Kapadokya’ya gidiş için turlar gecenin yarısı yola çıkıyor. Ankara’ya kadar yolda herhangi bir sorun yok. Her ne kadar otobanda gittiğinizi fark etmesenizde yol çokta kötü değil. Ya da Ankara ile Aksaray arasındaki yol ile kıyasladığım için böyle bir hisse kapılmışta olabilirim. Çünkü Gölbaşından itibaren otobüste mi yolculuk ediyorum yoksa dörtnala ata binmiş mi koşturuyorum çözemedim. Gerçekten kötü, ülkenin başkenti ile en büyük şehri arasında bağlantıyı sağlayan ana yol bu.
Kapadokya Ürgüp ve Göreme’den ibaret sanılsa da aslında çok büyük bir coğrafya. Kuzeyde Karadeniz dağları güneyde Toroslar batı da Tuz Gölü ve doğuda Kayseri’nin doğu sınırları bu bölgeyi oluşturmuş. Tarihte doğudan batıya uzanan yolun üzerinde olduğu için ticari açıdan ipek yoluna kucak açmış ve bunun sayesinde zenginleşmiş . Öte yandan aynı yolu takip eden fatihlerce de defalarca hırpalanmış, yağmalanmış ama her zaman tekrar dirilmiş.
Önemli yolların üzerinde olması nedeniyle çeşitli etnik gruplara kucak açmış, çeşitli din ve inanışlara sığınma imkanı tanımış.
Kapadokya için rehberlerin çoğu ve pek çok turistik kaynakta Güzel Atlar Ülkesi şeklinde bir anlamdan bahsedildiğini görüyoruz. İsmin kökeni Latince yada yunanca değil , persçe şeklinde de ekleniyor. Oysa Anadoluyu karış karış incelemiş ve her isim üzerinde araştırma yapmış Bilge Umar gibi kişilikler Kapadokya kelimesinin eski Anadolu halklarından Luvilerin dilinden Kızılırmak için kullanılan bir kelimenin türevi olabileceği üzerinde kurmuş.
Coğrafi yapısı da oldukça ilginç ve vahşi. Etrafınızda sönmüş volkanik dağlar göreceksiniz. Bunların en haşmetlisi ise karlı zirvesi ile Hasandağı. Bunların patlamaları sonucu biriken kül, toz, tüf zamanla bu doğal yapının oluşmasını sağlamış. Toprağının işlenmesi kolay olduğu için otuz kadar yer altı şehri oluşturulmuş. Bunların tam sayısı da bilinmiyor. Tıpkı bu şehirlerin tam anlamıyla uzandıkları yerlerin bilinemediği gibi. Aynı yumuşak kayaçlar pek çok yamaçta kaya mezarı, konut yada güvercinlik gibi amaçlarla insanların kazıyabilmesine imkan vermiş.
Her zaman gidilebilecek bir yer ama Mayıs’ın ortası ile Eylül ortası arasındaki dönemde sıcakların kavurucu olacağını tahmin ediyorum. Kış için bir şey diyemem. Kar peri bacalarında değişik ambiyanslar oluşturuyor. Zaten etrafınızda çok sayıda yabancı turist göreceksiniz. Fakat Alman ve Fransızların yöreye ayrı ilgi gösterdiği belli oluyor. Hristiyanlığın ilk dönemleri için önemli bir yerleşim . Ama Fransız okültistlerinin çeşitli ayinler için kimi zamanlar burada toplandıkları da biliniyor. Okültizm işte… %90’ palavra, % 10’ u muamma.
Kapadokya’nın en büyük farklılıklarından birisi de balonlu geziler. Yılın önemli bir dönemi rüzgarlar balonların uçmasına olanak sağlamakta. Sabahın ilk saatlerinde gün doğarken havalanıyorsunuz. Fakat fiyatları 100 ila 150 avro arasında değişmekte.
