Normalde işe giderken bile kalkmadığım bir saatte ama ne zamandır olmadığım kadar dinç bir şekilde erkenden kalkıyoruz. Vakit kaybetmeksizin dışarı çıkıyor pastaneden aldığımız çörek ve yanımızdaki meyve suları ile güne başlıyoruz.
Önce karşımızdaki mendireğin ucuna dek gidiyoruz. Sabah daha dokuz olmamışken orta yaş üstü Ohridliler çoktan göle girmeye başlamışlar bile. Hoş burada su pek de temiz değil doğrusu.
Buradan panoramik bir iki deneme yapıyorum. İlerideki mendirekteki gezi teknelerine gidiyoruz. Küçük teknelerden laf atıyorlar. Bunların Sv. Kaneo yada biraz ötesine adam başı 5-6 euro gibi buraya göre fahiş bir fiyata gezdirdiklerini okumuştum. Israrlarıma karşın fiyat vermiyorlar. Biraz ileride, içinde güzel, bikinili kızların olduğu tekneden umutlanıyoruz ama o da özel bir eğlence gezisi için kiralanmış. O sırada Sv. Naum ‘un fotoğrafının olduğu bir panoya gözüm takılıyor. Manastır kompleksinin parçaları çoktan kapitalizme kendini uydurmuş. Yatakhane otel, yemekhane ise kafeterya olmuş. Ama pek bir modern hale gelmiş. Bu fotoğraftan sonra listemizden hemen çıkarıyoruz.
Sağda azizlerden Kril ve Methodios ‘un heykelleri var. İnsanlar azizlerle fotoğraf çektirmeyi çok seviyorlar. Bu iki aziz günümüzde özellikle Doğu Avrupa’da ve ne yazık ki bazı Türk cumhuriyetlerinde kullanılan kril alfabesinin mucitleri ve düzenleyicileri. Ohridliler.
Sahilden ilerliyoruz. Hemen kıyıda lokanta ve restoranlar var. Arada, halkın özgürce göle girebildiği açıklıklar da mevcut. Sağ taraf ise evlere ait. Safranbolu evlerinin bir örneği el işleri vb müzesi olmuş, ücretsiz gezilebilmekte. Burada, evlerin altındaki koridorlardan arabalarda geçebiliyor. Biz şaşırdık, siz de şaşıracaksınız.
Karşımıza çıkan ilk önemli tarihi yapı Aya Sofya Kilisesi. Günümüzde Ohrid Festivali’nde dinletilere de ev sahipliği yapan kilise çok eski bir tarihe de sahip. Zaten bu küçücük Ohrid inanılması güç ama piskoposluk merkezlerinden biri. Boş yere Aya Sofyası yok anlayacağınız.
11. yy da dördünce kez inşa edilen yapı çok katlı. Arka kısmındaki sütun başlıkları zamanın etkisiyle parçalanmaya, kırılmaya başlamış. Giriş 100 MD. Bizimkiler burayı cami olarak kullanmış ve freskleri boya ile kapatmış. Bu da fresklerin bir şekilde korunmasını sağlamış. Cami dönemini hatırlatan tek unsur minbermiş. İçerisindeki freskolarıyla ünlü ama fotoğraf çekimine izin yok. En ünlü fresk, hristiyanlığı reddetmedikleri için Romalılar tarafından donarak ölmelerine sebep olunan kırk şehitler freski.
Ana girişin solunda, zeminin altına inen bir merdiven gördüm. Bir kattan daha derine iniyor gibi. Üşenmedim görevli kadına, kilisenin kriptasının olup olmadığını sordum. Kriptanın ne olduğunu bilmediği için açıklamak zorunda kaldım. Sonuçta Aya Sofya’nın kriptasının olmadığını öğrendim. Kripta Pantalemion Kilisesi’nde varmış.
