Bugün büyük gün. Vlad Drakul ‘un mezarının olduğu yere, Snagov ‘a gideceğiz bugün. Kasvetli, sıkıntılı bir hava; her an yağacakmış gibi bir izlenime kapılmanıza neden olan gri bir gökyüzü merhaba diyor bize. Tipik bir Romen günü yani.
Kahvaltı sırasında oğlan kusuyor ve ben de şafak atıyor tam anlamıyla. Gerçi kendisi şu an iyi olduğunu, eşimse bir şey olmayacağını söylese de istemeye istemeye çıkıyorum dışarıya. Bazı şeyler evin erkeğinin kafasında, yüreğinde kalmalıdır diyerek neşeliyi oynayarak otobüsü bekliyorum. Snagov minibüslerinin kalktığı yere bizi götürecek otobüslerin hiç birisi gelmiyor durağa. Her şey ters mi gider bugün? Göreceğiz.
Ellerim titreyerek bir taksi çeviriyorum. Muhtemelen bir taksicinin beni kazıkladığı tek sefer bu sefer oldu. Ne yapalım zamanı satın almamız gerekiyor. LP ‘ye göre günde topu topu karşılıklı dört sefer var Snagov ve Bükreş arasında.
Taksi bizi götürürken önce devasa bir park olan Parcul Herastrau’nın yanından saptı. Şehrin Parisimsi unsurlarından Zafer Takı’nı burada gördük. İlki 1878 ‘de akşaptan yapılmış. Şimdiki ise 1936‘da inşa edilmiş. Neden yapılmış derseniz, bizden kurtuldukları için inşa etmişler. Balkanlarda şuna takılıyorum hep. Biz Türklerden nefret edebilirsiniz, yüzlerce yıl yönetilmişsiniz. Ama Almanı, Rusu türlü bir milleti acı çektirmişken neden sadece bizden nefret ediliyor? Buna bir cevap bulabilsem daha tarafsız gezeceğim buralarda.
Az biraz sonra iniyoruz. Bizi götürecek 443 numaralı minibüs biraz beklememizin ardından geliyor. Adam başı 2 euro gibi bir fiyatı var bu yolculuğun. Tura katılsak 40 euro ödeyecektik adam başı. Gerçi bize turu satacak kadın oğlumuza %50 indirim yapacağından bahsetmedi değil…
Yol çok tek düze. Belki güneşli bir havada daha çekilir olacak ama yok. Bir saat kadar böylece gidiyoruz. Gözüm yolda aklım oğlanda. Gerçi Romanya’da yollar fena değil ve hepsinden önemlisi oğlan da iyi olduğunu defalarca tekrarladı. Minibüste bizden başka turist yok. Köstence’deki Ermeni grubu saymazsak bu ülkedeki tek turist biziz gibi görünüyor.
Şoför aracı bir yol ağzında durdurdu ve “Drakula” diyerek gideceğimiz yönü işaret etti. Sonrada dönüş saatlerinin yazılı olduğu bir kağıdı elime tutuşturdu.
Yolun başındaki bakkaldan alış verişimizi yaptık. Burada Almanca geçerli olan dil. Herkes bize bakıyor merakla. Öyle ki yanlış bir yerde miyiz diye düşünüyorum. Yürüdüğümüz yol Vlad Tepeş Manastırı Caddesi. Yanlış olmamalı.
Dayanamıyorum evinin bahçesinde çalışan yaşlıca bir kadına soruyorum “Drakula” diye. Anlamıyor. “Manastır” diyorum gülerek devam etmemi işaret ediyor. Gelip geçen insanlar burada bize selam veriyor. Fakirler, sefilimsi görüntüleri var ama içtenler gülümsemelerinde. Bir zamanlar Türk atlılarının devriye attığı yollarda geziniyoruz. Bizden bir iz kalmamış, belki de buralarda olmamış bile. Ama biz buradayız.
Drakula anlatımına girelim artık. Dracul ailesi Eflak ‘ın en köklü ailelerinden birisi. Gerçi ailenin meşhur soy ağacı Baba Drakul ‘dan başlasa da tarihte 2. Drakul olduğu için birincisi nedeniyle daha da eskiye bağlanabilir.
