büyük bir hayal. Yöre ekonomik olarak kalkınmalı; okullar, kulüpler gelmeli ki hayaller gerçek olsun.
Gene de bir şeyler, bazı aktiviteler yapılmaya çalışılıyor. Mesela bizden bir hafta sonra su sporları şenliği yapılacaktı.
Neyse geziye dönelim. İskeleden 40-50 TL ‘ye kalkan tekneler önce Rumkale ‘ye oradan da suya gömülmüş minarenin olduğu Savaşan Köyü ‘ne uğruyor.
Nehir baraj haline geldikten sonra dizginlenmiş. Bununla beraber tekneciye derinliği sorduğumda 60 metreden fazla dedi. Gölden sazan ve şabot çıkmaktaymış. Şabot Arapça balık demek. Tadı yayına benziyor. İri kemikli bir balık bu. Tadı ise sınıfta kaldı benim nazarımda.
Günümüzde adanın bir iskelesi var. Tekneden çok sayıda merdiveni inen yada çıkan turistlere bakıyorum. Adanın yıkılmaya yüz tutan evleri arasında gezmek isterdim doğrusu. Bir belgeselde görmüştüm. Adanın ortasında dev bir kuyu var. Sarmal bir merdiven kuyunun dibine dek iniyor. Bunun yanı sıra adada bir kilise ve bir de manastır varmış. Gerek Evliya gerekse Katip Çelebi ikisi de buraya gelip kale hakkında bir şeyler yazmışlar.
Kaleye çıkamadık. Ama vadinin etrafındaki manzarayı seyredip Savaşan Köyü ‘ne geliyoruz. Caminin minaresi suyun dışında kalmış. Sahiline iskeleler konulup restoran haline getirilmiş. Burada oldukça iyi fotoğraflar alıyorum doğrusu.
Tekrar yollardayız. Yolda Urfa ‘da yeni açılan Hilton ‘da kalacağımızı öğreniyoruz. Eşime sataşıyorum. “Seni Hiltonlarda yaşatıyorum” diyerekten. Deliliklerimi kanıksamış olmalı ki üstelemiyor.
Urfa ‘ya giriyoruz. Apayrı bir dünyaya giriş yapıyoruz. Şalvarlı, özellikle lila renkli puşileriyle halk sanki biz yokmuşuz gibi dolanıp duruyor şehrin sokaklarında kendi hallerinde. Mor buranın moda rengi.
İlkin Harran ‘a doğru yol alıyoruz. Çocukken GAP ile bereket fışkıracak denen topraklardayız. Sağlı sollu bitmez tükenmez işlenmiş topraklara ufka değin uzanmakta. Tarım toprağının 2-3 m. olduğunu ve bir yerde ise bunun 27 m .’ye ulaştığını söylüyor rehber. Normalde 20 cm. bile “vay” dedirten bir derinlikken varın siz düşünün Harran ‘ın bereketini, Harran üzerinde oynanan oyunları.
Sonunda yaklaşık bir saatlik bir yolculuğun sonunda Harran ‘a ulaşıyoruz. Bir höyüğün üzerine kurulan tarihi kalesinden geriye pek bir şey kalmamış. Zamanın sayılı kalelerinden biri olan bu kaleden günümüze biraz sur duvarı ve sadece Halep Kapısı gelebilmiş.
Harran ‘ın ayrıca “karınca evleri” meşhur. Bunları Suriye’de Hama ‘ya giderken görmüş harap bir tanesine de Hama Kalesi’nin içerisindeki çukurda girmiştim. Tabi, burada bunlar çok sayıda ve bakımlı olarak bulunmakta. Evlerden birazdan daha detaylı bahsedeceğim.
Harran ‘ı gruplara ağanın çocuklarından biri olan Reşat Ağa gezdirmekte. Modern biri, genelde turistlerin sorularına neşeli cevaplarla dalga geçerek yanıt vermekte. Zaten Reşat Ağa ‘nın pek çok televizyon programına çıktığını, bir kısmınızın gördüğünüzde tanıyacağınıza da eminim. Üzerinde yerel kıyafet “gabbaniyesi” ile daha çok Bollywood starlarını anımsatan bir tip. Gezerken peşinize takılan çocuklara da para vermemeniz için oldukça ısrarlı ve çocukların aslında kendisinin akrabaları olduğunu defalarca tekrarlıyor.
