Kahvaltı yapar yapmaz erkenden yola çıkıyoruz. Dün akşam tembellik edipte Harbiye ‘yi dolaşmaya çıkmayanları kötü bir sürpriz bekliyor.
Geçtiğimiz yolun üzerinde genellikle çift katlı, eski yapılar dikkat çekmekte. Keşke biraz daha bakımlı olsalar, keşke biraz pastel renklerle boyansalar. Kireç bile vurulsa üzerlerine nasıl fark edecek bilemezsiniz. Arada her haliyle gayrimüslim evi olduğunu belli eden taş işçiliği göz kamaştıran evlerde karşınıza çıkıyor. Özellikle Habibineccar Camii ‘nin yakınlarında, yolun sağında yer alan ve günümüzde restore edilerek otel olarak işletilen han ise ayrı bir hazine.
İnip Habibineccar Camii ‘ne doğru ilerliyoruz.
Habib –i Neccar Antakya’da havarilere inanıp Allah ‘ın yoluna giren ilk kişi. Havariler şehre gelipte dini tebliğ ettiklerinde halk çok büyük bir tepki gösterir onlara. Linç ortamı yavaştan oluşmaya başlamışken Habib-i Neccar gelir ve halka, işlerinin hiçbir ücret almaksızın insanlara doğruyu tebliğ eden bu insanları dinlemelerini ve onlara uymalarını söyler. Halkta Habib-i Neccar ‘ı orada katleder. Bu olay kutsal kitabımızda Yasin suresinde anlatılmakta.
Cami, kiliseden bozma bir yapı olduğunu fısıldayan sütunlara sahip. Zaten Araplar şehri aldığında burada var olan yıkı bir Roma tapınağının üzerine ilk camiyi inşa ederler. Burası ayrıca günümüz Türkiye sınırları içerisinde de inşa edilen ilk camidir. Ardından Haçlılar şehri ele geçirince önce Müslüman ve Yahudi ahaliyi katleder ve bu caminin de aralarında bulunduğu camileri kiliseye çevirir. Memluk sultanı Baybars şehri alır ve kilise haline getirilen camiyi tekrar cami olarak düzenletir.
İç kısım yeni ve titiz bir restorasyondan geçirilmiş. Küçük bir avlusu ve iki kapısı var. Kuzeydoğu yönündeki kapısının bitişiğinde Memluk tarzı tek şerefeli bir de minare var. Habib-i Neccar ‘ın yanı sıra havarilerden ikisinin de sandukaları burada bulunmakta.
Buradan şehrin dar sokaklarına giriyoruz. Kabaltı yada Arapçası abrara denilen, üstü oda altı yol olan geçitleri görüp altlarından geçebileceğiniz gibi giriş kapısının üzerinde ay yıldız ve Arapça yazılar olan “hacı” evlerine de denk gelebilirsiniz. Sevimli detayları ve unsurları “keşke daha bakımlı olsaydı, keşke biraz boyansaydı” diyerek geride bırakarak Katolik kilisesine giriyoruz.
Daha önceden de dediğim gibi şehir hristiyanlık için çok büyük öneme sahip. Dolayısıyla şehir geçmiş zamanlardaki kadar olmasa da çeşitli hristiyan cemaatlerini halen barındırmakta. Bunların başında Katolikler gelmekte. Eski bir Antakya evini alıp elden geçirmiş ve ibadete açmışlar. İçinde bu nedenle önemli her hangi bir nesne yok. Papaz ise Polonyalı gençten bir kişi.
Aralara girip sokakları aşıp müzenin olduğu meydana doğru devam ediyoruz. Pazar sabahı takım elbiseli yaşlıca bir adam ve hemen arkasında biraz daha yaşlı iki hanım muhtemelen kiliseye gidiyorlar. Adam yanımdan geçerken selam veriyor. Süryani olmalılar. Hem ibadetlerini mümkün olduğunca yapmaya çalışırlar hem de her zaman kiliseye bakımlı ve kaliteli bir kılıkta giderler.
Arada valilik binasını, Fransız okulunu geçip “Milli Beraberlik” yürüyüşünü yapan genç kalabalığın arasına karışıyoruz.