Her şey Niğbolu Savaşı ile başladı. Savaş sonrası Balkanlar her zamanki gibi karışır. Geleneksel olarak yenilen taraflar her şeye rağmen otorite olduklarını göstermek yada kabul ettirmek için ardıllarını çağırırlar. Doğal olarak riskli görülenler de bu aşamada temizlenir.
1408 ‘de Macar Kralı ve karısı Osmanlılara karşı düzenli orduların ve inanç birliğinin de ötesinde bir güçle savaşabilmek için bir teşkilat kurmaya karar verirler. Fraternitas Droconum yada Ordo Droconum adıyla kurulan teşkilatın ismi Ejder Kardeşliği olarak çevrilebilir silimize.
Asıl amacı Katolik dünya ve Macaristan’ı düşmanlardan korumak olsa da Katolik olmayan Sırp Lazareviç gibi şövalyelerde teşkilata dahil edilir. Direkt olarak krala bağlı, Avrupa’nın bilinen en iyi on iki kılıç ustası ve onlara bağlı orduları bu teşkilatı oluşturur. Zamanla İngiltere Kralı’ndan meşhur Arnavut İskender Bey ‘e dek kalabalıklar maddi, manevi destek verirler bu oluşuma.
Neyse drakul familyasına dönelim. Şeytan anlamına gelen Drakul kelimesi aile unvanı olarak kabul görür. Baba II.Vlad Almanya’da Eflak kralı olarak taç giyse de gerçekler Balkanlarda farklıdır. 1442 ‘de Sultan Murat Baba Vlad ‘ı çocukları Vlad ve Radu ile Gelibolu’ya çağırır ve gelir gelmez üçünü de hapseder. Sonrasında Baba Vlad ‘ı salar ve çocuklarını rehin olarak alıkoyar.
1446 yılında Baba Vlad Türk yönetimini kabul eder belirli ve az bir miktar yıllık haraç karşılığında tahtında kalır. 1447 ‘de Hünyadi Yanoş Eflak topraklarına girer. Ordo Droconum vb gibi şeylere itibar göstermeyen Yanoş, Balkanların kaypak bey ve prenslerinden nefret etmektedir. İlk iş Baba Vlad ve yanındaki küçük oğlu Mircea ‘yı idam ettirir. Yönetime de Baba Vlad ‘ın kuzeninin oğlu 2. Vladislas ‘ı yönetici olarak atar.
Tahtın potansiyel sahibi kanunen artık bizim Vlad ‘dır. Ama tahtta oturan ise fiilen Hünyadi Yanoş ‘un adamıdır. Osmanlıların verdiği bir ordunun başında Eflak ‘a yürür. Aldığı kaleler Osmanlı’da kalmak şartıyla istediğini yapmakta da serbesttir. Bu arada 1448 yılında 2. Kosova Şavaşı ‘nda Hünyadi ‘nin ordusu yok edilince Vlad da Eflak’a girer.
Fakat Avrupa tarihinde şöyle bir gerçek vardır. Türklere karşı yapılan tüm ittifaklar, ordo bilmem neler kişisel topraklar tehlikedeyse hatra getirilmez. Vladislas, Vlad ‘ın ilerlediğini duyduğunda Eflak ‘ı savunmak için Hünyadi ‘ye destek göndermez. Sonuçta stratejisi başarılı olur ve Vlad ‘ı yener. Yakalanan Vlad ise sürgüne gönderilir.
Yıllardan 1456 olmuş,Türkler çoktan İstanbulu almıştır ama Vlad hala sürgündür. Türkler Belgrad ‘a yürür. Hünyadi Macaristan‘ın kıskaca alınmasını engellemek için Vlad ‘ı salar ve Eflak ‘ın savunmasına destek vermesi için kendisine bir ordu verir. Vlad Eflak ‘a girer girmesine de ilk iş Vladislas ‘ı öldürür. İkinci iş ise Braşov’daki diğer kişilere Eflak Voyvodası olarak bir mektup gönderip kendisini desteklerlerse tüm Transilvanya’yı Osmanlılardan koruyacağını yazar. Gerçi daha çok Osmanlı istilası karşısında kendisinin yanında kimin duracağını anlamak için yazılmış bir mektuptur. “Kim güçlü ve kuvvetli ise istediği barışı yapar ama birisi zayıfsa daha güçlü olan gelir ve istediği barışı ona kabul ettirir” yazarak mektubu bitirir.