Bu aşiret için kimi kaynaklar Araplaşmış bir Türkmen aşireti olduğunu belirtmekte. Ağanın oğlunun anlattıklarına göre ana dilleri Arapça ve Türkçeyi okulda öğreniyorlar. Sıklıkla ülkeye bağlılıklarını söylüyor. Zaten burası MHP ‘ye bağlı bir ilçe ve her evin duvarındaki ya da penceresindeki seçin afişlerinden de bunu kolaylıkla anlayabiliyorsunuz.
Harran ilginç ve tarihi bir yer. Hz. İbrahim ‘in yaşadığı yerlerden biri olan Harran, eski ahitte “Haran” olarak geçiyormuş. Şöyle bir araştırdığımda ise yaklaşık dört bin yıl öncesine ait kayıtlarda “Harrana” yada “Haraan” olarak geçtiğini ve kervan, seyahat, kavşak gibi bir anlama geçtiğini gördüm. Dört bin yılda şehrin telaffuzunda pek bir değişiklik olmamış.
Günümüze dönersek, kalede kazılar sürmekte. Bir tapınak bulunmuş. Kazı alanının üzerinin kapatılması söz konusuymuş ama o da ancak ödenek bulunabilirse. Tapınak bir Sin Tapınağı. Harran putperest dönemde de önemli bir ibadet merkezi imiş. Sabi denilen ay ve güneşe tapılan bir din burada etkili imiş. İmparator Theodossius tapınağı yıkar. Bizans ile Araplar kapıştığı sürede Sabiler buradaki varlıklarını sürdürürler ama haçlılar gelir olayı noktalar.
Sonrasında bizim dönemimiz başlar Selçuklu ile bugüne ulaşır.
İleride yüksek bir kule görüyorsunuz. Bu Harran Ulu Camii ‘nin günümüze ulaşabilen minaresi. İkinci Mervan zamanında kale ile beraber inşa ettirilmiş. Buradaki harabeler ayrıca ilk İslam üniversitesine ait. Genellikle dünyanın ilk üniversitesi olarak hatırlansa da bu kadarı doğru değil. Ama öyle böyle bir yer değil. Cabir bin Hayyan ilk kimya kitabını burada yazar. Ne var bunda diyebilirsiniz. Bu kitapta Yunan düşünürlerinin yanıldığını, atomunda parçalanabileceğini ama bunun sonucunda Bağdat ‘ın bile (o zamanlar dünyanın en büyük kenti) yok olacağını yazmış. Bir bakıma atom bombası, nükleer enerji gibi kavramlara bin yıldan fazla bir süre önce değinmiş. Bir başka bilim adamı, El Battani dünya ile ay arasındaki mesafeyi ilk kez doğru olarak ölçmüş.
Buradan karınca evlere giriyoruz. Günümüzde bu evlerin hemen hemen hepsi turistik amaçlı olarak açık tutuluyor. Şaşırtıcı bir şekilde içleri oldukça serin. Çocuk ve eş sayısına göre yeni bir bölüm daha ekleniyormuş. Yer gök Alman ve uzak doğulu turistle dolup taşıyor.
Dönüş vakti. Urfa ‘ya giden yolun tam zıddında yani sonu Suriyeye ulaşan yolun üzerinde Şuayb Şehri ve Soğmatar denilen yerleşimler var.
http://www.urfakultur.gov.tr/harran/sgmatar.htm
Urfa ‘ya dönerken Eyüp Peygamber’in makamına giriyoruz. Günümüzde kum rengi, büyük bir caminin avlusunda kalan mekan aslında küçük bir mağaradan ibaret.
