Ne yapalım diye kara kara düşünürken nihayetinde Trakya taraflarını turlayalım diye karar almış fakat gezinin arifesinde geleceğiz diyen onca kişiden geriye bir Sinan ve bir de ben kalmıştık.
Bostancı’dan gitmek zor diye Küçükçekmece’de ananemde kalmaya karar vermiştim. Ananem ile çeşitli konuları konuşmuş, en son Mevlana ve Türkistan erenlerinin Anadolu’ya yapılan Türkmen göçünde formal yapıya geçişi sağlaması sonucunda Türklerin başka bir dine geçmesinin ve yerel halkın arasında erimesinin önüne geçildiği konusunda fikir birliğine varmıştık. Tabi bu süreç gece yarısı biri geçene dek sonuçlandığı için sabaha oldukça sersemlemiş bir şekilde kalkabilmiştim.
Sinan ‘ın araba kullanışı için anlatılanların neredeyse tamamen safsata olduğunu gördüm. Gayet sakin ve dikkatli kullanmakta. Son zamanlarda yaptığımız turlar üzerinde konuşarak yol aldık. Şanssızlık eseri yanımızdaki haritada sadece Trakya bölgesi yok. Neyse ki köprüler ve dini merkezleri içeren kitaplar Sinan’ın arabasının arka koltuğundaki kitap yığınının öne çıkan isimlerinden.
Köprüler üzerinde konuşurken eski bir köprüye denk geliyoruz. İnip görüntü almak için yanına gidip çekimlere başlıyoruz. Yedi gözlü (+1 göz kıyıda vardı) düz ama zarif bir köprü. Hakkında bir bilgi bulamadık. Yaklaşan bir köylüye selam verip nerede olduğumuzu sorduk. “Büyükkarıştıran” dedi.
Büyükkarıştıran ilginçtir. Günümüzün bu çift şeritli yoluna bakıp da aldanmamalı. Bu yol binlerce yıldır İstanbul’u, Anadolu’yu Orta Avrupa’ya bağlar. Dünyanın malı bu yollardan geldiği gibi istilacılarda gelmiştir kara ölüm vebada.
Köprüye gelince mimarı belli değil. Ama mimarı belli olmayan tüm yapılar gibi Mimar Sinan ‘a addedilir. Belki de gerçekten öyledir.
Yolda önce bir tümülüs görüp duruyoruz. Bu bölgede o kadar çok tümülüs var ki. Bizde bunlardan birinin görüntüsünü almak için aracımızı yol kenarına çekip duruyoruz.
İlk hedefimiz Lüleburgaz. Burgaz geçtiğine göre isminde mutlaka burçları olan bir kasaba olmalıydı burası. Zaten Avrupa’daki burg yada benzeri eklerle biten şehirlerde aynı kökten türemiş.
Şehir Kırklareli merkezinden de kalabalık. Bir nevi tatil kasabası havası hakim. Polislerin de kutladıkları bir gün olduğu için hepsi gayet iyi giyimli. Küçük yerlerde halen bazı şeyler derli toplu yaşanmakta.
Aracımızı park etmek için külliyenin güneyinden dolandık. Burada, günümüzde Kızılay ‘a ait bir yapı olarak kullanılan zamanında ise tahminen külliyenin mektebini oluşturan kısım var. Caminin avlusu ise epeyce geniş. Kalem işlerinin güzel olduğu şadırvan tıpkı Kadırga’daki Sokollu Camii’ne benzer bir atmosfer sağlamakta ortama. Kenarda devrik duran basit bir Bizans sütunu mevcut. Caminin son cemaat yerinde porfir sütunlar varsa da tek kubbenin kapladığı iç mekanda devşirme malzemeye denk gelmedim. Cami zaten Mimar Sinan ‘a ait bir yapı. Sadece cami değil aslında tüm külliye. Minare yapının tümünden epeyce genç olmalı.
Caminin içi karanlık olduğundan fotoğraf çekerken epeyce zorlandık. Orta büyüklükte bir kubbe camiyi örtmekte. Yeni zamanlı fakat iyi bir restorasyon geçirmiş.
