Kahvaltıyı yapıp bir taksi çağırtıyoruz. Akşam masa tenisi oynarken fotoğraf makinasını unutmuşum neyse ki kenarı koymuşlar. Yürütebilirlerdi de.
Beyşehir Eşrefoğullarının başkentidir. Beylikler döneminde belki de Osmanlı ile kapışmamış olduğundan pek adı geçmez. Eşrefoğulları küçük bir devlettir ama sanata belki de savaşa verdiğinden daha fazla önem vermiştir. Maliyesi sağlamdır. Bir komplo sonucunda Moğollara karşı savaş meydanına çıkmak zorunda kalır. O dönemde Moğolla savaşmak sonu önceden belli bir işe başlamak demektir. Savaşla beraber Eşrefoğullarının da dönemi biter.
Hep düşünmüşümdür. Şayet Eşrefoğulları o komploya kanmasa, bir şekilde Moğolu idare etse, acaba bizimde Floransa gibi bir şehrimiz olur muydu Beyşehir dediğimiz kasabanın yerinde?
Zamandan kazanmak için önce terminale gidip Eğirdir otobüsündeki yerlerimizi ayırtıyoruz. Ardından sahile, teknelere dönüyoruz. Anadoludaki taksiciler sabit bir fiyat belirlemişler. Bu fiyat günümüzde 15 TL. Uzatmıyorum, nereye gitmiyor ki para.
Sahile giderken taksici bizi Beyşehir Kalesi’nden geriye kalan tek yer olan giriş kapısının yanından geçiriyor. Konya Üniversitesi burayı onarmaya çalışıyormuş. Bu çalışmalar sırasında da bir küp altın bulunmuş.
Bir köşeyi dönünce karşımıza Eşrefoğlu Camii çıkıyor. İçten, sıcak bir ibadethane. Eşim bile görür görmez beğenisini ifade ediyor. Tekne turundan sonra doya doya gezeceğiz plana göre.
Sahilde teknecilerle konuşuyoruz. 11 ‘deki sefere yarım saatten az zaman var. Bizde yandaki tarihi köprüye yürüyoruz.
Köprü yakın zamana dek araç trafiğine de açıkmış. Sağlamlığından değil de genişliği araç trafiğine cevap veremediği için yeni bir köprü inşa edilmiş. Böylece eski köprü sadece yaya ve bisikletlilere kalmış.
Köprü zarif, ilginç bir yapı. Ama asıl anlatılacak konu, çay tıpkı Struga’daki gibi gölden doğuyor. Bilen bilir Karadrim Struga’dan oldukça şiddetli ayrılır. Ama burada su çağıldayarak akıyor. Tabii bu biraz da bizim dedelerin bir hilesinden de kaynaklanmakta. Gölden çıkan suyun seviyesi biraz daha yukarıda kalmakta. Köprü işte bu iki kısım arasındaki kademe farklılığına neden oluyor. Dolayısıyla köprünün bir tarafında gayet ölgünce duran su öteki tarafta önünde durulabilecek bir şey bırakmayacakmış gibi akıyor.
Bembeyaz köpüklerin fışkırışını ve akışını seyrederken yaşlıca bir adam yaklaşıyor bisikletiyle. Canı sıkıldığında suyun akışına, köpüklerine baktığını söylüyor. Tıpkı İsfahan’daki Haju Köprüsü’ndeki gibi.
Tekne turları yolcu yokluğundan 12 ‘ye ertelenmiş. Bir saat vakit var. Bunun üzerine hemen Eşrefoğlu Camii’ne yöneliyoruz.
Aslında bu bölge biraz daha elden geçse mükemmel bir görünüme kavuşacak. Mekan sadece camiden ibaret değil. Dökülen bir hamam, daha yeni elden geçen, yeşil, küçük kubbeli, sevimli bir bedesten, kapısı kapalı ama güzel bir taç kapısı ile sizi karşılayan bir medrese daha var. Ve elbetteki caminin kendisi.
Camiye giriyoruz.
1296- 1299 yılları arasında Eşrefoğlu Süleyman Bey ‘in emri ile yaptırılmış. Ustasının adı İsa. Her ne kadar “amele İsa” dendiği ve bu ustanın mütevazılığına bağlansa da bu yazı orjinalinde “amel-i İsa” yanı “İsa’nın işi” dir.
Çatısı ahşap, 700 senedir bu çatıyı sırtlayan direkler ahşap. Modern tekniklerle inşa edildiği söylenen apartmanlarımız depremlerde yıkılırken içinde tek bir çivi dahi kullanılmamış bu yapı zamana ve yalan yanlış yapılan restorasyonlara meydan okumaya devam ediyor. Anadolu’da sayıları gün be gün azalan ahşap camilerin en büyüğü. Şunu da söylemeli. Sadece 700 yıldır sadece cami değil caminin sedir ağacından yontulan ahşap direklerin üzerindeki kırmızı kök boyalarda bozulmamış. Bu direklerin ucundaki abanoz başlıklarda süslemeler ve yeşil kırmızı işlemelerde…
Tam ortasında bir kar kuyusu var. Kar kuyuları sıcak yaz aylarında cemaatin daha rahat ibadet edebilmesi için yapılmış, dağlardan getirilen kar ve buzun içine doldurulduğu küpümsü inşaat kısmı. Eskiden tavanın o kısmı açıkmış. Restore ederken kapatmışlar böylece cami içindeki hava akımını da kesmişler.