Hazreti Eyüp sabrıyla bilinir. Yaşadığı devirde şükreden, dini vecibeleri harfiyle yerine getiren bir kişidir. Allah da gönlüne göre vermiş, dualarının karşılığını almıştır Hz. Eyüp. Fakat çevresindeki insanlar zengin olduğu için her şeye sahip olduğu, bunun içinde rahatı yerinde olduğu şeklinde bir düşünceye sahiptir. Allah önce Hz. Eyüp ‘ün zenginliğini elinden alır. Bana mısın demez Hz. Eyüp. “Allah nasip ederse tekrar kazanırım. Vardır bunun da bir hikmeti buna da şükür” der şükredermiş gene de haline. Ardından bir depremde karısı hariç tüm ailesini yitirmiş. Yine isyan etmemiş “Allah verdi Allah aldı. Hepimizin gideceği yere gittiler” diyerek Allah ‘a sığınmaya devam etmiş. En sonunda Allah Hz. Eyüp ‘ün sağlığını da elinden almış. Etleri dökülmeye, irinli çıbanlar derisini kaplamaya başlamış. O denli kötü kokuyormuş ki insanlar onu dışlamaya başlamışlar. Hz Eyüp insanları üzmemek için aralarından ayrılıp o zamanlar şehrin dışında kalan bu mağaraya ulaşıp inzivaya çekilmiş. Ama gene doğru yoldan çıkmamış yine Rabbine saf bir imanla kendini adamaya devam etmiş. Bununla beraber sağlığı o kadar kötü gitmekteymiş ki değil hareket etmek dua bile edemiyormuş. Zorlukla,
“Ey Rabbim!” diye dua etmiş. Halim sana malumdur. Adını anamayacak kadar hastayım! Ey Şifa Veren! Şifana muhtacım…”
Allah dualarını kabul etmiş ve
“–Ayağını yere vur” diye vahyetmiş. Eyüp Peygamber güçlükle ayağını kaldırıp yere vurmuş. Ayağını indirdiği yerden berrak bir su kaynamaya başlayınca Eyüp Peygamber o suyla yaralarını temizlemiş. Önce yaraları kısa sürede kuruyup kaybolmuş; ardından sudan doyasıya içince, içindeki dertler şifa bulmuş. Eyüp Peygamber, hastalanmadan önceki sağlığına tez zamanda kavuştuktan sonra servetini de yeniden kazanmış
Caminin tuvaletinin kapısında eşimi beklerken dayanamıyor ve kafasında lila renkli puşisiyle oturan yaşlı adama bu rengin bir anlamının olup olmadığını soruyorum. Kanlı gözlerini bana yuvarlayarak içten bir ifadeyle yanıtlıyor beni. “Bizim buraların modasıdır agam” diye.
Buradan merkeze geçiyoruz. Aslında kalmamız gereken El Ruha oteli de buralarda. Kat kat yapılı harika bir yapı.
Balıklı Göl günün bu saatinde, günün son ışıklarının duvarlara altın sarısı bir renkte vurmasıyla harika bir görünüme bürünüyor.
Balıklıgöl için tam bir dini merkez nitelemesi yapabiliriz. Mekanın etrafında da önemli cami ve türbeler yer almakta. Misal olarak gölün hemen yanı başında yer alan Halil-ür Rahman Camii’ni verebiliriz. Balıklıgöl ‘ün diğer adını taşımakta ve yapım zamanı 12. yy ‘a Eyyübilere dek uzanıyor. Bu caminin yanında Said-i Nursi ‘nin türbesi yer almakta ama naaş kim bilir nerede. Diğer bir cami ise havuzun kuzeyinde, yani kıyıda yer alan revaklı camii Rıdvan Ahmet Paşanın 1700 ‘lerin başında yaptırdığı Rızvaniye Camii. Daha da gerilerde kalan ve halkın Hasan Padişah Camii dediği ve Uzun Hasan ‘a atfedilen başka bir cami daha yer alır. Mevlid – i Halil Mağarası’nda ise Hz İbrahim ‘in doğduğuna inanılır. Dediğim gibi bu kısım şehrin hem kültürel hem de dini merkezidir.