Cami yapısında hazire yok. Hiçbir zamanda olmamış gibi görünüyor. Etrafını dönüp şu an Kızılay tarafından kullanılan kısmı aşıyoruz. Bir zamanlar külliyenin arastası olan bugünse pejmürde dükkanların çevrelediği alanda çok güzel bir detay var. Burada dört tarafı da açık bir mekan bir kubbe ile örtülerek zarif bir kavşak oluşturulmuş. Açıklıklardan biri caminin avlusuna diğeri arastalara, bir diğeri caddeye (ki zamanında bu yol hamama uzanıyordu ) en nihayetinde sonuncusu da belediye binasının ve Zindan Baba Türbesi’nin olduğu meydana açılıyor.
Şansımıza Polis Haftası için bir gösteri yapılmaktaydı. Ortalık kalabalık. Öğrenciler şiirler okuyorlar. İstanbul’da artık çoktan unutulan adetler. Şöyle bir baktık. Kimsenin yüzünde bitse de gitsek ifadesi yok. Biz hemen kenardaki Zindan Baba Türbesi’ne yöneldik.
Biz yapının fotoğraflarını çekip köprüyü bulmak amacıyla hamam tarafına yönelmişken kalabalıktan yaşlıca ama dinç bir kişi yanımıza yaklaştı. Alıştık bu durumlara. Bazen işe yarar şeyler çıkar, bazen geriliriz. Şansımıza bu kez yöre gazetesine de yazılan yazan birisine denk geliyoruz. İlerideki köşede bir saat kulesi olduğunu söylüyor. Ama öteki köprüden haberi yok. Saat kulesi dediği anıt bir bengitaş. Üzerindeki dört yüzlü parçanın karşılıklı iki yüzünde Osmanlı arması diğer iki yüzünde ise ay yıldız var.
Yolda çok yüzlü bir çeşmenin önündeki ayakkabı boyacısı esmer adama soruyoruz köprüyü. Bilmiyor. Adresini soruyoruz, emin değil. Yine de adamın söylediği yönde ilerliyoruz. Herhangi bir şeye denk gelmeyince tekrar soruyor ve yanlış yolda olduğumuzu öğreniyoruz. Tekrar geldiğimiz yoldan geri dönerken bizi yanlış yönlendiren adama denk geliyoruz. Adamcağız gayet üzgün bir ifadeyle özür diliyor. İçtenliği aşikar. Yolun biraz ötesinde yaşlıca üç adama soruyoruz. Gayet neşeli bir sohbet yapıyor ve artık o köprünün kalmadığını öğreniyoruz. İhtiyarlar nehrin yanında surların kısmen ayakta olduğunu söylüyor. Lüleburgaz’ın adından da varlığını çıkardığımız surları görebileceğiz.
Aracımıza atlayıp köprüye doğru yol alıyoruz. Buralarda park sorunu yok. Kadı Ali Camii önünde park ediyoruz. 1300 ‘lü yılların sonlarına doğru inşa edilmiş, tek kubbeli, tek minareli küçük bir yapı. Kapalı olduğu için içine giremiyoruz. Hedefimiz Mimar Sinan eseri Taşköprü. Ama önce Lüleburgaz surlarından kalanları keşfetmemiz lazım. Kalıntılar köprü girişinin sağından başlayıp evlerin arasında kayboluyor. Biz de çokta kastırmıyoruz.
Köprü dört gözlü ve 1564 ten beri hala tonlarca yükü taşıyor. Üzerinden geçen kamyonun haddi hesabı yok. Bisikletli bir genç bize yaklaşıp “Haber yapıyorsanız nehrin kirliliğini yapın” diyor. Haksız sayılmaz. Tüm akarsu yataklarında olduğu gibi çer çöp buraya gelişigüzel bir şekilde atılmış. Tahminen Trakya’nın tüm derelerine olduğu gibi fabrikaların sanayi atıkları da dökülmekte. Su da yaşama dair en ufak bir iz yok.
Köprünün doğu yakasında, yolun sağ tarafındaki duvarlardan kalanlar görülebilir. Kalanlara bakılınca zeminden itibaren bir metre kadar olan kısım Roma, onun üstünde kalan kısım ise Bizans olarak nitelendirilebilir. Mahalle aralarında da kısım kısım devam ettiği söylense de biz takip ettik ve bir şey bulamadık.
