Sabah neşeli bir şekilde kalkıp vakit öldürüyoruz. Yapacak bir şey yok zaten.
Çanta ağır değil. Air Baltic ‘in bagaj sınırı 20 kg. Bu sınıra erişebilmek için bile bir 20 euro ‘yu gözden çıkarmanız gerekmekte. Fazlası da ödenecek artı bir meblağ demek. Gitmeden çantayı tekrar tekrar ölçüyoruz. 19 kg. nin biraz altında.
Yola çıkıyoruz. Komşularla kapı önünde biraz çene çaldıktan sonra şansımıza denk gelen 10B ‘ye atlayarak metrobüsün ilk durağına dek gidiyoruz. İyi başladık gibi. Bakalım nasıl gidecek?
Metrobüsler nedenini çözemediğim bir şekilde yavaş gidiyor. Merter’de iyice huzursuzlanıyorum. Daha Şirinevler’de metro bekleyeceğiz. Riske edemeyeceğim. Şirinevler’de apar topar inip köprüyü aşıyor ve tuttuğumuz taksi ile son dakikalarda havalimanına kapağı atıyoruz. (10 TL)
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Plana göre bir tanıdık vasıtası ile şu banka lounge’ larından birine sızıp tıka basa bir şeyler yiyecektik. Nafile… Orada bulunan mekanların birinden hızlıca üç sandviç ve iki küçük su alarak üzerimde iyice ağırlaşmış olan 48 TL ‘yi bırakıp uçağa koşturuyoruz. Bu kısmı hızlı geçiyorum. Bu kazığın acısı uzun süre kalacak her halde.
Uçaktan bahsedeyim. Dokuz ay önceden aldığım için biletler gayet hesaplı olmuştu. Fazla kalabalık olmaz, kim binip kim uçuyordur dediğim uçakta ancak üç, dört yer boş. Tek tük sarı kafa beklentimi karşılıyor. Onun dışında yetmiş iki milletten zevat koltuklara kurulmuş.
Çaprazımdaki Roman tipli abi, kardeş içgüdüsel bir şekilde eşyalarıma göz kulak olmam gerektiği konusunda bir paranoya oluşturdu bende. Durmadan her boş koltuğu konup dolandılar sessizce. Önümüzdeki Malezyalılar için söylenecek pek laf yok. Üç ufak velet tüm uçağı inlettiler ve kimse de bir tepki vermedi. Onlara küfür etmekten uçak korkumu hissetmeye pek vakit bulamadım.
Gördüğüm kadarıyla bizden başka tek Türk grup sol çaprazımdaki kızlar. Yeşil pasaportlu olanı silik bir tip ama yanındaki sıkma baş tam ifrit. İncecik beyaz elbisesi transparan kavramının bir ton kapalısı. İran’da bile böylesine denk gelmemiştim. Sorarsan kapalı, bakarsan gayet görülesi…
Harika bir kalkış. Hostesler hemen bir şeyler satabilmek için dolanmaya başladılar bile. Şaşırtıcı derecede de bunda başarılı oluyorlar. Air Baltic ‘ta akla gelen her şey ücrete dahil ama fiyatlar insanı yıpratacak düzeyde değil.
Uçuş sırasında pilot adına baş hostes (kabin amiri deniyor artık) konuşuyor bu firmada. 35 derecede bir şehirden havalanmıştık ve 18 derecede, yağışlı bir ortama iniş yapacağımızı öğreniyoruz. Turbülanslar için de uyarmayı ihmal etmiyor. Hayırlı olsun.
Bir kaç kez hoplayıp zıplıyor, bir müddet taşlık bir yolda ilerlercesine uçuyoruz. Bunlar iyi anlarmış meğer. İniş sırasında epey yalpalıyoruz. Yapacak bir şey yok, idare edeceğiz.