Turun ilk uğrak noktası Tuz Gölü. Ülkenin devasa göllerinden birisiydi. Çocukken atlasta gördüğümüz göl ile günümüzdeki göl boyut açısından çokça farklı artık. Göl boyutundan, hacminden çokça şey kaybetmiş. Google earth ‘den baktığınızda görebiliyorsunuz. Son doksan yılda gölün % 85 oranında küçüldüğü ölçülmüş.
Gölün kıyısına gün doğarken geldik ve burada küçük bir fotoğraf molası verdik. Aslında göle fotoğraf için gelinmesi gereken zaman gün batımı. Güneşin uçsuz bucaksız gökyüzündeki renklerle cümbüşünün göl yüzeyine yansıması harika görüntüler oluşturuyor olmalı. Göl kıyısında, göle doğru yirmi otuz metre kadar uzanan bir dilin üzerinde manzarayı ve gölü izleyebiliyorsunuz.
En derin yeri 2 metre olan göldeki tuzlar ham. (25 yıl önce ilkokulda gölün derinliğini 5 m. olarak öğrenmiştik.) Tuz tabakası kırılıp otuz-kırk santimetre derinliğe inilerek çıkarılan tuz işlenerek sofralarımıza gelmekte. Ham kaya tuzu ise kristal yapısına sahip.
Kara ikliminin tipik özelliği burada kendini göstermeye başladı. Gün doğarken hava öyle soğuktu ki ellerimi hissetmediğim anlar oldu. Ayazda burada etkili esmekte.
Tuz Gölünden ayrılıp Aksaray-Nevşehir yolunda ilerlerken bir Selçuklu kervansarayı olan Ağzıkarahan ile karşılaşıyorsunuz. Yapı Sultan Hanı denilen tarzda yapılmış Tıpkı Bursa’daki Koza Han gibi içerisinde bir köşk mescidi bulunmakta. Hanın işletmesi yakındaki köy tarafından yapılmakta ve giriş sadece 2 YTL. Fakat zaman darlığı nedeniyle içeriye giremedim. Fakat kapının eşiğinden içeri bir göz atmayı ihmal etmedim.
Yapı uzaktan küçük bir kaleyi andırmakta. Girişinde muhteşem mukarnasların sarmaladığı bir taç kapısı var. Yapı Selçuklu sultanlarından I.Alaaddin Keykubat ile oğlu II.Gıyaseddin Keyhüsrev dönemlerinde inşa edilmiş. Hanın iki kitabesine göre yapımına zengin bir tüccar olan Hoca Mesud bin Abdullah tarafından 1231 yılında başlanmış, 1239’da tamamlanmıştır. Kervansarayın holü I. Alaaddin Keykubat, avlusu ise oğlu II. Gıyaseddin Keyhusrev zamanında yapılmıştır. Bu nedenle Hoca Mesud Kervansarayı adıyla da anılmakta.
Han tam anlamıyla her şeyin düşünüldüğü bir konukevi. İçerisinde konaklanacak odalar , yemekhane, abdesthane , mescit olmak üzere her şey düşünülmüş. Kapıya göre sağ tarafta çeşitli yıkıntılar görülüyor. Bunların arasında bir de hamam varmış. Şimdi girseniz cin çarpar o denli yalnız bir yer.
Yapı, Karamanlılar ile Memreş adlı bir Türk beyi arasındaki çatışmada büyük tahribe uğramış, iki kulesi yıkılmış; 14. yüzyıl başlarında Kerimeddin Gazan Han tarafından yeniden yaptırılmış. Memreş kimdir bulamadım.
Yol üzerinde pek çok kervansaray ve han mevcut. Hepsine uğramak mümkün değil. Sadece Anadolu’daki han ve kervansaray sayısı için beş yüz gibi bir rakam telaffuz edilmekte. Selçuklu bu. Gerçek medeniyet bu.