Yola devam ediyoruz. Sağ olsun Makedonlar kıyıda, suyun üzerine kazıkların sırtladığı ahşap bir yol yapmışlar. Bu sayede Kaneo ‘ya giderken bayır çıkmaktan kurtuluyoruz. Fakat uyanıklar trabzanların üzerini bir noktada burçları betimleyen metal levhalarla kaplamış ve “burcuna dokun, bir dilek tut ve paranı fırlat” mottosu ile bir hoşluk yapmışlar.
İşte burada, biraz ötede Sv Kaneo Kilisesini görüyoruz. Daracık sahilinde geçtiğimiz küçük plajlardaki tipleri nazaran daha derli toplu tipleri görünce paralı olabileceğini düşünüyoruz.
Kaneo ‘ya çıkan merdivenlerin orada oturup bir mola veriyoruz. Sonsuz sayıda kertenkelenin koşuşturması sırasında siyah bir sincap daldan dala sıçrayarak ortaya çıktığı gibi bir anda gözden kayboluyor. Doğa ile iç içe, naif bir yerdeyiz.
Kilisenin hemen göl kıyısında yer alan ayazması kapalı.
Kiliseye çıkıyoruz. Her ne kadar kaynaklar güçlü bir Ermeni etkisinden bahsetse de mimari olarak Bizantik, küçük, sevimli bir kilise. 13. yy yapısı muhtemelen 1280 gibi bir tarih verilmekte. 17.yy dan sonra uzun süre kullanılmamış bile. Oscar alan “Yağmurdan Önce” (before the rain) isimli film burada çekilmiş. İnsanlar burada evlenebilmek için dünyanın çeşitli yerlerinden gelmekteler.
Eşim önden gitti. İçeriden yaşlıca bir kadın hışımla fırladı ve bize bağırıp çağırmaya başladı. Meğer burada da giriş ücretli imiş. (100 MD) Ben içini göremedim ama eşimin dediğine göre küçük ve pismiş. Sol köşede dağınık pek çok kitabın olduğunu ama ne olduklarını anlayamadığını söylemekte.
İçine giremiyoruz ama bahçesinde oturup göl manzarasını seyretmekten bizi hiçbir güç alıkoyamıyor. Toprak bahçenin en uç noktasında başında haç olan isimsiz bir mezar var.
Buradan yukarı çıkıyoruz. Pantalemion Kilisesi, bazilika kalıntıları ve kale bu yolun ötesinde bizi bekliyor. Dik bir bayırı tırmanıyoruz.
Kısa sürede kiliseyi görmeye başlıyoruz. Etraf hınca hınç dolu. Normal yoldan gitmek epeyce zaman kaybettireceği için kazı alanının içine dalıp yolu kısaltıyoruz. Çok büyük bir alan kazılmış ve daha da kazılacak gibi görünüyor. Yukarıdaki ilginç damlı, Nasrettin Hoca türbesine benzer yapı ise eski bazilika kalıntılarının olduğu yer olmalı. Buradaki kalıntılar ayrıca Avrupa’nın en eski üniversitesine de ait.
Ohrid Avrupa’nın en eski insan yerleşimlerinden biri. Göl yaklaşık üç milyon yıllık tarihi ile kıtanın en yaşlı ikinci gölü unvanına sahip. Şehrin eski ismi “ışık şehri” anlamına gelen Lychnidos olarak karşımıza çıkıyor Yunan kroniklerinde. 879 yılında ise şehir kabaca “tepede” anlamına gelen Vo Hrid ismini almış ve zamanla günümüzdeki ismine ulaşmış. Bizim için ise şehrin adı Ohri.
Şehre Bizans döneminde çok önem verilmiş. Via Egnatia bile bu dönemde şehirden geçmiş. Dini açıdan önemli bir mevkiye gelen şehri 11. yy da Bulgarlar ele geçirip bir süre başkent olarak ellerinde tutmuşlar. Bulgarlar ve Bizanslılar arasındaki al- ver dönemi 1466 ‘da Osmanlılar gelene dek sürmüş. Bizden sonrası ise… İşte anlattığım gibi.