Yolun sağında eski bir cami görüp içine giriyoruz. İstanbul ‘un barok camilerini anımsatan tek kubbeli bir yapı. İçi ufak ama sımsıcak, çinili şirin bir cami. Burada var olan samimiyetin onda biri Vatikan’daki katedralde yok. Ama asıl sürpriz tarihi bir cami olduğunu sandığımız yapı 1950 yapımı imiş. Bunu görünce makaraları koyuveriyoruz. Kötü gol yedik. İlk defa bu kadar özgün, bu kadar orijinal yeni dönem camisi gördük.
Sinanlı Köprüsü’ne dönelim. Köprü tren yolunun ötesinde kalıyor. Yazık ki kasabanın çöplüğü haline gelmiş burası. Üstelik bu köprü Mimar Sinan‘ın yaptığı en büyük köprü. Artık köprünün altından akan bir su da yok. Sadece küçük bir birikinti kalmış. Köprünün etrafında bir iki su birikintisi var ama bataktan farklı değil. Köprünün üstü likenler ile kaplanmış. Ortasında oturulup dinlenilecek bir kısmı bile var.
Köprüyü geride bırakıp Alpullu Pazarı’nı da aşıp Babaeski ‘ye ulaştık. Taşköprü kasabanın hemen girişinde. Onun ardında yolun sağında ise Cedit Ali Paşa Camii görünüyor. Her zaman ki gibi önce köprü deyip aracı park ediyoruz.
Köprü 4. Murat zamanında 1633 ‘te inşa edilmiş. Mimarı Davut Ağa. Rivayete göre köprüyü yaptıran Kasım Ağa bu yörede çobanlık yaban hristiyan bir zattır. Müslüman olur, yeniçeri ocağında yükselir sonunda da sultanın gazabına mazhar olup hapse atılır. Hapiste “Ahtım olsun, bu girdaptan kurtulursam koyun güttüğüm yerde bir köprü yaptıracağım” diye yemin eder. Hapisten çıkar ama sözünü unutmaz. Birde üstüne cebinden 400 kese altın harcar.
Sinan ‘ın ardından ırmak yatağına inerken bir düşmüşüm ki anlatılmaz.
Buradan camiye yöneliyoruz. Kesme taştan, tek kubbeli, tek minareli bir yapı. Minare Bulgar işgali sırasında yıkıldığından tekrar inşa edilmiş. Yeni restorasyondan geçmiş, havadar, aydınlık bir cami. Şimdiye dek gördüğüm en yüksek camilerden birisi. Cami kapısının sağında ve solunda caminin ve Babaeskinin eski günlerini gösteren fotoğraflar var. Bakılması gereken yerlerden.
Buradan 1467 ‘de Fatih Sultan Mehmet ‘in emri ile inşa edilen Fatih Camii ‘ne ulaşıyoruz. Tek minareli, düz çatılı, kare planlı bir cami. Özgünlüğü kalmamış. Tam karşısında Fatih Hamamı, çaprazında ise küp şeklinde, çok yüzlü çeşmesi yer almakta.
Arada bir iki eski ev var. Bunlara da bir bakılabilir.
Önce zil çalan midelerimizin isyanını dindirmek için meşhur Kırklareli Köftesi’ni yiyebileceğimiz en iyi yer olduğu söylenen “Birtat” ‘a gittik. Burası sadece köfte servisi yapıyor. Kırklareli köftesi Boşnak köftesi gibi servis edilmekte. Köftenin yanında kuşbaşı yapılmış soğan verilmekte. Çok da beğendiğimi iddia edemeyeceğim ama gezginler için oldukça hesaplı ve doyurucu. İki ayran, bir porsiyon köfteye 8 TL ödedim.
