Sabah erkenden kalkıyoruz. Meşhur Van kahvaltısından bir eksiği olmadığı için öğretmen evinde kahvaltımızı yapıyoruz. Otlu peynir İstanbul’da satılanlara kıyasla biraz daha tuzlu ama ağız tadıma uymuyor pek. Bal ise petek olarak önümüzde ve yemeğe doyamıyorum. Zorlu bir gün olacağı için sağlam doyuruyoruz kendimizi.
Bizim Çinliler ile son günümüz bugün. Biz batıya yönelirken onlar bir gece daha Van ‘da kalıp ertesi gün trenle İran ‘a geçecekler. Öğretmenevi görevlisi yer durumu ile ilgili olarak bir türlü net cevaplar veremeyince biz de Çinlileri bizden boşalan odaya yerleştiriyoruz.
Artık çıkış zamanı. İlk sürpriz İngiliz ve karısının bir güle güle bile demeksizin sabahın köründe sessizce çıkıp gitmesi. İkincisi ise dün 30 TL olan oda ücretin bugün 35 TL olarak talep edilmesi oldu. Uzatmadan çıkışımızı yapıp arada derede bir yerlerde olan Van Müzesi ‘ne gittik.
Bu müzede halihazırda ücretsiz geziliyor. Bahçesinde çeşitli dönemlere ait heykeller, mezar taşları ve yazıtlar sergilenmekte. Benim için en ilginç parçalar Akkoyunlulara ve Karakoyunlulara ait koyun şeklindeki mezar taşları. Ayrıca bir iki Selçuklu mezar taşının yanı sıra basit bir de haçkar görülüyor bu kısımda.
İç kısım ise tahminimden çok daha zengin. Özellikle Urartu döneminden kalma pek çok eser sergilenmekte. Gördüğüm haritalardan Van ve çevresinin çok sayıda antik yerleşime ev sahipliği yaptığı görüyorum. Batı tandanslı yaklaşım nedeniyle hep Ege-Akdeniz yöresinin kültürlere ev sahipliği yaptığını düşündük. Okulda bile Urartular hakkında pek bir anlatım yoktu. Zaten bu konudaki sahipsizlik Ermenilerin Urartuları sahiplenmesine cesaret verdi. Burada Urartu medeniyetinin askeri ve kültürel açıdan çok sayıda iz bıraktığı görülmekte. Çok sayıda silah, günlük kullanım eşyaları ilk katta. Takılar ve ziynet eşyaları oldukça zarif.
Fakat müzenin en ilginç parçaları orta boşlukta yer alan, Hakkari’de bulunan şteller. Hakkari’de bildiğim kadarıyla rastlantı eseri 2000 ‘li yılların başında bulunmuş ve Orta Asya’daki balbal kültürünün buralara kadar uzandığının bir belgesi olarak gösterilmişti. Elbette ki bizde pek ilgi çekmedi. Fakat bu her zaman kimi kaya resimlerinin yanı sıra Selçuklulardan binlerce yıl önce bile en azından proto Türklerin Anadolu’ya gelişlerini gösteren en güçlü kanıt olarak anıldı ilgilenenler tarafından.
Toplamda on üç heykel var ve bunların sadece ikisi kadın. Ellerinde silah olmaması nedeniyle kolaylıkla ayırt edebiliyorsunuz bunları. Erkek heykellerde ise silah ve kırba gibi bir şeyler tutar şekilde sadece belden yukarısı görünecek şekilde betimlenmiş. Ştellerin yanlarında ve aşağılarında kalan kısımlarda ise çeşitli küçük detaylar da var. Bu oda da civarda bulunan bazı kaya resimleri de sergilenmekte. Geyik, keçi, kuş adam gibi Saymalıtaş ‘a gidebilseydik görebileceğimiz çizimler mevcut.
Üst katta ise yöresel halı ve kilimler olmak üzere çeşitli etnografik eserler sergilenmekte.
Nedense kendimi pek iyi hissetmiyorum. Soğuk soğuk terler akıyor. Bu nedenle üst katı şöyle bir gezip giriş kısmında oturup ekibin geri kalanını bekliyorum.
İlk önce kaleye gideceğiz. Havanın çok sıcak olduğunu göz önünde bulundurarak yanımıza içecek bir şeyler almak için marketleri dolanıp sonra minibüsle kaleye yakın bir yerlere dek gidiyoruz.