Ne olduğunu anlamasak da kalabalığa karışıyoruz. Kilisenin kapısında, başında taç olan bir adam ayini yönetiyor. Birisinde bir aziz resmini, diğerinde de haç işlemeli bir flama olan iki adamda bir kenarda durmakta, kalabalığa renk katmakta. Bize gülümseyen derli toplu bir adama ne olduğunu soruyoruz.
“Aziz Klement günü” diyor. Makedonya’nın en önemli günü imiş. Kril alfabesini burada yayan aziz Klement ‘e ait relikler Türkler buraya geldiğinde saklanmış gibi bir şeyler söylüyor. Makedonya Cumhurbaşkanı da buradaymış. Zoraki gelmiş gibi bir hali var.
Kalabalıktan istifade kiliseye dalıyor hatta bununla yetinmeyip üst kata sızıyorum. Görülecek bir şey yok üst katta. Sadece üst kattan kiliseyi görüntüleyebiliyorum. Kilise yeni bakımdan çıkmış. Burası ilk zamanlarda Klement tarafından beş apsisli dev bir Roma bazilikası imiş. Bir külliye gibi hastane, yatakhane gibi ek yapıları da bulunmakta imiş. Sonrasında kilise aziz Panteleimon ‘a atfedilmiş. Aziz Klement ölmeden kendi mezarını kazmış.
Eşimin yanına dönüyorum. O ben yokken olanları anlatıyor. Komünyon ekmekleri dağıtılmış. Ekmekleri alanlar iştahla yemekle meşguller. Ayini yöneten Makedonya Başpiskoposu Stefan tacı kafasından çıkarıp kalabalığın katıldığı başka bir duaya başlıyor ve sonra tacı tekrar kafasına takıp kısa bir süre sonra ayin bitene dek ilahilere devam ediyor.
Sonrası tam curcuna. Makedon Cumhurbaşkanı ayrılıp makam aracına ilerlerken bize ayini anlatan Makedon abimiz fotoğraf çekin, el sıkışın diye seslenip, işaretler yapıyor bize. Bir ara gaza gelip “istanbul’dan selamlar” yada “büyük başkan buraya” diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum. Adamla göz göze geliyoruz. “Kim bu manyak?” dermişçesine bana bakarken şak diye fotoğrafını çekiyorum. Durmuyor kaçarcasına aracına yöneliyor.
Makedon abimiz bize bakıp gülüyor. Normalde Avustralya’da çalışıyormuş. İki aylık yıllık izni için ülkesine gelmiş. Avustralya’da olsa başbakanın yürüyerek gidip geleceğini söylüyor. Gülüyorum. Eşime çeviriyorum konuşmaları, gülümsüyor. Bense, bizde olsa başbakana bu kadar yaklaşamayacağımızı, yaklaşsak korumalar bizi paket yapar bir köşeye bırakırlardı diyorum.