“Peygamberimiz Hz. Muhammed zamanında Hama susuz bir şehirdir ve Yahudi’nin biri Nil nehrinden su getirerek Hama’nın verimli topraklarını değerlendirmek ister. Nil’den aldığı dört şişe suya bir efsun okuyarak şehrin yolunu tutar. Yahudi tam şehre varmak üzereyken Peygamberimiz bu durumdan haberdar olur ve Hz. Ali’ye “Yetiş ya Ali!” diye seslenir. Hz. Ali Düldül isimli atına binerek Yahudi’nin peşine düşer ve onu öldürür. O sırada bir de bakar ki nehir ters akmakta. “Bütün nehirler hak huzuruna varıp kıbleye doğru akarken sen neden batıya doğru akarsın. Dön geri, asilerden oldun” deyince, nehir Allah’ın izniyle dile gelip şöyle der: “Ya Ali! Allah’ın emriyle Humus, Hama nice şehirleri sulayarak Habib-i Neccar’ı da ziyaret ettikten sonra kıbleye doğru akayım” der. Hz. Ali “Dön geriye ey ‘asi nehir’. Yoksa seni keskin kılıcımla ikiye bölerim” deyince nehir “Eğer bana vurursan, bir parçamdan kan bir parçamdan irin aksın. Ve kıyamet gününe kadar Allah’ın kulları benden fayda ummasın” cevabını verir. Hz. Ali o zaman “Senin adın Asi olsun. Senden içen şifa bulsun” diye dua eder.“
Antep yolunda uçsuz bucaksız çayırların arasında çıkan gelincik tarhları izlenmeye değer.
Yol üzerinde giderken, sağda Yesemek ‘i gösteren levhayı görünce içim cız ediyor doğrusu. Yesemek tarihin belki de en eski heykel atölyesi. Yaklaşık altı yüzyıl kadar burada ustalar çıraklarını yetiştirmiş. Günümüzde üç yüz kadar bazalttan yapılma heykel tamamen yada kısmen bitmiş bir halde ovayı beklemekte. Gerçekten de gidememek çok büyük bir kayıp.
Antep ‘e varıyoruz. Önce yemek. LP ‘ye göre Antep’teki en meşhur yer İmam Çağdaş. Tur ise Fethullah Usta ‘ya götürüyor. Gene nerede olduğumuzu bilemediğimiz için macera peşinde koşmuyoruz. Zaman gerçekten kısıtlı.
Ayran burada bir tasta kepçe ile içiliyor. Benim gibi kana kana içen biri için tam bir işkence. Yemek için beyti istiyorum; iyi. Sonrasında baklava yiyoruz. Gayet güzel. Zaten LP günün birinde Türkiye ‘nin güneyinde lezzetsel ve kültürel bir devrim olursa bunun Antep’te olacağını da belirtmiş.
Dediğim gibi müze ağırlıklı olarak Zeugma mozaiklerine ev sahipliği yapmakta. Zeugma büyük Roma kentlerinden biri. Şehrin ilk kurucusu 1.Nikator Selevkos ‘tur ki zaten bu yöredeki pek çok şehirde onun dönemine tarihlendirilir. İlk isim Seleukea Euphrates ‘tir ve bunu Fırat Silifkesi gibi çevirebiliriz.
Ardından bir dönem Komagene Krallığının elinde olsa bile Romalılar gelir ve şehri ele geçirirler. Nehri aşabilmek için önemli bir mevzi olduğu için burayı geliştirir ve “geçit” anlamına gelen Zeugma adını verirler. Sasaniler şehri yakıp yıkar Romalılar dönüp tekrar kurar. Sonrasında Araplar yağmalar. Şehrin büyümesi durmuştur. Artık Türk boyları Fırat ‘ı çok sayıda köprü ile geçmeyi mümkün kıldığından unutulmaya yüz tutar. Sonunda da baraj gölü tarihi yerleşimin önemli bir kısmını yutana dekte hatırlayanı pek çıkmaz. Daha detaylı bilgiye www.gaziantepmuzesi.gov.tr linkinden erişebilirsiniz.
Müzede bir de savaş tanrısına ait bronz bir heykel var. Ares savaş tanrılığının yanı sıra bereket tanrılığı ile de iştigal etmekte. Dünya üzerinde tanrının bereketi simgelediği başka bir örnek yokmuş.
Müzeden sonra sedef yapım atölyesine geçiyoruz. Müze çıkışı kaleyi görebilmiş eski kent kısmından epeyce uzaklarda bir yerlerde olduğumuzu anlıyoruz. Turdan kaçıp tek başına gezme şansım yok.