Uydurma bir araç ile havalimanın ana yapısına giriş yapıyoruz. Havaş ‘a ait çok sayıda aracı görünce afallıyorum. Bir anlam veremeden giriş işlemlerini yaptırmak için yolumuza devam ediyoruz. Meğer neredeyse tüm uçak aktarmacıymış. Transfer gişeleri doldu taştı. Bizse ailecek in cin top oynayan giriş gişelerine geçtik.
Kardeşim bir gün öncesinden Riga ‘ya inmişti ve bizi olabilecekler konusunda uyarıp beni sakin olmaya davet etmişti. Saçma sapan sorular sormuşlar girişte. Onunla beraber giriş yapan bir İngilize de AB üyesi bir ülkenin vatandaşı olmasına rağmen benzeri bir tepkiyi verdikleri için uzatmamış, benden de polemiğe girmememi istiyor.
Artık Riga’dayız. Eşim valizleri beklerken bende oğlumla beraber para bozdurma, harita bulma işlerinin derdine düşüyoruz. Tek kelime İngilizce bilmeyen görevliyle yaptığımız tarzanca görüşmenin ardından gösterdiği yönde ilerleyerek salondan çıktığımızda aslında bekleme salonuna bir daha dönmemek üzere çıktığımızı anlıyoruz.
Dışarıda epeyce bir kalabalık var. Neredeyse herkes, ellerinde çiçekler ile beklemede. Neyse biz hemen üst kata çıkıyoruz. Ucuz otobüs biletlerini sorduğum görevli kız motor gibi bir İngilizce ile beni yanıtlıyor. Anlamak ne mümkün. Oradan çağrışımlar yaparak ve bir de harita kaparak ayrılıyorum. Görevli kızın, “paranı burada bozma, kur burada çok düşüktür” cümlesini anlamam ise algıda seçiciliğin en güzel örnekleri arasında gösterilebilir.
Kur burada gerçekten de oldukça düşük. Nette gördüğüm oranlarla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bu ülkede sanki sadece kadınlar çalışıyormuş gibi bir düşünceye kapılıyorum. Döviz büfesindeki buzdolabı kılıklı hatun bir merhabadan sonra kendini toparladı ama verdiğim 20 euro karşılığında sadece 12,40 Lat verdi bana gülümseyerek. Bu ülkenin para birimi olan Lat, eurodan bile daha değerli. Bu da elimin yapacağım harcamalarda ne denli titreyeceğini fısıldıyor kulağıma.
Eşimin yanına gideceğiz de en kısa yol İstanbul ‘a uçup tekrar Riga ‘ya gelmek olacak sanırım. Neyse ki Türk olmanın en iyi yanı panik durumlarında pratik çözümler üretebilmemiz. Dışarıya çıkıp bekleme salonunun camlarını yumruklamaya başlıyorum. Dikkat çekmek için cam önünde hoplayıp zıplıyorum defalarca. Başka bir ülkede olsa çoktan alıp götürürlerdi beni; (Londra’da salt esmer diye polis havalimanında Brezilyalı bir genci vurup öldürmüştü) burada bir tepki yok. Aksine eşimi uyarıyorlar. Anladığım kadarıyla Riga havaalanının güvenilirliği büyük ölçüde Allah‘ın himayesine bırakılmış derin bir tevekkülle.
Çıkıyoruz, çaprazdaki Narvesen ‘den (yani büfemsi, bakkalımsı mekandan) 0,50 Lat’a birer bilet alıp bizi şehre götürecek olan 22 nolu otobüsü bekliyoruz. Aynı bileti sürücüden alırsanız ücret 0,70 Lat. Ama bilet almadan aracı kullanıp seyahat edenleri tespit eden bir mekanizma da tespit edemedim doğrusu. Ayrıca 461 numaralı minibüslerde 1 euroya aynı yolu taşıyorlar.
İlk duraktan binmenin avantajı ile oturup Riga’ya giden yolu seyrediyoruz. Şehrin bu banliyölerinde bile olsa art neuveau yapılar göz okşuyor ve her ne kadar geneli pejmürde ve bakım gerektiriyor olsa da daha sonra şehirde karşılaşacaklarımız hakkında bir fikir oluşturuyor.