1456 Belgrad Kuşatması’nda Osmanlılar başarısız olarak geri çekilir ama Macar tarafının kaybı manen çok büyüktür. Hünyadi Yanoş acılar içinde aldığı bir yara nedeniyle ölür. Onun yerine geçen oğlu ise diğer kardeşince idam ettirilir. Balkanlarda normal bir zamandır bir bakıma. 1457 ‘de başta Sibiu ve diğer Sakson yerleşimlerine saldıran Vlad binlerce köylüyü kadın, çocuk yada erkek demeksizin kazığa oturtarak öldürtür.
1459 ‘ta Osmanlıya da haraç ödemeyi bırakır. Fatih 1461 ‘de Trabzon seferine çıktığında ise Türk topraklarına girer. Gerçi Fatih ‘in kulağına Vlad ‘ın Macarlarla bir şeyler planladığı, konuştuğu şeklinde bilgiler gelmiştir ama kan kardeşi olduğu iddia edilen Vlad‘dan beklediği bir şey değildir. Vlad ‘a bir kaç mektup gönderir ama cevap alamaz. En sonunda Vlad, mektupları getiren elçilerden başlarındaki sarıkları çıkarmalarını ister. Türk elçileri sarıklarını kendi sultanlarının bile karşısında çıkarmadıklarını söylediklerinde hiddetlenir ve Türk elçilerin kafasına sarıklarını çiviler.
Sadrazam Veli Mahmut Paşa ve 18,000 kişilik ordusunu da Vlad yenince Fatih hiddetlenir. Bu arada Vlad Bulgar topraklarında ilerlemektedir. Müslüman Bulgar ve Türklerden 23,000 kişiyi ve 20,000 Türk askerini kazığa oturtur. Hristiyan Bulgarlar ise affedilip Eflak ‘a yerleştirilir. Papa ve Venedik bu zarif hareket sonucunda parasal destek vermeye başlarlar. Fatih bu son haberden sonra son mektubunu yazıp şu sözlerle bitirir.
“Geliyorum deyyus Vlad”
150,000 kişilik bir ordu yürümeye başlar. Kaybedilen topraklar kolayca geri alınır. Orduya Vlad ‘ın öz kardeşi Güzel Radu ‘da 4000 süvarisiyle destek vermektedir.
Türk ordusu Tunaya ulaştığında işler değişir. Direniş kuvvetlidir. Macarlar ve diğer hristiyan krallıklar Vlad ‘a destek vermemişse de Eflak halkı çoluk çocuk Vlad ‘ın ordusuna katılmıştır. Eflak limanlarına saldıran donanma püskürtülür, Bükreş ve Snagov Türklerin eline geçmez. Türkler ise soluklanmak için Drakula’nın Targovişte’deki kalesine yürüme kararı alır. Fakat ordu günlerdir aç ve susuzdur. Vlad ‘ın adamları yol boyunca her yeri yakıp yıkmış, kuyuları zehirlemiştir. Hele ordu binlerce insanın kazıklara oturtulmuş olduğu bir alana ulaşınca neredeyse dağılmaya yüz tutar. Üç km ‘ye bir km boyutlarındaki bir alan binlerce Türk’ün kazıklarda asılı duran, çürümeye yüz tutmuş cesetleriyle kaplanmıştır.
Targovişte kampına gece vakti Vlad tüm gücüyle yüklenir. Osmanlı saflarında panik büyük olur ama Vlad ‘ın güçleri başarısız olup kaleye kaçarlar. Ama Vlad açığa kaçar. Korvinyus ile görüşmeler başlar. Artık bir ülkesi kalmamış olan Vlad görüşmeleri uzattıkça uzatır. Osmanlılarla yapılacak bir savaşın maliyetleri ve Vlad ‘ın tavırlarını göz önünde bulunduran Korvinyus Vlad ‘ı tutuklattırır. Vlad ‘a parasal destek veren Venedikliler ve Papa’yı ikna etmek için çok sayıda mektup göndermesi gerekir.