Buradan sonra artık Kapadokya’ya iyice girdiğinizi fark edebiliyorsunuz. Selime diye bir köyde ilk izlerle karşılaşıyorsunuz. Burada köyün mezarlığında sekizgen, külahlı bir türbe var. Selime Hatun Türbesi diye bilinmekte. Kimdir bu Selime Hatun bunu da bulamadım. Yaptığım araştırmalarda bu türbenin Ali Paşa Türbesi olarak da bilindiği ve içinde mumyalık yada cenazelik de denilen bodrumlardan olduğunu buldum. Mezarlıkta da bir kaç ilginç mezar taşı görünmekte.
Mezarlığın hemen karşısında kaya oluşumları arasında Selime Katedrali adıyla bilinen bir kilise var. Gezecek yer o kadar çok ve gezecek zaman o denli kısıtlı ki… Ne yazık ki içine giremedik bu yapının da .Sadece dışarıdan birkaç poz görüntü alabildim.
Vakti olanlar için 1524 yapımı bir camii ve içindeki freskolarının 10. yada 11. yüzyıllara tarihlendirildiği Kale Manastırı Kilisesi de gezilebilir.
Yola devam ediyoruz. Artık gördüğünüz her şey alışık olduğunuz dünyadan farklı. Sanki başka bir gezegenin yer şekilleri yolun etrafına yerleştirilmiş. İçimde bu taşlıklarda gezmeye doğru iten bir duygu var. Ihlara Vadisine kadar uzaklarda Hasan Dağı ‘nın karlı zirvesini seyrederek bu vahşi ama cezbedici manzaranın eşliğinde gidiyorsunuz. Melendiz Çayı’nın yakınlarında yeşil daha bir yeşil. Ama akarsudan uzaklaşıldıkça yeşilden de uzaklaşıyorsunuz doğal olarak.
Ihlara Vadisi Aksaray’dan 40 km. uzaklıkta imiş. Ölçmedim yada hesaplamadım, internetten bulduğum bilgi bu. Zaten bu yolun üzerindeyken zamanla ilgili bir şey düşünebileceğinizi de sanmıyorum açıkçası. Vadinin oluşumu hakkında internetten bulduğum bilgiyi aşağıya ekledikten sonra izlenimlerime geçeceğim.
Ihlara Vadisi, Hasandağı’ndan çıkan bazalt ve andezit yoğunluklu lavların soğumasıyla ortaya çıkan çatlaklar ve çökmeler sonucu oluşmuştur. Hasan Dağı ve çevresi, Neojen (Genç Tersiyer) ve IV. zamanda oluşmuştur. Bu zamanda oluşan yükselmelere karşın havzalar oldukça düşük kalmıştır. Hasan Dağı volkanın püskürmesine neden olan tektonik hareketler sonunda çevre yüzeyini geniş bir volkanik tabaka kaplamıştır. Aynı hareketler sırasında kalkerin basınç ve sıcaklık etkisiyle yarattığı kırık hattan fışkıran doğal sıcak su, Yaprakhisar ve Ihlara arasında bulunan Ziga Kaplıcaları ’nda görülebilmektedir. Çevrenin yapısal karakterini derinden etkileyen volkanik püskürme sonucu oluşan tüf taşları, rüzgar, erozyon ve diğer doğa etkenleri ile aşınmış, Selime ve Yaprakhisar’da değişik görünüm ve renklerde Peri Bacaları’nı yaratmıştır. Tektonik hareketler, bazı yerlerde yumuşak tüfün, bazı yerlerde gri, yeşil ve kahverengi tonlarının hakim olduğu ve iri tanelerle ufalanan kayaların kapladığı alanları çöküntüye uğratmıştır.
