Gün 2 – Preveze
Parga’da serbest zaman. Turdakiler Korfu Adası’na gidecekler. Biz ise Preveze yollarında olacağız.
Bir pastanede yaptığımız kahvaltının hemen ardından kasabanın yukarılarındaki KTEL ofisine gidiyoruz. Gidiş dönüş adam başı 12 euro. 1,5 saat kadar süren bir yolculuk sonrasında Preveze’deyiz. Yol üzerinde Nicopolis isminde büyükçe bir antik yerleşimin içinden geçtik. İlk planlarımda buralara geliriz diyor olsam da taksi dışında başka bir araç olmadığını anlayınca vazgeçtim.
Preveze KTEL şehrin epey dışındaymış. Bekleyen taksilerden birisine atlıyoruz. 5 euroya bizi merkezdeki Agias Andreas Kalesi’nin dibinde bırakıyor.
Preveze’nin de tıpkı Parga gibi çalkantılı bir tarihi var. Rivayete göre Bulgarlar Nikopolis ‘i Bizanslılardan alınca buraya askeri bir üs kurarlar. Aklınıza kim gelirse en az bir kere ele geçirir burasını. Hatta Sırplar bile on yıl kadar ellerinde tutarlar. Sonra kıyıda ne varsa ele geçiren tacirler, Venedikliler gelir. Venedikliler gerek Parga’yı gerekse Preveze’yi anlaşma ile alır. Nereden anlıyoruz derseniz Kale kapılarının üstündeki San Marco aslanlarının önündeki kitaplar açıktır. Kitap kapalıysa savaşarak ele geçirdik demektir.
1477 ‘de bizimkiler gelir. Bir iki kale de bizimkiler yapar. 1538 ‘deki meşhur Preveze Deniz Savaşı da bu körfezde yapılır. 1684 ‘te Venedikliler geri alırlar. 1699 ‘da Karlofça ile geri verilir bize. 1717 ‘de tekrar alırlar ve 1797 ‘de Napolyon Venedik ‘i tarihe karıştırana dek ellerinde tutarlar.
Napolyon tüm Venedik varlıklarına el koyar. Buraya da asker gönderir. 280 Fransız askeri kahramanlar gibi karşılanır burada. Yunanlılar örgütlenir ve Fransızların desteği ile sağa sola saldırmaya başlarlar. Napolyon da Mısır’dan Suriye doğru ilerlemeye başlamıştır. Akka’ya kadar da gidecektir.
Tepedelenli Ali Paşa askerleri ve Arnavut gönüllüleri ile beraber Preveze’ye saldırır. Altmış Fransız haricinde tüm askerler ve Yunan isyancılar kurşuna dizilirler. 1820 ‘ye dek Preveze Ali Paşa’nındır artık.
1822 ‘de gene bizim elimize geçerse de 1912 ‘de Yunanın olur.
Giriyoruz. Venediklilerden kalmış bir saat kulesi yayalara özel caddede göze çarpan ilk unsur. Rengarenk dükkanlar kendini gösteriyor burada da. Sahile iniyoruz.
Karşı kıyılarda bir şey yok. Issız bir görünüm. Sağ tarafımda ise – batı yönü – iki kale daha var. Harabe halini almış, kaba bir silüetten ibaret kaleler bulunduğum yerden uzak. Bu denizin dibinde Türk denizciler de yatıyor. Sessizce duamı okuyorum.
Sahil boyunca yürüyoruz balıkçı ağları boyunca. Suya eğiliyoruz. Derin olmalı. Kapalı bir yer olmasına rağmen su yaşamın sürmesine izin veriyor. Su yüzeyine yakın deniz kestaneleri, midyeler, deniz yıldızları.. Rengarenkler. Dayanamıyor, bir deniz yıldızını alıp elime bakınıyor sonra aldığım gibi nazikçe duvara yapışmasını bekleyerek yerine koyuyorum.
Yeterince dinlendiğimize inandığımızda Agias Andreas Kalesi’ne girmeye çalışıyorum. Bir giriş var ama ulaşılması pek kolay değil. Köpek olmadığını umarak ben önde oğlum arkada tırmanıyoruz kaleye doğru. Uzun süre Yunan Ordusu’nun kullandığı girişin –hesapta- yasak olduğu kaleye giriyoruz. Virane, yıkıntı halinde binalar dışında görecek hiç bir şey yok.
Otobüse gitmek için atladığımız taksi bu kez sadece 3,5 euro tuttu. Şoför de hoş sohbetti doğrusu.
Dönüş yolunda Nikopolis ‘in içinden tekrar geçiverdik. Çok büyük bir araziyi kaplayan dağınık bir yerleşim olarak göründü gözüme. Bir zamanlar 150,000 kişiye ev sahipliği yapmış denilene göre.