Riga. Baltıkların en büyük kenti, Letonların ülkesinin başkenti. Letonları sonra anlatacağım. Daha doğru düzgün tanışmadık kendileriyle. Şehir Daugava Nehri’nin yanına kurulmuş. Hatta rivayete göre nehrin kol yapıp döndüğü yerde olduğundan eski dillerinde dönüş anlamına gelen “Ringa” kelimesinden almış adını.
Her neyse, burası aslında Livonya olarak anılmakta. Livler uzaktan bizlerle akraba bir topluluk. 2.yy da burayı Duna Urbs olarak kurmuşlar. Nehir ağzına yakın bir yerde olduğu için bu küçük balıkçı kasabası kuzeyden İstanbul’a dek uzanan Viking ticaret yolunun önemli noktalarından birisi olmuş özellikle kürk ve amber ticareti ile. Sonrasında 12.yy da Almanlar burada bir ticari ofis kurarlar ve hemen ardından da burada yaşayan paganları hristiyanlaştırmaya çalışmaya koyulurlar. Yeni dini paganlara anlatıp kavratmak, kafalarına sokmak zaman aldığından onun yerine süreci hızlandırmak için Haçlı seferleri düzenlerler Töton şövalyelerini kullanarak. Başlangıçta iyi direnen yerliler gelen güçler karşısında direnemeyerek yeni dini benimsemek zorunda kalırlar. En azından yaşayanlar…
Şehir 1282 ‘de Hansa Birliğine dahil olur. Artık Novgorod ile Almanya arasındaki rotada da önemli bir merkez olmuştur. Geçen yüzyıllarda politik ve ticari olarak Alman etkisi vardır ama şehri yönetenler bazan İsveçliler, çoğunlukla da Ruslar olur. Ruslar 18. yy ‘ın sonlarında bu bölgeleri Ruslaştırma çalışmalarına başlayınca direnişte başlar.
Dünya Savaşları da pek kötü sonuçlar ortaya koyar. Her ne kadar ilkinin sonunda Letonyalılar bağımsız olsa da ikincisinde sürekli el değiştirip sonrasında yine, bu kez yeni bir yüze sahip eski bir düşmanın, Sovyetler’in eline düşer. Ta ki yılmayıp cesurca komşuları ile beraber 1991 ‘de resmen bağımsızlıklarını ilan edene dek.
Sonunda, şehrin yaşam kaynağı olan Daugava Nehri’ni, taş köprüyü aşarak geçiyoruz. Buradan iki durak sonra ise yörenin büyük marketler zincirlerinden biri olan Stockmann ‘ın önünde araçtan iniyoruz.
Yola çıkmadan önce bu şehirde araçtan inip hostele gidene dek nerelerden geçeceğimi googledan çıkarıp adım adım yazmıştım. Bunu yaparken kimi yerler, kimi isimler aklıma kazınmış bile. Ama gene de bir huzursuzluk yok değil. Bir paralel caddeye, iki sokak ötede indirilsek ne yaparım pek bilemiyorum. Rotayı bizim tarzımızda gezip yazan bir Metin Denizmen var bir de başka bir çocukcağız. Gerçi, o da pek bir genç işi yazmış.
Bundan dolayı Sinan ‘ın bizi Belgradda karşılaması gibi kardeşimin Stockmann önünde bizi bekliyor olması beni derinden mutlu etti. Kardeşim bizden br gün önce, THY ile Rigaya varıp ve bu zaman zarfında Jurmala‘yı aradan çıkarmış bile. Sonrasında da Riga ‘nın eski kenti ile bu civardaki ne kadar alışveriş merkezi varsa hepsini turlamış. Bitmek tükenmek bilmez bir enerji. Hosteli de beğenmiş.