Ihlara Vadisi boyunca uzanan Melendiz Çayı’na ilk çağlarda Kapadokya ırmağı anlamına gelen “Potamus Kapadukus” denilmekteydi. Melendiz Çayı da bu tür çökmenin sonucu oluşan kanyon vadinin tabanını oyarak daha büyük bir derinlik kazanmıştır. Vadiyi ikiye bölerek akan Melendiz Çayı, Aksaray yakınlarında Uluırmak adını alarak Tuz Gölü’ne dökülmektedir. 14 km. uzunluğundaki vadi Ihlara’dan başlayıp, Selime’de son bulmaktadır. Vadinin yüksekliği yer yer 100 -150 m.dir.
Vadiye Ihlara’dan bir giriş var. Buradan girdikten sonra sağınızda Melendiz Çayı olmak üzere üç-dört kilometre yürüyerek Belisırma’ya varıyorsunuz. Neyse iniş yaptığınız yerde tuvalet, park yeri, bir iki dükkan bulunmakta. Teras gibi bir mekan var ve iyi manzara fotoğrafları çekebilmenize olanak sağlamakta. Buradan üç yüz kadar basamakla vadi tabanına inilmekte. Merdivenler yorucu değil ve güvenli. Ama çıkışta yorucu olup olmadığı konusunda bir şey diyemeyeceğim.
İner inmez kiliseler başlamakta. Burası insanlardan kaçmak, münzevi bir hayat sürmek isteyen keşiş takımının yoğun ilgisini çekmiş. Bunda birde Bizans ordusunun rahatlıkla inememesinin de etkisi çok. Bizim gezimiz kiliseleri incelemekten çok Belisırma’ya dek treking şeklinde gerçekleşti. Bununla beraber bir iki kiliseye girmemezlik etmedim. Bunlardan biri merdivenlerin bitim noktasına yakın bir yerde bulunan Ağaçaltı Kilisesi.
Kilise içinde kalabalık bir grup vardı. O nedenle yılankavi hareketlerle kalabalığı yarıp bir iki fotoğraf çektim.
Haç planlı, kubbeli haç kolları beşik tonozlu, üç apsisli bir kilisedir. Ana apsis ve güney yan apsis yıkılmıştır. Kiliseye giriş yıkık olan bu ana apsistendir. Beyaz zemin üzerine kırmızı, gri ve sarı renkler kullanılmış, kuzey haç kolu tonozu oldukça zengin bitkisel ve geometrik motiflerle süslenmiştir. Aziz tasvirleri Kapadokya ve Bizans tipinden çok ayrıdır. Plan V. ve VI. yy. yapılarına uygundur. Bu bölgedeki diğer üç kilise ise, ayrı bir gruptur. Azizler diğerlerine benzer, fakat ortaçağ özelliğine kaymıştır. İncil’den az metin verilmiştir. Bunlarda da Suriye etkisi açıktır. Göreme ve diğer kiliselerde rastlanmayan özellikler ve ifadeler vardır. Bütün resimlerde İncil sahnelerinin sembolik bir üslupla gösterildiği dikkati çekmektedir. Kilise İkonoklastik Dönem öncesine yada IX.- XI. yüzyıllar arasına tarihlenmektedir. Freskolarda, vahiy, ziyaret ve doğum, Mısır ‘a kaçış, Hz. İsa ‘nın vaftizi ve Hz. Meryem’in ölümü işlenmiştir. Kubbede ise, göğe çekiliş sahnesi yer alır.
Yürüyüşünüz sırasında solunuzda kalan yamaçlarda çok sayıda kilisecik daha görebiliyorsunuz. Toplam sayının 105 olduğu söylenmekte. Haddi hesabı olmayan sayıda da kaya mezarı yada güvercinlik mevcut. Kısaca güvercinlikten de bahsedeyim. Güvercin dışkısının gübre açısından zengin olması yöre halkının zaten kolaylıkla kazınan yamaçlarda küçük delikler açmasına sebep olmuş. Burada yuvalanan güvercinlerden biriken dışkılarda mütemadiyen toplanmaktaymış. Burada çok sayıda tilki de olduğu söylendi. Av-avcı ilişkisinin doğal bir örneği.