Kaleye doğru ilerlerseniz Ayn Zeliha Gölü’ne ulaşırsınız. Balıklıgöl ile bir kanal vasıtası ile bağlıdır ve binlerce balık bunda da yüzer. Rivayete göre Zeliha Nemrud ‘un kızıdır ve Hz. İbrahim ‘i sever. Hz. İbrahim ‘in ateşe atıldığını görünce o da kendini ateşe atar. Bu ateşte suya dönüşür.
Urfa aslında Hz İbrahim ile Nemrud arasındaki mücadelenin geçtiği yerdir. Nemrud bir gün rüyasında birinin gelip kendisini tahtından indirip yere vurduğunu görünce bunun tefsirini yapmaları için müneccimlerini çağırtır. Müneccimler tahmin edeceğiniz olaylardan bahsedince doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini emreder Nemrud. Yüz bin erkek bebek katledilir. İbrahim Peygamber’in annesi gizlice bir mağaraya (Mevlid – i Halil Mağarası) gider ve doğum yapar. Kimseye çocuğun yaşadığını söylemez ve gizlice giderek çocuğa bakar.
Hz İbrahim büyür ve mağaradan çıkar. Halkının tapındığı putları ilah olabilecek kapasiteye sahip olarak görmez. Önce parıldayan yıldızlara sonrasında ise aya bakar. Karanlıklar içinde geceyi aydınlatan ayı görünce önce onun ilahı olduğunu düşünür. Ama sabah olur ve ay ortada yoktur. Güneşi görünce ilahının o olduğunu düşünür ama gece vakti gelip de güneş kaybolunca onun da ilahı olamayacağını anlar. Bu mütalaalar sonucunda doğruyu bulur, hidayete erer.
Halkın bayram kutlamalarını yaptığı sırada tapınağa girer ve tüm putları kırar. Sadece en büyük putu kırmaz ve sopasını o putun boynuna asar. İnsanlar gelip manzarayı görünce akıllarına hemen bu işin Hz. İbrahim tarafından yapıldığı gelir. Yaka paça getirip sorarlar neden yaptığını. İbrahim Peygamber bunu büyük putun yapmış olabileceğini zaten sopanın da onun boynuna asılı olduğunu söyler. Halk yanıtlar, “putlar konuşmaz, putlar hareket etmez”. (Bu kısım Enbiya Suresi’nde de geçmektedir).
Gerçekleri fark eden çıkmış mıdır bilinmez ama Nemrud İbrahim Peygamber ‘in başına bela olacağını kestirecek kadar akıllıdır. Huzuruna çağırtır. Hz. İbrahim herkes gibi Nemrud ‘un karşısına çıktığında secde etmez. Bunun nedenini soran Nemrud ‘a da sadece Allah ‘a secde edebileceğini söyler. Nemrud sorar, “Rabbin kim?” diye. İbrahim Peygamber yanıtlar “Benim Allah ‘ım dirilten ve öldüren Allahtır”.
Nemrud pişkince bu dediklerini kendinin de yapabileceğini söyler ve zindandan çıkarttığı iki mahkumdan birini salar diğerini ise öldürür. “İşte” der, “Ben de diriltip öldürüyorum”.
İbrahim Peygamber kısaca cevaplar ve “Benim Rabbim güneşin doğudan doğmasını sağlar, sen batıdan doğmasını sağla” der.
Nemrud bundan sonra cezayı keser. İbrahim Peygamber ‘in ateşe atılması emrini verir. Urfa Kalesi’nden bir mancınıkla günümüzde Balıklıgöl ‘ün olduğu yerde hazırlanan dev ateşe fırlatılır. Düştüğünde odunlar balık, ateş ise su olur ama Nemrud adam olmaz elbette. İbrahim Peygamber ise Arabistan taraflarına doğru göç etmiştir. Bir gün Allah, peygamberine, “Nemrud‘a nasıl bir gazap vermesini, onu nasıl helak etmesini” istediğini sorar.
İbrahim Peygamber Allahtan Nemrud ‘a bir sivrisineği musallat etmesini niyaz eder.