Kale çok büyük bir kayalığın üzerinde, gölün kıyısında yer alıyor. Dünyanın en büyük beş savunma yapısından biri diye biliniyor. Güneşin altında epeyce yürüyoruz. Kalenin kurulu olduğu kayalığın üzerinde Urartulara ait kaya mezarlarından bir kaçı gözüme çarpıyor. Yolun sağında ise antik Tuşpa kentinin tekrar gün yüzüne çıkarılması için kazılar devam etmekte.
Kaleye giriş yapılan yerde, sağda tipik bir Van evi inşa edilmiş. Kapalı olduğu için içini göremedik. Ama oldukça sevimli olduğunu söylemeliyim.
Kaleye çıkan bayırı adımlıyoruz. Kalenin diğer taraftan bir çıkışı olabilir diye düşündüğümden sırt çantamı girişteki gişeye bırakmadım. Sırtımda çantam kim bilir kaç derecenin altında erircesine tırmanıyorum. Belki de üniversite yıllarıma öykünüyorum. Soluklanmak için durup geriye bakıyorum. Göl mavinin çeşitli tonlarıyla ufka doğru uzanıyor. Beri yanda ise Tuşpa kazılarını görüyorum. Kalenin en üst kulesinin dış yüzeyine oyuklar ve tünekler yapmışlar. Muhtemelen güvercin beslemek ve gübresini toplamak için kullanıyorlar ama Timbuktu ‘nun kerpiç yapılarını andırıyor baktığımda.
Kalenin üzerine çıktığımda ise hem dinleniyor hem de sakin kafayla etrafımı gözlüyorum. Kale zamanın ve başına gelenlerin etkisiyle epeyce hasar görmüş. Nasıl görmesin ki? Hemen aşağıda eski Van şehrinden geri kalan bir iki cami ve minare var sadece. Ermenilerin ve şehirde kalan Müslüman halkın çatışmaları sırasında şehir yanmış. Yeni şehir ise çok az öteye tekrar inşa edilmiş.
Tekrar göle bakıyorum. Şehre bakıyorum. Soluklanıyorum. Şehirde merdiven çıkarken bile uflayıf puflarken burada fazla gıkım çıkmıyor. Düşünüyorum. İnsan sadece sevdiği işi yapmalı. İnsan anlaştığı insanlarla bir arada bulunmalı. İnmeden kaledeki camiye bakıyorum.
“İnelim” diyorum. Epeyce bir kısmını dolaşmamıza rağmen bitecek gibi değil ve tahminlerimden daha fazla zaman harcadık. Planı ayak üstü güncelledik, Gevaş’taki mezarlıkta göze çarpan bir şeyler varsa ineceğiz yoksa direk Akdamar Adası’na geçeceğiz. Minibüsle merkeze gidip “Dereağzı” dedikleri yerden ilçelere giden minibüslere biniyoruz.
Önce Edremit denilen ilçeden geçiliyor. Tipik doğu anlayışının dışında batıdaki adaşından pekte farklı bir görüntüsü yok. Rüzgarlı bir gün olduğu için göl dalgalı ama kıyılarda yüzen çocukları görüyoruz.
Minibüs Gevaş ‘a giriyor. Burada enteresan bir şey yok. Sadece yolun ortasına bir canavar heykeli yapmışlar. Sanırım Gevaş bu canavar efsanesinden istifade edip bu işten ekmek çıkartmaya niyetli. Dinozor çakması heykelin üşenmeden fotoğrafını çekiyorum bende. Mezarlığın yanından geçerken deklanşöre asılıyorum. Makinam gene kazık atıyorsa da gördüğüm kadarıyla pek bir şey yok. İnmiyoruz. Fotoğraflara bakarken bir kaç yüksek mezar taşını görüyorum ama bunların yarın yüzlercesini göreceğiz. Bu mezarlık epey içeriye uzanıyor olmalı. Çünkü buranın meşhur kümbetleri fotoğrafta çıkmamış.
İskeleye ulaşıyoruz. Eskiden Üsküdar – Dolmabahçe arasında çalışan küçük tekneleri andıran tekneler sıklıkla ada ve kara arasında gidip geliyorlar. LP’de yazdığı gibi bir seferle gidip bir sonraki ile dönmek gibi bir durum yok. İsterseniz ilk seferle gider akşam 6 ‘daki son seferle karaya dönebilirsiniz.