Buradaki kiliseler için son bir bilgi verdikten sonra giremediğimiz ama mümkünse mutlaka gezilmesi gereken kiliseler için bilgileri vereceğim. Buradaki kiliseleri devasa tapınaklar şeklinde tahayyül etmeyin. Bunlar belirli görüşlere sahip keşişler ve onların müritlerince kullanılan odacıklar. İki tarih söz konusu. İlkinde Anadolu’da Bizans yönetiminin belirlediği inanç şartlarına uymayan kiliselerden söz edebiliriz. Bunlar yönetimden çok çekmiş ve büyük katliamlara maruz kalmışlar. En büyük suç İsa’nın basit bir ölümlü olduğu. Basit anlamda Paulusçular ile Ariusçuların kavgası diyebiliriz.
Kokar kilise; tek nefli ve beşik tonozlu olan kiliseye bugün yıkılmış olan apsisinden girilebilmektedir. İhtiyaç nedeniyle kayanın iç kısımlarına doğru oyularak cenaze salonu nefe ilave edilmiştir. Süslemelerin tonuna gri renk hakimdir. Oldukça iyi korunmuş olan tonozda büyükçe bir haç motifi vardır. Haç motifin ortasında yer alan kare çerçeve içerisindeki el motifi üçlü kutsama işaretidir. Çerçevesinde ise oldukça zengin dört alana ayrılmış geometrik bezemeler yer alır.
Kilise IX.yüzyılın sonlarına tarihlenmektedir. Kilise içerisinde Deesis, Müjde, Ziyaret, Bakireliğin ispatı, Doğum, Üç müneccimin tapınması, Vaftiz, Üç yahudi gencin fırında yakılması, Mısır’a kaçış, Son yemek, İhanet, İsa çarmıhta, Kadınlar boş mezar başında, İsa’ nın göğe yükselişi, İsa’ nın Gömülmesi, Pentakost ve aziz tasvirlerini içeren freskolar bulunmaktadır.
Yılanlı kilise; haç planlı, beşik tonozlu ve apsislidir. Kuzey duvarında bulunan şapelin içinde keşiş mezarları yer alır. Kuzeyindeki ve güneyindeki dar haç kolları, tavanı kabartma bir haçla bezeli merkez mekanı çevreler. Batı duvarındaki yılanların saldırısına uğramış dört çıplak günahkar kadınla ilgili sahneden dolayı kiliseye bu ad verilmiştir. Sekiz yılanın saldırısına uğrayan birinci kadına ait kitabe tahrip olduğundan suçu anlaşılmamaktadır . Yılanlar ikinci kadını çocuğunu emzirmediği için göğsünden, üçüncü kadını yalan söylediği için ağzından, dördüncü kadını itaat etmediği ve söz dinlemediği için kulaklarından ısırmaktadırlar.
Yılanlı Kilise IX.yüzyılın sonlarına tarihlenmektedir.
Sümbüllü kilise; manastır mekanları iki kat halinde kaya kütlesine oyulmuştur.
Aziz tasvirleri Kapadokya ve Bizans tipinden çok ayrıdır. Plan V. ve VI. yy. yapılarına uygundur. Bu bölgedeki diğer üç kilise ise, ayrı bir gruptur. Azizler diğerlerine benzer, fakat ortaçağ özelliğine kaymıştır. İncil’den az metin verilmiştir. Bunlarda da Suriye etkisi açıktır. Göreme ve diğer kiliselerde rastlanmayan özellikler ve ifadeler vardır. Bütün resimlerde İncil sahnelerinin sembolik bir üslupla gösterildiği dikkati çekmektedir.
Eğritaş kilisesi; Büyük bir tapınak ve vadinin en eski yapılarından olduğu anlaşılan kilisenin Meryem’e ithaf edildiği, doğu duvarındaki bir kitabede belirtilmiştir. İki melek arasında oturan İsa, iki melek ve altı piskopos arasındaki Meryem, Hz. Yusuf’un rüyası, Mısır’a kaçış, vaftiz, Kudüs ‘e giriş gibi tasvirlerin yer aldığı fresklerin oldukça yıpranmış olmalarına karşın, boyaları günümüzde de renkli ve canlıdır.