Adamla hoş bir sohbete başlıyoruz. Makedonya’nın durumunun Balkanlardaki en stabil ülke olduğunu belirtiyor. Buna karşın ülkenin fakir olduğunu, hırsızın çok olduğunu söylüyor. Halbuki insanlar Avustralya’da çok büyük vergiler ödedikleri halde çalmıyorlar diyor. Düşmanları yok ki çevrelerinde diyorum adama. “Yanılıyorsun” diyor. Malezya ve diğerleri hep potansiyel düşman diye devam ediyor. “Ya Makedonya?” dediğimde gülerek “düşmanımız olmayan ülke yok ki çevremizde” diye yanıtlıyor. Yollarımız ayrılıyor. Biz kaleye gideceğiz onlarsa yollarına…
Kaleye giden bayırda hediyelik satan dükkanlara bakıyoruz. Sahile oranla daha çok çeşit olduğu gibi fiyatlar daha da düşük (60 MD) Sedeften yapılan küpe vb lere bakıp eşime bir çift küpe alıyorum. İnci kolyelerde yan yana dizilmiş. Ohrid ‘in incileri meşhur. Orijinal mi diye soruyorum inciler için. “Evet” diyor. Bense bu kez orijinal olduklarını nasıl anlayacağımı soruyorum. Gerçek incilerin üzerinde renk dalgalanmalarının olduğunu oysa imitasyon incilerde rengin eşit dağıldığını söylüyor. Ben ise gölde oluşan midye ve istridyelerden bu kadar çok ve büyük incilerin nasıl çıktığını anlayamıyorum. İstanbulda öğreniyorum ki, Ohrid gölündeki alabalıkların pulları rendelenip önce toz haline getiriliyormuş. Ardından hamur haline getirilip özel bir işlemden geçirildikten sonra inciler üretilip pazara sürülüyormuş. Zaten topu topu iki aile bu işin sırrını bilip üretim yapıyormuş. İlginç.
Kaleye dönelim. Güncel hali 10 yy olsa da MÖ 3 yy da dahi burada bir kale olduğuna dair izler bulunmuş. Giriş sadece 30 MD. Burçları da gezebiliyorsunuz ama tam bir tur atamıyorsunuz. Gene de çok güzel bir manzaraya sahip. Sadece Struga’ya dek uzanan kıyılar yada salt göl manzarası değil kastettiğim. Kasabanın sahilden görünmeyen kısmı ve ilerideki dağlar görülmeye değer. Amfitiyatroda görüş açısında ama görecek bir şey yok diye uğramıyoruz.
Eşimle tekrar ama bu kez sahile gitmek üzere yollara düşüyoruz. Önce yukarı kapıyı görüyoruz. Tıpkı İznik’teki benzeri gibi bir sur kapısı bu. Sağda güzel bir kilise olan Sv. Bogorodica Prevleptos Kilisesi var. Aya Sofya camiye çevrilince burası da şehrin katedrali olarak kullanılmaya başlanmış. Zamanla diğer kiliselerdeki önemli eşyalar da buraya getirilip saklanmaya başlanmış. Hatta kilisenin solundaki binada yer alan ikona galerisi Moskova’daki benzerinden sonra dünyanın en zengin galeri olarak tanınıyormuş. Bu kilisenin güzel bir manzarası var. Tatlı bir rüzgar esiyor burada. Giriş burada da 100 MD ve burada da fotoğraf çekmek yasak.
Biraz dinlendikten sonra tekrar yollara düşüyoruz. Yer gök kiralık oda dolu ve inşaatlar tam gaz sürüyor. Burası da turizm adına katledilmekte.
Odada biraz dinlendikten sonra göle girmek için çıkıyoruz. Geçen sefer yanından geçtiğimiz plajdaki kalabalığın arasına karışıyoruz. Eşimin girmeye niyeti yok. Aslında bende göllerde yüzmekten hiç haz etmesem de bu gölde suya dalmak için can atıyorum. Başlangıçta epeyce soğuk gelse de suya zamanla alışıyorum. Hatta sağlam bir kaç kulaç ile açılıyorum. Su tahmin ettiğimden daha fazla kaldırıyor. Yine de suya güven olmaz diyor boyumu geçmeksizin kıyıya paralel bir sağa bir sola gidip geliyorum. Kıyıda sere serpe yatan slav hatunları, yanlarında hiçbir şeyi umursamaz görünen erkekleri. Ama hiç kimse bir başkasına, bir başkasının yanındakine bakmamakta. Çok değil az zaman önce bu adamlar birbirlerinin boğazlarına sarılmamışlar mıydı? Yaşam ilginç Balkanlarda daha da ilginç.