Burayı nasıl mı bulacaksınız ? Basit. Müzenin tam karşısında yer alıyor. Şimdi de müzeden bahsedelim. Müze binası 1894 ‘te yapılmış. Tüm Anadolu’da da görülebilecek tarzdaki döneminin tüm özelliklerini taşıyan resmi binalardan biri burası. 1962 ‘ye dek şehrin belediye binası olarak kullanılmış. 1930 yılında Atatürk buraya uğramış ki bununla ilgili fotoğraf vb. müzenin girişinde görülebilmekte. Giriş 3 TL. Ama sanırım müzeler haftası olduğundan (belki de pek uğrayanı olmadığından) içeri buyur edildik. Görevli önce yukarı gezmemizi önerdi.
Alt katta ise küçük bir oda da Kırklareli ve civarında yakalanarak doldurulan hayvanlar sergilenmekte. Bahçede ise bir iki lahit, mezar taşları vb var.
Müzeden sonra caddeye atıldık. Tam köşede Kapan Camii var. Karaca İbrahim Camii de denilmekteymiş. Kesme taş bir yapı. 1640 yapımı. Kubbesiz, kiremit kaplı bir çatıya sahip. Tek minareli. Yürüyoruz.
Az biraz sonra meydanımsı bir alana denk geliyoruz. Burası Cumhuriyet Meydanı; Hızır Bey Külliyesi’nin parçalarını içermekte. İlk kısım hamam. Mihaloğulları’ndan Hızır Bey 1383 ‘te yaptırmış burayı. Akıncıların ele geçirdikleri şehirleri hemen sosyal yapılarla donatmaları inanılmaz bir anlayış.
Artık Vize ‘ye gidelim diyoruz. Yollarda artık Bulgaristan ‘ı gösteren levhalar var. Neyse herhangi bir yanlış yola sapmadan Vize yollarına düşüyoruz. O da ne? Orta Anadolu’daki Selçuklu kümbetlerini andırır bir yapı yolun sağında bizi karşılıyor. Hemen duruyoruz. Kesme taştan, sekizgen bir yapı. Bin bir Oklu Ahmet Bey Türbesi burası. Muhtemelen Trakya’yı fetheden bir avuç akıncıdan biri olmalı.
Neyse ki az sonra Vize ‘ye varıyoruz. Burası Bizans döneminin çok çok önemli yerleşimlerinden biri. Öyle ki günümüzde sakin, kendi halinde olan bu kasabanın bir Aya Sofya’sı var. Tarihi inanılmaz derecede renkli. Bizans ‘ın elinden Haçlılarca alınmış. Sonra Bizans tekrar ele geçirmiş. Hatta bir ara Aydınoğlu Halil Bey burayı ele geçirmişse de bu 1309 ‘a dek sürmüş ancak. 1368 ‘de Lala Şahin Paşa fethedene dek defalarca kuşatılmışsa da kale düşmemiş. 1878 Rus Savaşında yöre Bulgarlara bırakıldıysa da Berlin Anlaşması ile geri alınmış. Ta ki Balkan Savaşlarına dek. Bulgarlardan sonra Kurtuluş Savaşı döneminde Yunan işgali yaşanmış. Mudanya Mütarekesi’nden sonra ise Türk Ordusu gelip bizim olanı geri alıncaya kadar geçen yirmi günlük sürede ise yönetim İtalyanlarda olmuş.
Güzel bir yerleşim. En iyi yanı görülecek yerleri işaret eden levhaların çokluğu ve bu levhalarda mesafenin dahi yazıyor olması. Biz önce levhaları takip ederek Hasan Bey Camii’ne ulaşıyoruz. Kapı kapalı. Tek kubbeli, yakın zamanda restorasyon görmüş, moloz taştan inşa edilmiş bir cami.15. yy yapısı ama restorasyon nedeni ile anlamak güç. İçine giremediğimiz için fazla bir şey ekleyemiyoruz. Banisi Şerbettar Hasan Paşa. Şerbettar zamanla Şaraptar mı oldu yoksa bir dokundurma mı var bilinmez ama cami Şaraptar Camii olarak da anılmakta.