Caminin doğu yönündeki duvarların arkasında ise Eşrefoğlu ailesinin sandukaları var.
Eşim bizden biraz daha erken çıkıyor dışarıda alışveriş yapabilmek için. Biliyorum, onun aklı başından beri dışarıdaki kadınların satmaya çalıştıkları şeylerde. Unutmadan söyleyeyim, cami girişinde baş örtüsü ve etek temin edebiliyorsunuz. Biz devam edip üst kata çıkıyoruz. Bazı şeyleri defalarca tekrarlıyorum oğluma. Tekrarlamalıyım. Daha geçenlerde Yunanistan’da bir manyak İstanbul’u geçmiş, Trabzon’u istiyordu. Elbette bedelini ödeyebilecekse neden olmasın. Başımızda bu toprakları satacak büyüklerimiz olsa da, satsa da dur diyecek birileri de halen var. Tekrarlıyorum. Bu camileri yapan insanlar bu toprakların Türkleşmesi, dinin yaşaması için savaşmışlar. Tekrarlıyorum, yirmiden fazla kale, iki meydan savaşı ve en az iki büyük kent bizim ailenin savaşçıları tarafından kazanılmış. Bu da bize daha fazla sorumluluk taşımamıza neden oluyor.
Çıkıyoruz. Eşim oğlumuza el örmesi bir çorap almış. Esnafın düzgün olduğunu, birbirlerini kolladığını anlatıyor. Bir yandaki bölmede bir şeyler ören kadın ise içine giremeyeceğimiz medresenin içini nereden görebileceğimizi tarif ediyor.
Ben hızlıca arkadaki hamama bakıp hamamın karşısındaki metruk ve dökülmekte olan evlere göz atıyorum. En uzaktaki onarılmakta. Bu evler yaşamalı, bu kültür yaşatılmalı her ne pahasına olursa olsun. Hakan Şükür ‘e maçta oynasın diye jip alınabilen bir ekonomi kendi tarihine de kaynak ayırabilecektir diye düşünüyorum.
Tekneye biniyoruz (5 TL). Tekneler gayet iyi. Kuvvetli bir rüzgar ve ucu köpüklü dalgalar var.
Gölde çok sayıda ada vardır. Bunların en büyüğü, geçtiğimiz yıllarda Atlas dergisinin de bahsettiği Mada Adası’dır. Halen yaşam var mı bilmiyorum. Ama bu adaya ait hoş bir rivayet var. Buna göre, sanırım Aleksi Komnen biat ettiği Selçuklu sultanı ile beraber bölgede kalan haçlı gruplarını ve Rum isyancıları takip eder. Aşağılayıcı bir görevdir ama şartlar gereği yapılmazsa başa büyük dertler açabilecektir. İmparator tören kıyafetlerini giyer, gölden bir gemiye mahiyeti ile biner. Amacı adanın Rum halkına kendini gösterip onları coşturmak ve gizliden gizliye “topraklar sana ait olabilir ama halkın gönlü bana ait” mesajını vermeye çalışır.
Gemi adaya yaklaşır. Sadece imparatorun giyebildiği mor renk elbiseden dolayı başkası ile karıştırılması imkansızdır. Kafasında altın tacı, mor elbisesi ve bordo ayakkabıları ile imparator ayağa kalkar. Beklenenin aksine tüm ada halkı kendisini yuhalamaya, hakaretler etmeye başlar. İmparator kıyıya çıkar.
Yukarıda anlattığım gibi Selçuklu çoktan yerli halkı vergileri düşürmek, askerlikten muaf bırakmak ve inancına karışmamak gibi akılcıl politikalarla kazanmıştır.
Tur yaklaşık bir saat kadar sürüyor. Tura katılma konusuna gelirsek, kaçırırsanız, yapmazsanız önemli bir kayıp değil ama yaparsanız fena da olmaz.
Kıyıya çıkıp dolanıyoruz. Yemek için bir yer sorduğumuz yaşlı beyefendinin önerdiği mekanda “bıçak arkası” denilen pideyi yiyoruz. Bir metreden uzun, kuşbaşı bir pide. Ama oldukça da hafif. Üç kişi iki tane sipariş ettik ve pideler masaya geldiğinde bitiremeyeceğimizi düşündüm. Ama sonrasında birer tane daha yiyebilirmişiz gibi geliyor bugün.
Sahile inip biraz daha dolanıyoruz. Sonra otogara giden minibüslerden birini yakalayıp Eğirdir otobüsünün kalkmasına beş dakika kala otogara varıyoruz. (25 TL)
Son otuz km. de oğlan uykuya daldı. Ki gerçekten bu iyi oldu. Çünkü bu aşamadan sonra yol iyice virajlanıyor.