Bunun üzerine günlerden bir gün Nemrud portakal bahçelerinde hoplaya zıplaya dolaşırken bir sivrisinek kulağından içeri girerek kafasının
içinde uçmaya başlar. Nemrud ‘un köleleri de efendilerinin kafasındaki sineği çıkarabilmek için kafasına sopalarla vururlar ama çıka çıka sinek değil de Nemrud ‘un canı çıkar. Başka bir hikayede ise Nemrud ‘un sinek kaynaklı krizleri geldiğinde kafasına sopalarla vuran iki kölesi vardır. Nemrud ne zaman krize girse köleleri Allah ne verdiyse girişir efendilerini iyi edermiş. Bu yöntem bir müddet işe yaramış. Fakat Nemrud ‘un kafasındaki sinekte zamanla büyüyormuş ve Nemrud ‘un kafası da zamanla karpuz kadar olmuş. Bir gün krizlerden birinde Nemrud kölelerini de azat ettiği için kendi işini kendi görmeğe çalışmış ve kafasını duvarlara vura vura ölüp gitmiş. Tanrı olduğunu iddia eden koca Nemrud ‘un yaşamı bir sivrisineğin vesilesiyle bitmiş.
İlerideki tepedeki kalede iki sütun göreceksiniz. Rivayete göre Nemrut bu iki sütuna kurduğu bir mancınıkla İbrahim Peygamberi ateşe fırlatmış. Tarih ise bu sütunların bu tepede bulunan bir tapınaktan geriye kalan son kalıntılar olduğunu söylemekte.
Kafamıza göre takılıp zamanı gelince otelimize geçiyoruz. Ama tam bir hayal kırıklığı. Hilton, Hilton dedik o kadar. Belki de turun en fiyasko oteliydi. Yemekleri sınıfta kaldı. Beklentilerim hayal kırıklığı ile hızlıca yer değiştiriverdi. Paris Hilton ‘dan özel bir ihtimam belki fikrimde değişiklik yapmama neden olabilir.
Gelelim Urfa ‘nın meşhur sıra gecesine…
Sıra gecesi aslında askere, gurbete giden kişiler için arkadaş çevrelerinin, loncalarının düzenlediği eğlenceler diye özetlenebilir. Orijinalinde elbette ki kadın olmuyor sıra gecelerinde. Günümüzde olay iyice ticari bir hal aldığı için bu kural kalkmış kadınlı erkekli turist kafilelerinin olduğu bir eğlenceye dönüşmüş.
Sıra gecesinde saz ekibiyle beraber yöresel türküler söyleniyor. Orijinalinde ilahiler de var ama artık yok. Zamanla seyirciler çekilen halaya katılıyor. Pek bana göre değil açıkçası.
Yemek olarak şıllık denilen bir tatlı geliyor. Şıllık anlayabildiğim kadarıyla içi ceviz dolu, sarılarak dürüm haline getirilmiş bir nevi şerbetli krep. Ayrıca mırra ikramı da yapılıyor. Mırra bu yörede tercih edilen ve genelde fondip yapılarak içilen bir kahve. Tadı kekremsi. İşin raconunda herkesin mırrayı aynı fincandan içmesi gerekli. Mırranın yapım aşamasında kahvenin dört kez imbikten geçirilerek damıtılması gerekiyor. Bu sıkıntılı süreçte yaklaşık yedi saate yakın sürüyor.
Bununla beraber insanların gözü önünde hazırlanan çiğ köfteyi ise hiç beğenmedim. Zaten hazırlanırken içine para yapıştırıp temizliğin içine ettiler hem de lezzet namına bir şey yoktu. O nedenle çiğ köftenin tadı yerine icadının hikayesini anlatayım.
Bir avcı vurduğu ceylanı evine götürüp karısına teslim eder ve akşama pişirmesini ister. İster istemesine ama Nemrud Hz İbrahim ‘i atacağı ateş için civardaki tüm ağaçları kestirmiştir. Kadıncağız ateşi yakacak bir şey bulamayınca çaresizce eti kıyar ve biber ve başka baharatlar ile saatlerce ovalar. Biberin acısı ve kadının saatlerce süren çabası sonucunda et adeta pişmiş gibi bir kıvama gelir.