Sedef atölyesinde anlatım yapıyorlar. Bu işte kullanılan kabuklar Umman’dan ithal ediliyormuş. Yapımı benim için imkansız ama mahir eller için oldukça kolay görünüyor. Çin malı, plastik alaşım sedefimsilerin çizilebildiği, sıcaktan etkilendiği ama gerçek sedefin bu koşulardan etkilenmediğini öğreniyoruz.
Buraya gelenlere zahter ikram ediliyor. Zahter nedir derseniz bir tür yabani kekik. Assosta satılan limon kekiğine benziyor. Çocuklar paketi 3 TL ‘den satıyorsa da çarşıda kolaylıkla temin edilebilir.
Buradan kale yakınlarındaki Medusa Evi ‘ne gidiyoruz. Burası eski bir Antep evi. Günümüzde özel teşebbüsçe işletilen bir mekan olmuş. Ana konutta Antep ve yöresine ait bazı buluntular sergilenmekte. Diğer yapılarda ise (müştemilat diyelim) çeşitli el işlerinin yapılışını görebilirsiniz. Ayrıca avlusunda bir şeyler içme imkanı da var. Menengiç denen yerel bir bitkiden yapılan kahveyi de deneyebilirsiniz ama bunun için isterseniz Urfa’ya dek sabredin.
Neler sergileniyor kısmına dönelim. Bir kere yaptığı işten hiç memnun olmamalı ki istisnasız gelen her grubu azarlayan bir kadının rehberliğinde geziyorsunuz. Genelde cam ve keramik parçalar sergilenmekte. Hitit Dönemi’nden kalma oyuncak arabalar çok hoş. Bir iki güzel nesne daha vardı ama suratsız kadın akıl bırakmadı.
Genel olarak anlatmaya çalışacağım. Çarşılar bölgesinde çok sayıda han mevcut. Bunların kimisi onarılıp tekrar kazanılmış bir kısmı ise beklemede hala. Ama ne diyeyim, Antepin bu denli büyük bir ticaret merkezi olduğunu hiç bilmiyordum. Balkanlarda gezerken gördüğüm ve büyük ticaret merkezleri denilen kentlerin hiçbiri Antep ile boy ölçüşemez.
Bunların en büyüklerinden biri Bakırcılar Çarşısı. Neredeyse tamamı çeşitli bakır işi parçaların satıldığı bir çarşı burası. Bu pazara girmeden, sağda Zincirli Bedesten, ondan önce de Alaüddevle Camii var. Alaüddevle Bey Dulkadiroğulları’nın son beyi. İmam Çağdaş ‘ın yeri de bu cadde üzerinde. Yanındaki dükkanlardan kuruyemiş alabilirsiniz. Buralarda ikramın haddi hesabı yok. Tadımlık diye bir iki tane değil genelde tam bir avuç dolusu veriyorlar.
Bakırcılar Çarşısı’nı geçerken sağdaki soldaki diğer sokaklarında başka başka çarşılara doğru açıldığını fark ediyorsunuz. Ağırlıklı olarak antepfıstığından yapılma tatlılar, türlü şekerlemeler mevcut. Burada, bir de neredeyse her selamladığınız dükkancı tarafından çay daveti alıyorsunuz. Kerhen değil, gerçekten içten davetler bunlar.
Bakırcılar Çarşısı benim için öğretici oldu. Mesela el işi bir bakır parçasının değerli olduğunu bilirdim ama asıl değerin söz konusu parçanın kesip biçmeden, yapıştırıp perçinlemeden tek bir parçanın sadece dövülerek yapılmasına bağlı olduğu oldu.
Beyaz bakır denilen nikelaj kaplı ıvır zıvırın nikelajlı tencere olabileceği ve bunun farkına nesneyi kazımadan varamayacağım gerçeği de bunlardan başkası oldu.
Tahmis denilen meşhur kahveye de gittik ama günlerden Pazar olduğu için kapalıymış. Kös kös döndük bizde.
Gönül Antep ‘i daha dolu dolu gezebilmeyi istiyor. Fransız işgaline direnişin izlerini sürmek, cami cami, han han gezip şehri keşfetmeyi isterdim. Ama şu da var. Antep şehri her türlü beklentimin üzerinde. Tüm yapmanız gereken üşenmeden yola koyulmak.
Tekrar geleceğim sana dediğim kentlerin arasına ekliyorum Gaziantep ‘i de.