Kalacağımız yer Central Hostel. Araştırma yaparken ucuzluğu ile dikkatimi çekmiş, sonrasında ise şehrin en iyi hostellerinden birisi olduğunu görmüştüm. Vize işleri ve kardeşimin belirsiz programı nedeniyle defalarca yazıştık. Gerçekten profesyonelce yardımcı oldular.
Hostelle Stockmann ‘ın arası 700-800 m var yok. Bu yolu kat ederken Jurmala, Sigulda gibi yerlere giden minibüslerin duraklarını, McDonald’s’ı, (çok sayıda art nouveau ki burada jurgenstile de denmekte saymıyoruz bile) ve sayısız kebapçıyı geçeceksiniz. Bizden farklı olarak bu kebapçıların istisnasız hepsinde sarışın hatunlar çalışıyor.
İnsanlardan da bahsedelim artık hostele girmeden. Erkekler kalıplı. Zaten ben bizim ülke için de orta boyluyum bu adamların yanında esamem okunmuyor. Ayrıca, Türkiye’de sarışın sayılan ben burada gayet esmer biri olarak geziniyorum. Muhteşem mavi gözler var herkeste. Öte yandan hatunlar da ortalama olarak uzunlar. Çok uzun boylu kadınlar bile yüksek topuklu ayakkabılar giymekteler. İlk kez eşim boy olarak bir coğrafyada baskın olamadı. Sırbistan’da bile yerli kadınlara nazaran epeyce uzundu ama burada kadınlar beş, altı santim kısa kalıyorlardı ama o farkı da topuklularının farkıyla rahatça kapatıyorlardı.
Başka bir ilginçlik ise kim sarışın kim değil çözememem oldu. Platin saçların dipleri kara kara ama boya desem değil, aynı şey 5,6 yaşındaki çocuklarda da söz konusu. Anlayamadım…
Giyim ise işin bomba kısmı. Ben üşürken kısa etekler, çılgın göğüs dekolteleri, mini şortlar ile geziyor kızlar. Göğüs dekoltesi dediğime bakmayın az biraz açığı göğüs oluyor J
Ama kimi zaman da sanki ortalık buz kesmiş, tipi varmış gibi kürkler, deri ceketler ile dolanan tipler var ki. Bu da muammanın bir başka türlüsü bu coğrafyada…
Tuvalet ortak ama temiz. Çantaları bırakıp şehre ilk seferimizi yapıyoruz artık.
Öncelikle şehir çok kalabalık ve bu kalabalık içinde baskın unsur kadın nüfusu olarak kendini gösteriyor. Yayaların mantalitesi ise tam bizdeki gibi. Yol boşsa kırmızı yanıyor olsa dahi geçiyorlar. Ama sürücüler her durumda duruyorlar. Dikkatli olmanızı gerektiren asıl grup ise gerek yolda gerek kaldırımlarda bisikletliler.
Yemek için seçenek çok. Yıllar önce Viyana’da gördüğüm Mc Cafe kavramı buralarda da mevcut. Mc Cafelerde tatlı bir şeyler alabiliyorsunuz. Domuz etinden bizim gibi sakınıyor ve hesaplı bir şekilde geziyorsanız McDonald’s kaçırılmaz bir seçenek demek.
Ayrıca gene hesaplı yemek yemek, kahve vb içmek isterseniz yada sadece güzel vakit geçirmekse amacınız önerebileceğim bir başka yer ise neredeyse adım başı denk geleceğiniz “double coffee”ler. Gerçekten tavsiye ederim. Ama servis hızları o denli yavaş ki… Bu kısmı sipariş verdiğinizde göreceksiniz zaten J
Yanınızda çocuk varsa onları oyalamak için boyanacak bir A3 ve renkli kalemler veriyorlar ama büyükleri düşünen yok. Zaten beklerken hayıflanıyor yada gelecek yemeği hayal ederek vakit geçiriyorsunuz. Daha ne…
Şöyle bir tur atıp hostele dönüyoruz. Gerçek gezi yarın başlayacak.