Tekrar otele dönerken bir camekanda “Siyah Kalem” diye bir ilan görüyoruz. Tam bu gece Ohrid festivali kapsamında Üsküp Türk Tiyatrosu’nun oynayacağı oyun bu. Elveda Rumeli de oynayan oyuncuların önemli bir kısmı bu tiyatronun oyuncuları. Gitmeye karar veriyoruz. Fırsat bu fırsat. Oyunun Türkçe olduğunu ve oyun için de yer olduğunu öğrenince “tamam” diyor kesin kararımızı veriyoruz.
Yıkanıp kendimize gelip tiyatro için çıkıyoruz. Önce bilet bulmamız lazım. Bunun için kültür merkezine gidiyoruz. Oyunun öteki binada olduğunu öğreniyoruz. Meğer defalarca önünden geçmişiz. Gişede kimseyi göremeyince içeri giriyoruz. Dev boyutlarda, davudi sesli bir adam buralardan ayrılmayın bilet ayarlamaya çalışacağız diyor. Meğer 99 bilet varmış oyun için.
Bekliyoruz. Adam ilgili, garanti olsun diye başka birini daha ayarlıyor. Bu esnada, solda Elveda Rumeli ‘deki Baytar Efendi ‘yi görüyoruz. Dışarıya iki masa konuyor. Yine dizideki Cezmi Yüzbaşı ‘yı oynayan aktör ebru yapmak için hazırlık yapıyor. Öğrendiğimize göre oyun burada başlayacak. Oyuncular ve biz seyirciler birbirimizin peşi sıra tiyatro salonuna gireceğiz.
Fakat diğer seyircilerin kılıklarını görünce kendi kılığımı pek bir pejmürde buluyorum. Eşimden anahtarı kapıp bir koşu otele gidip koyu renk tişörtlerden birini üzerime geçiriyorum. Bu arada biletleri de satın almış durumdayız. Fakat bize başka biletler getiriyorlar ve girişin bu özel biletlerle yapılacağını söylüyorlar.
Hava kararıyor. Önce ney sesi eşliğinde iki masada da ebrular yapılıyor. Yürüyor, tiyatronun arkasından içeri giriyoruz. Neredeyse zifiri karanlıkta birer iskemle bulup oturuyoruz. Dört yönümüzde de ayrı birer sahne oluşturulmuş. Meğer Siyah Kalem diye kastettikleri Türk tarihinin gizemli sanatçısı Mehmet Siyah Kalem imiş.
Mehmet Siyah Kalem kimdir bilinmiyor. Belki Fatih Sultan Mehmet belki bambaşka biri denmekte. 1950 ‘de Topkapı Sarayı’nın arşivinde rastlantı eseri yaptığı çizimlere ait tomarlar bulunur. Çizimlerinde öyle ilginç, öyle değişik figürler var ki anlatması zor. Ağırlıklı olarak cinler ve diğer doğa üstü varlıklar çıkmış kaleminden. Çocukluğumdaki korkularımın başrol oyuncuları hep onun çizimlerinden kaynaklandı. Ama büyük bir sanatçı imiş.
Oyunda Siyah Kalem zamanda ve mekanda bir yolculuk yapar. Havva ‘nın günah meyvasını yemesinden Şeyh Bedrettin ‘in idamına, Cem Sultan ‘ın başına gelenlere dek pek çok konu işlenmekte. Beni epeyce aşan bir oyun. Bununla beraber televizyonda Cezmi Yüzbaşı diye bildiğimiz oyuncu gerçekten çok konsantre ve kaliteli bir oyuncu. Zarife ise çok duru bir güzelliğe sahip. Uzun boylu bir hatun vardı ki onu ayrı bir yere koyuyorum.
İlginç olan oyuncular dışarıda kendi aralarında konuşurken yöresel aksanları ile konuşuyorlarken oyunda çok duru bir İstanbul ağzı ile oynuyorlardı. İki üç kez üçler üj oldu ama “te olacak o kadar more”