Yolu takip ettiğinizde Aya Sofya Camii’ne varacaksınız. Kilise olarak inşası 6. yy da Justinianus zamanında yapılmış. Tipik Yunan haçı şeklinde. Öncesinde burada Dionysos için yapılan bir tapınak olduğu sanılmakta. Camiye çevirenin hangi Süleyman Paşa olduğu bilinememekteyse de Süleyman Paşaların çokluğu olasılıkları da arttırmakta. Ağırlıklı olarak Mihaloğlu Süleyman Paşa, Sultan 1. Murat‘ın kardeşi olan ve Trakya’nın önemli bir kısmını fetheden Süleyman Paşa ve Hadım Süleyman Paşa‘nın adları daha olası görülmekte.
Ancak ölümünden dört ay sonra mezarı ziyaretçi akımına uğramaya başlamış. İnsanlar şifa bulmak için mezarına gelmeye başlar. Mezara gelenler cesedin hiç bozulmadığını ve halen yaralarından kan geldiğini belirtir. Mucizelerden biri de mezardan ışıklar geldiği yönündedir. İşte bu mucizevi olayın hemen ardından Nicephoros rüyasında Maria’yı görür. Ona küçük bir kilise yaptırmasını ve reliklerini oraya taşıtmasını söyler. Kocası da böylece onun azizelik mertebesine ulaştığını kabul ederek ona bir şapel yaptırır. Bir grup insanla cesedi taşınırken cesedin hala bozulmadığı görülür.
Sonrasında ise sıklıkla yaşanan kuşatmalar, işgaller ve yağmalar kilisenin çok şey kaybetmesine neden olur. Günümüzde oldukça iyi restore edilmiş yapının uzun bir süre kendi haline bırakıldığı caminin duvarına asılı fotoğraflarda görülebilmekte. Bu cami de kapalı olduğundan giremedik.
Biraz daha yokuş çıktık. Önce Vize Kalesi’nden kalan son burcu gördük. Taşların örülme tarzı ne Roma ne Bizans. Kala kala kalenin giriş kapılarından biri sağlam kalabilmiş. Antik surlar Justinianus zamanında ciddi şekilde onarılıp genişletilmiş. Paleologoslar zamanında da ciddi onarımlar yapılmış. Güzel bir manzarası olması gençlerin buraya rağbetini de arttırmış. Ne aradığımızı merak edip bizi gözleriyle takip eden kalabalıktan ve kırık bira şişelerinden sevilen bir yer olduğu anlaşılabilmekte.
Artık iniş vakti. Son bir umut, Aya Sofya‘nın kapısını yokluyoruz. Kapalı. Son olarak Trakya’daki tek antik tiyatroya giriyoruz. Tel örgü ile kapatılmış. Ufakça bir yapı. Bulunan heykeller ve diğer parçalar Kırklareli müzesinde görülebilir. Tahminimize göre tiyatronun sağlı sollu yanlarında yer alan haneler istimlak edilip arazi kazısı yapılsa epey bir buluntuya ulaşılabilir. Tıpkı İznik’teki tiyatro gibi MS 2 yy ‘a tarihlendirilmekte.
Ayas Paşa Camii 1539 ‘da Sadrazam Ayas Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Tek kubbeli caminin içinde pek bir şey yok. Buna karşın göze hoş gelen tek şerefeli bir minaresi var. Ama önümüzdeki yıl restore edileceği, şu an duvarı kaplayan yağlı boyanın altındaki orijinal boya ve kalem işlerine ulaşılacağı görevli tarafından söyleniyor. İnşallah deyip Ayas Paşa Hamamı’nı bulmaya çalışıyoruz ama nafile. Pek bir modern, pek bir yeni bir hamam karşımıza çıkıyor. Belki de bulduğumuz hamam aradığımız hamam değildi. Kim bilir.
Özetlemek gerekirse güzel bir gezi idi. Aracınız olmasa bile İstanbul’dan Saray ‘a oradan da minibüslerle Kıyıköy’e gidebilirsiniz. Kanımca bölgenin en önemli bağlantı noktası olan Babaeski’nin otogarından da istediğiniz her yere ulaşabilirsiniz. Bizim yaptığımız gibi kültürel bir geziyi yapabileceğiniz gibi sahilden ve ormanlardan geçerek hatta trekking yaparak bir doğa gezisi haline de dönüştürebilirsiniz.