Fakat benim en çok görmek istediğim ve ne yazık ki göremediğim kilise Kırkdamaltı kilisesi de denilen Agios Georgios kilisesidir. (İnternette genelde İngilizce karşılığı olan Saint George olarak bulunmakta. Bu ne yazık ki tarihin turizm gelirleri için heba edilmesi demek. Çünkü Katolik kilisesi bile İngilizceyi 16. yüzyılın sonlarında bir dil olarak kabul etti, Ortodoks kilisesi ise bunu hiç yapmadı. Bu insanların inançlarına ve kültürlerine saygı göstermek için orjinalleri kullanılmalı ) Hatırlarsınız yukarıdaki satırlarda kiliseleri tarihlendirme amacıyla iki döneme ayırmıştım. İkinci dönem Bizansın bu topraklara yeniden hakim olduğu 10. yüzyıla ve sonrasına denk geliyor. Belisırma taraflarındaki kiliselerde Bizans etkisi çok fazla ve günümüze Direkli kilise ve Kırkdamaltı kiliselerinin kitabeleri ulaşabilmiş.
Selçuklular yöreyi ele geçirdiklerinde tahmin edebileceğiniz gibi oldukça müsamahakar davrandılar. İnançlarında özgür hareket etmelerine izin verildiği gibi eskisine göre avantajlar elde etmeleri de mümkün oldu. Tacir olan halk kervansaraylar sistemi içerisinde ticaret garantisi altında tecim yaparken , tarımla uğraşan halkın toprakları ellerinden alınmamış. Bizansın ezici vergi sisteminden sonra Selçuklu yönetimi yöre halkı için büyük bir rahatlama imkanı sağlamış. Öyle ki adını sıklıkla andığım Kırkdamaltı kilisesinde İsa ikonasının yüzü olarak Selçuklu sultanının yüzü resmedilmiş. (Dönem göz önüne alındığında II.Mesud olma ihtimali var.)
Neyse Belisırma tarafından çıktığınızda güzelce balık yapan yerler varmış. Varmış diyorum çünkü önlerinden geçip gitmeme rağmen burada balık yaptıklarını İstanbul ’a dönüşümde öğrenebildim.
Yer altı şehrine giriş 10 YTL. Dar bir yer olduğu söylense de zorlanmadan hareket edebiliyorsunuz. Sadece bazı koridorlar nispeten dar. Ama sanırım 160 kg.’ye dek cüsseler için bir zorluk çıkmaz. Kapalı yer korkunuzu ise düşünmeyin. İçerisi o denli kalabalık ki epeyce sıra bekliyorsunuz. Mekanın ilginçliği ve kişilerin renkliliğinden olsun kapalı yer korkusuna kapılmanız mümkün değil. Aydınlatması da gayet güzel.
Dışarısı kaç derece olursa olsun içerisinin ısısı 16-20 derece arasında tutulabilmekte. Bundan dolayı da bu kısımlar hem depo olarak oldukça işe yarar konumda hem de yaşamak için ideal. Çeşitli noktalarda açılmış havalandırma tünelleri ısıyı ayarlamada kullanılmış. İçeride bazı aralıkların çimento ile örülmüş yada tıkanmış olduğunu göreceksiniz. Bunlar kontrol dışı kaybolmaları ve çökmeleri engellemek için yapılmış.
Sekiz kat meselesine geri dönelim. Bu sekiz katı apartman katı gibi üst üstü hayal etmeyin. Çaprazlama katlar arasında koridorlar ile ulaşım sağlanabilmekte. Bu koridorların bazılarında, yolu kapatabilecek devasa değirmen taşı benzeri ortasında birer delik olan taşlar var. Bunlar kapı görevini görmekte. Ortalarındaki deliğin savunma amaçlı kullanıldığını söylüyorlar. Tek bir mızrak rakibini görmeden dar bir alanda avantajlı olamaz.