Terminal ile öğretmenevi birbirine çok yakın. Fakat kötü olan şey yaptığım rezervasyonu kaydetmemiş olmaları. Neyse ki tesiste yer var. Bir gün önce gelseymişiz askerlerin yemin töreni nedeni ile hiçbir tesiste boş yer bulamayacakmışız.
Eşyaları bırakıp dışarı çıkıyoruz. Burası da rüzgarlı, göl o kadar dalgalı ki bizim Marmara’dan bir farkı yok.
Bir çay bahçesinde oturup bir şeyler içiyor ve mekanın sahibine nerede ne yenir, ne yapılır onları soruyoruz.
Gezmeye başlıyoruz. İlk durak Dündar Bey Medresesi. Aslında 2. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından han olarak yaptırılmış. Ama Selçuklu tarih olup bölge Hamidoğullarına kalınca Dündar Bey yapıyı medreseye dönüştürmüş. İlginçtir yapıldığında iki katlı ve otuz odalı bir han olmasına rağmen klasik Selçuklu hanlarına benzemekten çok medreselere benziyor. Belki de Dündar Bey de bu benzerliği fark etti ve bu kararı aldı. Günümüzde içerisindeki odalar küçük hediyelik eşya dükkanları olarak kullanılıyor. Fakat geldiğinizde kaçırmamanız gereken en önemli detay sütun başlıkları. Selçuklu’nun standartlarının dışına çıkılarak kartal ve diğer yırtıcı kuşlar ile süslenmiş. Unutmadan, yapı han iken çok meşhur bir gezgini konuk etmiş. O gezgin kim mi? İbni Batuta…
Eşim vaktimiz olduğunu, Eğirdir ‘in ucunda kalan ada denen yeri şimdi aradan çıkarabileceğimizi ve bununda bize zaman kazandıracağını söylüyor. İşime geliyor. İlerliyoruz.
Eğirdir güzel bir yerleşim. Genellikle yanlışlıkla Eğridir deniliyor. Aslında anakara ile birleştirilmiş iki küçük adadan ibaret. Şehri Lidyalılar kurmuş ve kurucu kralın adına atfen Krozos denmiş. Romalılar sevmemiş olacak ki bunu Prostanna olarak değiştirmişler.
1204 yılında Selçuklular resmen idareyi eline almış. Kendileri “Cennetabad” olarak adlandırmışlar. İsim nasıl Eğirdir olmuş elbette ki türlü efsaneleri var. Bunlardan iki tanesi öne çıkıyor. İlkinde yörenin beyi oğlu ile ava gider ama oğlunu sel alır ve boğar. Bey telaşla durumu karısına anlatır ama beriki yün eğirip iğne işi yapıyordur pek oralı olmaz. “Eğir dur” der eşi hışımla. Diğerinde ise buradaki beylerden birinin oğlu ceylan avına çıkar. Ceylan önde bey oğlu peşinde dağın tepesine doğru tırmanırlar. Fırsatını bulunca bey oğlu yayını gerip okunu fırlatır. Ok hedefini bulamasa da dağda vurduğu yer yarılır ve dağın içinden su gürüldeyerek akmaya başlar. Rivayet bu ya göl yoktur o zamanlar. O boşlukta yaşlı bir kadın otlattığı koyunların arasında yün eğirmektedir. Bey oğlu sel geliyor diye yaşlı kadına seslenir ama kadın tepki vermez. “Eğir dur o zaman” der bey oğlu.
Günümüzde askerlik çağına gelen gençler tarafından biraz ötedeki kayalığın üzerindeki Komando Eğitim Tugayı sayesinde tanınmaktadır.
Eğirdir kim ne derse desin bence yukarıdan basitçe bir uçurtmaya benziyor. Kocaman, ada denilen kafa kısmı ve uçurtmanın kuyruğunu oluşturan o upuzun kıstak.
Tek düze bir yürüyüşün ardından vardığımız adayı saatin ters yönünde turlamaya başlıyoruz. Eğirdir iki birleştirilmiş iki adadan oluşturulmuştur demiştim. İlkinde piknikçilerin işgal ettiği ve aslına bakarsanız başka da hiç bir şeyin olmadığı bir kısım var. Pansiyonların ve lokantaların yani yaşamın olduğu uç kısım ise Yeşil Ada olarak anılmaktadır. Eskiden burada yaşayan Rumlar tarafından Nis olarak adlandırılmış.
Pek bir numara yok. Dönüşte Aya Stefanos Kilisesi’ne denk geliyoruz. Basit bir yapı ama Eğirdir’den ayrılan Rumlar için halen önemli bir yanı varmış. Yılda bir gün gelip ayin yapar ve ardından teknelerle göle açılıp dönerlermiş. Yapı Sonrasında turu tamamlayarak kıyıdaki restoranlardan birinde yemek işini hallediyoruz.
Akşam için yapacak bir şey yok; malum zaten kasaba ufak. Az biraz daha turladıktan sonra odamıza çekilip yarına hazırlanıyoruz.