İlk tekneye atlıyoruz. Göldeki yosunlar çürüyor olmalı ağır bir koku var. Adada yıllarca yaşamanın avantajı bazı dönemsel olguların sonuçları ile haşır neşir olmak. Teknenin arkasından gittikçe uzaklaşan karayı ve dağları seyrediyorum. Adadan çekilen fotoğraflarda tepeleri karlı olan dağlar şu an sadece kahverengi kayalıklardan ibaretmişcesine bir görünüme sahipler. Gölün kıyısında ise güzel villalar inşa edilmekte yada çoktan edilmiş.
Adaya varıyoruz. Burada da müze kart geçmekte. Bilet gişesindeki adam sırt çantamı içtenlikle alıp odasında tutuyor.
Adanın bizim kız kulesine benzer bir efsanesi var. Adadaki kilisenin papazının kızı Tamar karşı kıyıdaki çobanlardan birine vurulur. Çoban da farklı durumda değildir. Her gece kız bir fener yada mum yakar çocukta ışığa gelirmiş pervaneler misali. Tabi papaz efendide kaçın kurası. Günlerden birinde durumu fark etmiş ve kızını kilitlemiş evine. O gün ışığı yakmamış der hikayelerin birinde. Bir sandala bağlayıp feneri asılıp küreklere gölde boğulana kadar çobana ışığı takip ettirdiğini de yazar başka hikaye. Fakat çoban Tamar diye sevdiğinin adını haykırarak boğulur gider.
Adada iki kilise var. Fakat hem tarihi hem de siyasi açıdan meşhur olanı kıyıya yakın olanı. Tepesine haç yerleştirilmiş. Zaten biz döndükten bir hafta kadar sonra burada bir ayin daha yapıldı. Aslında yapı olarak koni şeklinde bir kubbesi olan haç şeklinde küçük bir kilise burası. Kum rengi dış duvarlarının üzeri pek çok süsleme ve rölyef ile kaplı. Bunlardan en ilginci de göldeki canavar söylentilerini desteklediği öne sürülen giriş kapısının sağındaki duvardaki kabartmalar. Burada bir tekne içerisindeki insanlar teknenin içindeki canavarımsı yaratıkla mücadele eder şekilde tasvir edilmiş. Aslında Yunus peygamberin denize atılması ve balık tarafından yutulması tasvir edilmekte.
Yapının içi ise dışıyla kıyaslandığında pekte şaşaalı değil. Bununla beraber kubbenin etrafını saran şeritte olsun apsislerde olsun eski ve yeni ahitteki konuları içeren çeşitli çizimler göze çarpıyor. Unutulmamalı ki doğu kiliseleri batıya nazaran eski ahiti daha fazla sahiplenmiş görünüyorlar. (Protestanları zaten adamdan saymıyorum, ne felsefi ne mimari açıdan ) Onun dışında ne ana kısımda ne de şapel görevi gören odacıklarda pek bir şey yok. (http://www.akdamar.tk/akdamar-adasi/1.html)
Burada pencerelerden sızan gün ışıklarının oluşturduğu huzmeleri yakalarken birisi bana sesleniyor. ”Botta seslendim ama cevap vermedin” diyor sitemle. Aksanından İtalyan olduğunu düşünüyorum ve “duymadığım için olabilir mi” diye yanıtlıyorum. Gülümseyerek elini uzatıp Yunanlı olduğunu ve İran’dan dün geldiğini söylüyor. Selanikli’ymiş. Fotoğrafını çekmemi rica ediyor bende yüksünmüyorum.
Ben Ani ‘de denk geldiğimiz rehberin dediği yerlerde yani kilisenin arka kısımlarında kalan mezarlık alanındaki haçkarları dolanıyorum. Kimisi işlenmiş ve yerde yatan kimisi ise Keltlerin ilk dönem mezar taşları gibi kaya üzerine kazınmış. Hayal ettiğim kadar etkileyici bulamıyorum bir türlü. Sadece tek bir tanesi gözüme güzel görünüyor. Sonuçta burası Ermeniler için oldukça önemli bir dini merkez ve buradaki taşlar da kaliteli bir işçiliğe sahip olmalı diyor mantığım. Kilisenin arka kısımlarında da duvarlarda yer alan şekiller gayet güzel.
Çağlar ve diğerlerini biraz önce badem toplayan çocuklardan badem isterken bırakmıştım. Adada çok sayıda badem ağacı var. Vakti zamanında adamın biri adaya bir kaç koyun bırakmış rahatça üresinler diye. Bunu gören beriki ise bir kurt bırakmış ve sürüyü parçalatmış. Sonrasında kurt da açlıktan ölüp gitmiş rivayete göre. Yani anlayacağınız adanın tek hikayesi papazın kızı Tamar ile çoban çocuğun aşkı değil.