Buradan çıktıktan sonra alış veriş imkanınız var. Yöresel yiyeceklerden de alabileceğiniz gibi yörenin meşhur bez bebeklerinden de alabilirsiniz.
Ben bu boşluğu farklı değerlendirdim ve dostum Güray ’ın aklına girerek gözüme kestirdiğim kiliseye uğradım. Yer altı şehrinin çıkışında saat on, on bir yönüne baktığınızda çansız zarif bir çan kulesi ve bir kilise görüyorsunuz. Önce ermeni kilisesi sandığım yapı aslında bir rum kilisesiymiş. Abdülmecit ’in izniyle yapılan kilise oldukça heybetli. Narteks Fransız Kiliseleri gibi tonozlara andıran gotik üslupta. Büyük bir ana girişin yanında iki de küçük kapı var. Ana kapının yanında hareket eden sütunlardan bulunmakta. Hani her şey yolundayken dönen ama yıkılma tehlikesi vb baş gösterdiğinde sabitlenen sistemden. Amasya da Bayezıd Camii’nde ve İstanbul Kuşkonmaz camiinde de gördüğümüz sistem bu.
Yazık ki bir kültür evi olarak kullanılabilecek bu yapı bom boş durmakta. Aslında –anahtar deliğinden gördüğüm kadarıyla- yüzlerce güvercine ev sahipliği yapmakta.
Buradan gerimizde devrilmiş, üstlerindeki isimleri okunmaz hale gelmiş mezar taşlarını bırakarak otobüslerimize binmek üzere ayrıldık. Bir zamanlar burada zengince bir köyün olduğu aşikar. Kesme taşlı ama günümüzde yarı yıkık, viran pek çok bina görünmekte. Kasabada ayrıca şu an cami olarak kullanılmakta olan eski bir Rum Kilisesi daha var.
Sivrihisar – Niğde istikametinde, Güzelyurt’a 6km uzaklıktadır. Bütün Kapadokya bölgesinin taştan yapılmış kiliseleri arasında en güzel örneği teşkil eder. 6.Y.Y’da traşit taşından inşa edilmiştir. Sekizgen üzerine kurulmuş kubbesi, haç şeklindeki yapısıyla ve göz alıcı ahengiyle inanılmaz bir mimari güzelliğe sahiptir. Büyük bir olasılıkla Aziz Gregorios ömrünün son günlerini bu kilise civarındaki çiftliğinde geçirmiştir.
Güzelyurt eski ve zengin bir rum yerleşimi. Daha doğrusu merkezi rum , dış mahalleleri karma bir nüfus yapısına sahipmiş. Mübadele sonrası rum nüfus Yunanistan’a gidince evler evvela sahipsiz kalmış zamanla da viranelere dönüşmüş.
Merak edenler için Kaymaklı yer altı şehrinin de aşağı yukarı Derinkuyu benzeri bir mekan olduğunu ekleyeyim.
Tekrar kısaca Acı Göl üzerinde duralım. İyi bir Anadolu haritanız varsa dikkatlice baktığınızda çeşitli yörelerde pek çok Acı göl göreceksiniz. Bunun nedeni göllerin bulunduğu coğrafi şartlardan gelmekte. Karstik tabakalardan süzülen sular çeşitli maddeleri de koparıp kendileriyle beraber taşımakta.
Patatesin ve lalelerin başkentini kısa bir süre sonra ardımızda bırakıyoruz.
Buradan yemek yenilecek mekana doğru yollandık. Kapadokya yöresinde yemek yenilebilecek mekanlar gerçekten kaliteli. Buna lafımız yok. Uzmanlar turistik kaygılar nedeniyle yerel yemeklerin artık yapılmaz olduğundan söz etmekte. Yine de ortası sahne olan ve üç tarafı kayaların içine oyulmuş temiz bir mekanda güzel bir yemek yedik.