Vlad yıllarca Vişegrad ve Hunedeora Kalelerinde rehin tutulur. 1475’e dek olan dönemde neler yaptığına dair en ufak bir kayıt dahi yok. Bu onüç yıl adamın hayatında adeta yok. Her neyse, Balkanlarda yeni bir bela türemiştir. Vlad ‘ın kuzenlerinden Stefan Cel Mare Türk ordusuna kök söktürür. Korvinyus ‘a da bir mektup göndererek Vlad ‘ın serbest bırakılmasını talep eder. Korvinyus “tamam” der.
Fakat Balkanlarda yüz yüze konuşulanlar ile kapalı kapılar ardında konuşulanlar daima farklıdır. Korvinyus Vlad ‘a destek için Sibiu’lulara iki yüz altın vermelerini emretmiştir ama Korvinyus ile Osmanlıların seçtiği Besarabya Voyvodası’nın anlaştığını duyan Sibiu’lular Vlad ve destekçilerini şehirden kovarlar. Bu arada Osmanlılarda Stefan Cel Mare ‘nin ordularını alt etmiş, Moldova’ya doğru ilerlemektedir.
Gene Vlad devreye girer. Besarabya Voyvodasına saldırır ve voyvodanın Osmanlılara kaçmasına neden olur. Dengeler gene bozulurken Vlad bu kez Braşov’da hükümdarlığını ilan eder. Burada akrabaları olan Bathory ‘lerin de desteğini alarak taç giyer. (Başka bir ruh hastası familya)
Bu kez Osmanlı daha akılcıl davranır. Eflak Beyleri satın alınır. Vlad ve 300 askeri Osmanlılar tarafından pusuya düşürülür. Vlad ‘ın kafası kesilir ve İstanbul’a gelir. Askerlerinin ve kendisinin gövdesi ise param parça edilir.
Resmi bilgiler böyle…
Gelelim hayal gücü ile harmanlanmış söylentilerin içinden türeyenlere. Vlad babasının adını aldığı zaman yani Dracul iken Drakuleu (Şeytanın Oğlu demek) olduğunda ruhunu sattığına inanılıyor. Hatta şeytanla yaptığı anlaşma gereği aldığı ölümsüzlüğe karşılık on binlerce insanın kanını içip canını en acılı yöntemlerle almış olması buna yoruluyor. Öldürttüğü insanların kanlarını güç verdiğine inandığı için içmesi, bunları fıçılarda depolatması da Bram Stoker ‘in Drakula karakterine ilham vermiş. Gerçi Drakula ailesinin bu coğrafyada vampir sayılması çok önceden gelen bir söylenti.
Hatta Baba Vlad ‘ın kurduğu kilisenin rahiplerinin İstanbula gelip Vlad ‘ın kesik kafasını aradıkları da biliniyor. Bir ölünün tekrar canlandırılabilmesi için vücudun bütünlüğünün oluşturulabilmesi için gereken bu.
En ilginci ise Drakula’nın mezarı açıldığında çok sayıda kemik ve bir atın çene kemiği bulunmuş sadece. Bu da efsanenin sürmesine neden oluyor. Bir başka ihtimal ise ailenin yaptırdığı başka bir kilise olan ve öldürüldüğü yere daha yakın olan Comana Manastırı.
Bir diğer rivayet ise Vlad ‘ın mezarı ana kilise girişinin dışında, sağ tarafta bulunmuş olduğu şeklinde. 1930 ‘da mezar açılmış. Mor bir örtünün altında başsız bir iskelet, ordo droconum işareti taşıyan düğme vb ile beraber bulunmuş. Söylentiye göre, Dracul ‘un rahipleri ilk aşamada cesedi kilisenin içine gömmüşler. Böylelikle her daim hristiyanlık için çalışan ve savaşan beden ve bu bedene hapsolan ruhun kilise içerisinde huzura kavuşabilmesi imiş. Fakat Fenaryotlar başa gelir gelmez cesedi kilise dışına çıkartmışlar. Çünkü Macar kralının huzurunda Katolikliğe geçen Vlad, Ortodoks anlayışa göre ruhunu şeytana satmanın dengi bir sapkınlığa girdiğinden kutsal bir mekanda yatabilme hakkını kaybetmiş.
Ceset Bükreş’teki bir müzede yıllarca beklemiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise kaybolmuş. Kimi bombardımanlarda kayboldu, kimi Ruslar çaldı kimi ise kendi gitti diyor.