Adanın arka kısmında insanlar göle giriyor. Bende zaten ayağımda sandaletlerim varken giriyorum. Başta soğuk geliyorsa da kısa sürede alışıyorum. Ama su sanki biraz yağlı ve yakıcı gibi geldi bana. Baldırlarıma kadar giriyorum. Yaklaşık yüz yıl kadar önce dedem Kırım’da Ruslardan kaçarken bir geminin ambarında hiçte iyi olmayan koşullarda seyahat etmiş. Üstü başı yaralarla kaplanmış. Nedendir bilinmez kader yolunu buraya sürüklemiş ve göle girip tedavi olmuş. Bir kuşak sonra bende ama şanslı zamanlarda ve keyif için buradayım ve suya giriyorum. Su çok temiz. Bulunduğumuz yer direk güneş ışığının gelmedi gölgede bir yer olmasına rağmen gene de taşlar belirgin bir şekilde görünüyor.
Tuvalet çıkışında Yunanlının otuz kuruş için tuvalette bekleyen çocukla Türkçe tartışmasına denk geliyorum. Türkçesinin iyi olduğunu söylediğim de “Tüm Akdeniz dilleri birbirine benzer, hem Yunanistan’da yaşayıp Türkçe bilmemek mümkün mü” diyor ve “bakkali, manavi, kasabi “ diye saymaya başlıyor. “Bunlar hep Türkçe’den” diyor. “Biz de aldık sizden çok kelime, neredeyse tüm balık isimleri sizden” deyip bir iki örnek verdiğim de ise hemen itiraz ediyor ve “levreki” diyor “onu da aldık sizden. Bir tane daha var ama onu unuttum” Meğer levrek Türkçe imiş.
Kilisenin yanındaki banklarda Çağlar ve Çinlileri topladıkları bademleri kırıp yerlerken yakalıyorum. Ben Yunanlı ile çene çalarken bizim ekip boş durmayıp dünya nimetlerinden istifade ediyorlarmış. Dediğim gibi bizim gezi çok eğlenceli oldu ama belki daha da fazla olarak herkes için yararlı oldu. Çinliler Yunanlıya gidecekleri İran hakkında sorular sordu, Yunanlı da Çinlilerle beraber öğretmenevine giderek yer arama zahmetinden kurtulmuş oldu. Çinliler kim bilir kaçıncı kez bir yabancıya bizimle karşılaşmalarının çok büyük bir şans olduğunu tekrarladılar. Adres sorduğunda cevabı alıp teşekkür bile etmeden giden yurdum insanı ile topu topu üç gündür tanıdığım bu Çinlileri bir kefeye koyamıyorum bir türlü ve aslına bakarsanız öyle bir niyetim de yok.
Dönüyoruz. Çinlileri ve Yunanlıyı Van ‘a giden minibüslerde bırakıp vedalaşıyoruz. Çok güzel gezdik ve onlar gezmeye devam edecekler. Biz ise Tatvan ‘a gidecek bir aracı beklemeye koyuluyoruz ama gelen giden yok. Akdamar‘a giderken bize burada gün batımının çok güzel olduğunu söylemişlerdi bense içimden o saate kadar kim kalır diye geçirmiştim. Atalar boşa dememiş, “büyük lokma ye ama büyük laf etme” diye. Gerçekten gün batımı çok güzelmiş. Kader tıpkı Divriği’deki gölge gibi bunu da görmeyi nasip etti bize.
Günün son ışıkları da tepenin ardında kaybolurken bizimle sonuna kadar gezen şansımız gene kendini gösterdi. Tatvan ‘a giden bir otobüs ile iki saati aşan bir yolculuğun sonunda Tatvan ‘a ulaştık.
İlk önce öğretmenevini buluyoruz. Göle oldukça yakın çok katlı bir bina. Hemen eşyaları atıp yemek operasyonuna geçiyoruz. Yemek için Tatvanlıların Karfur dedikleri en alt katında Carrefour olan bir alışveriş merkezine gidiyoruz. Saat 10 ‘a geliyor. Üst katlarında yemek yemek için güzel yerler var. Hem lezzetli hem de kaliteli adamların sattıkları. Her ne kadar fast food tarzı bir şeyler ile açlığımızı geçiştirdiysekte başka bir şeyde göremedik sonrasında gezerken. Alışveriş merkezinin kapısında 10 ‘da kapandığı yazsa da insanlar halen girip çıkıyorlar. Biz de buradan çıkınca11 bucuğa dek caddede dolanıp vakit geçiriyoruz.