Yemek sonrası Göreme yolundaki Avcılar denilen bir bölgeden Güvercinlik Vadisini seyre koyulduk. Bir yamacın üzerinden vadiyi ve vadideki oluşumları doyasıya izleme imkanınız var. Burada tripod ile panaroma çekmeye çalıştıysam da pekte randıman alamadığımı söylemeliyim. Ama gene sol tarafta yassıca bir tepe bana Beypazarı ‘nın renkli yamaçlarını andırmadı değil.
Buradan onix taşlarından çeşitli takı vb yapılan atelyelerden birine girdik. Onix yörede sıklıkla karşılaşılan bir taş.
Artık gün sonunda Ürgüp’teki otele dönüş zamanı geldi. Ürgüp görmeyeli oldukça büyümüş. İğreti bir saat kulesi yapmışlar. Olmasa da olurmuş. Onun dışında kasabada eski bir cami, Temenni tepesinde Selçuklu sultanlarından birisine ait olduğu öne sürülen birde türbe var. Kasabanın çeşitli yerlerinde şu an harabe olan yada olmaya yüz tutan bazı kalıntılar var. Ürgüp, ipek yolunun üzerinde olmasının da etkisiyle oldukça gelişmiş. Fakat bu gelişim Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığına dek sürmüş. Zaten bu konuda kasabanın tarihçesini ararken de denk geldim.
Ürgüp. Bizans Döneminde Osiana (Assiana), Hagios, Prokopios – Selçuklular Dönemi’nde Başhisar; Osmanlılar zamanında Burgut Kalesi; Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren de Ürgüp adıyla anılmıştır
11. yüzyılda , Selçukluların önemli kentleri Konya ‘ya ve Niğde ‘ye giden yolların üzerinde önemli bir kale konumunda olan ürgüpte, Bu döneme ait iki yapı Altıkapılı ve Temenni Tepesi Türbesi Kentin merkezinde dikkat çekmektedir. Bir anne ve iki kızına ait olan ve 13. yüzyılda yaptırılan ‘Altı Kapılı Türbe’, altı cepheli, her cephesinde kemerli pencereli ve üstü açıktır. Ürgüp’ün Temenni Tepesi’nde bulunan iki türbeden birinin, 1268 yılında Vecihi Paşa tarafından yaptırılan ve halk arasında ‘Kılıçarslan Türbesi’ olarak da anılan Selçuklu Sultanı IV. Rüknettin Kılıçarslan’a, diğerinin ise III. Alaaddin Keykubat’a ait olabileceği düşünülmektedir. Ancak araştırmacılara göre bu olasılıklar oldukça zayıftır. 1515 yılında Osmanlı topraklarına katılan Ürgüp, 18. yüzyılda Osmanlı Sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın kadılık makamını doğduğu kent olan Nevşehir’e (Muşkara) taşıması nedeniyle ilk kez ikinci planda kalır. Şemsettin Sami 1888-1900 yıllarında yazdığı Kamus-ül Alam adlı tarih ve coğrafya ile ilgili eserinde Ürgüp’te 70 cami, 5 kilise ve 11 kütüphane olduğunu belirtmektedir..
Kasabanın içinde yeni bir anıt daha var. Kasabada çekilen bir dizinin anısına dizinin çekildiği konağın sokağının başına bir anıt yapılarak oyuncular onore edilmiş. Haz ettiğim yada izlediğim bir dizi değildi ama inanılmaz bir şey, sanki bir türbe gibi dolup taşmakta. Aslına bakılırsa Asmalı Konak adı verilen bu bina yöredeki pek çok konak gibi kesme taş işçiliğine sahip.
Bu konağa yakın bir de şarap evi var. Herkes koşa koşa gitti ama hemen hemen hiç birisi de beğenmedi.