Neyse adadayız. Az biraz yürüyerek manastırın giriş kapısından içeri giriyoruz. Bir kaç kubbeli, Bizans tarzı bir kilise var burada. Yeni bir kilise bu. Eski, siyah beyaz fotoğraflarda tek kubbe mevcut.
İçeri giriyoruz. İçeride çalışan ve durmadan burnunu çeken Çingene kız fotoğraf için ekstra para talep ediyor ki yaklaşık olarak bu on beş euro civarına denk geliyor. Vermedim ve dolayısıyla da fotoğraf çekemedim. -Kız burnunu silmek için döndüğünde eşim telefonla bir tane çekti ama pek iyi bir fotoğraf olmadı-
Vlad ‘ın mezarı ise ufak tefek bir şey. Hani karşınızda olup bağırıp çağırıp size çıkışsa bir tokatta topaç gibi fırıl fırıl döndüreceğiniz boyutta bir adam olmalıymış mezarın boyutlarına bakıldığında. Demek ki ortalamanın altındaki tiplemeler fırsat bulduğunda, gücü ele geçirdiklerinde manyak emellerini yerine getirmek için ekstrem sapıklıklar yapabiliyorlar. Macarlar belki de dediklerinde haklı. “Birisinde eksik bir şey varsa onu şeytan tamamlar”
Uydur kaydır, ufak tefek bir yer diyen biziz tabii. Adam Romenler için ulusal bir kahraman ve hatta bir aziz. Mezarın üzerinde kandiller, çiçekler…
Çıkıyoruz. Ada da turluyoruz. Rivayete göre çeşitli zamanlarda pek çok ülkeden parapsikologlar adaya girip araştırmalar yapmışlar ve sadece tek bir noktada soğuk nokta bulmuşlar. Soğuk nokta tanımı makinelerin, derecelerin ölçemediği ama insanların durup dururken şiddetli bir şekilde ürperdiği noktalar olarak nitelendiriliyor. Bu nokta herkes tarafından aynı yer olarak gösterilmiş. Oralarda biz de dolandık ama belki hava soğuk olduğu için hep titrediğimizden ayrıca bir ürperti, üşüme hissi yaşamadık. Kim bilir Vlad da bizi kaale almamıştı.
Adada efsaneye göre Vlad ‘ın hazinesi de yer almakta. Bulan yok. Ayrıca ada ile ana kara arasında, gölün altından giden bir tünel olduğu düşünülüyor. Zaten tünel bulunursa hazinenin de bulunulacağına inanılıyor.
Bizi Bükreş’e götürecek minibüse doğru yürürken gene aynı caddeden geçtik. Sanki bu köyün çocuğuymuşuz gibi bahçelerden el sallayan yaşlı kadınlar, etrafımızda koşuşturan veletler, göz göze geldiğimizde gülümseyen hatta şapkasını çıkarıp bizleri selamlayan yaşlılar. Bu ülkeye kanım iyice kaynadı.
Bir yirmi dakika bekledik durakta. Gelen minibüs şansımıza boş. Kısa sürede Bükreş’e ulaştık ve bir taksi ile eski kente yakın bir noktada inecek şekilde yolculuğumuzu tamamladık.
Eski Kent içerisinde sonraya bıraktığımız kesimlerin yanı sıra Fenaryotların kontrolü altında gelişen kısmı da gezmeye koyulduk. Burada belirgin bir Yunan tarzı kendini göstermekte. Özellikle Stavropoleos Kilisesi gözüme gayet Bizantik göründü. Gerçi içine girdiğimde içinin epeyce ufak olduğunu buna karşın bu alanın gayet güzel resimlerle bezendiğini fark ettim. Buna benzeyen ama ilki kadar güzel olmayan bir başka kilise de Kretzelesku Kilisesi.
Başkent gün itibariyle bitti. Gerçi görmediğim, atladığım yada elediğim çok yer var. İlk defa bir şehir için bu kadar yeri eledim diyebilirim. Ama anlatılanların aksine Bükreş gayet güvenli, gezilesi bir yer olduğunu ve Doğu’nun Parisi ünvanını sonuna dek hak ettiğini gösterdi.