Venedik’teyiz. Aslında tam olarak Venedik’teyiz demek biraz abartı olacak. Lido di Jesolo ‘dayız. Burası meşhur Lido değil. Lido zaten deniz kıyısı anlamına gelmekte. Venedik ‘e epeyce uzak ama sakin bir kasaba burası. Uçsuz bucaksız, etrafı üç- dört yıldızlı otellerle sarılı bir kumsala sahip.
Otellerin olduğu bölgeden iskeleye otobüsler işliyormuş . Tur olmanın avantajı ile otobüs beklemeden gittik, dezavantajı ise nereden gittiği, kaça gibi konularda bilgi sahibi olamamam.
Neyse kısa süren (ama yarım saatten fazla bir süre bu yine de) bir deniz yolculuğu ile Venedik ‘e ulaşılıyor. Yolculuk boyunca bazı adalar görülüyor. Kimilerinde renkli evler, kimilerinde ise yüksek çan kuleli kiliseler var. Aslında Venedik’teki lagün doğal açıdan da canlı ve hareketli. Gerek balıkçılık gerekse diğer doğal yaşam alanları ile vahşi doğada izlenebilir. Tabii bu izleme İstanbul’dan da kuzeyde kalan Venedik’te, Nisan başındaki ıslak bir havada mümkün olmamakta.
Ana adaya yaklaştığımızda önce meydandaki saat kulesi kendini gösteriyor. Doçlar sarayı kremalı bir pasta edasıyla durmakta. San Marco kilisesi ise ancak kubbelerini göstermekte. Venedik nüfusunu kırıp geçiren vebanın sona ermesini kutlamak ve kutsamak için yapılan Santa Maria della Salute kilisesi bir milyonu aşkın ahşap kazığın üzerinde gelenleri karşılamakta. Venedik ; şehrime en büyük zararı veren, ırkımın Avrupa’daki son büyük yayılışını durduran şehir.
Rivayete göre Hunlar herkesi önlerine katıp kovalayınca Venediklilerin dedeleri öncelikle lagündeki bir başka adalar topluluğu olan Torcelli ‘ye geçerler. Başlangıçta her şey iyi ve güzeldir ta ki lagün dolana dek. Ardından adalılar bir başka adaya göç ederler . O zaman Serenissima (mutluluk diyarı) adında yeni bir kentin temelleri atılmış olur. Kent başlangıçta Bizans’a bağlı sıradan bir yerleşimdir ama gelecekte vaat etmektedir. 827 ‘de Bizans’a karşı bağımsızlıklarını kazanırlar ve Roma senatosu tarzı bir sistemle yönetilen bir cins cumhuriyet uygulanır. Yöneticileri doge (doç) olarak adlandırılır. Batının ve doğunun sınırında olması avantaj ve dezavantajı beraberinde getirir. Uzunca bir süre güçlü donanmalarının da desteği ile Akdeniz ticaretinin hakimi olurlar ve buda onlara ticari gücü getirir. Öyle ki Venediklilerin isteseler Avrupa’nın tüm krallıklarını satın alabilecekleri iddia edilir tüm Avrupa’da.
Buna karşın Osmanlı’nın Avrupa’daki ilerleyişi Venedik ekonomisini altüst eder. Türklerle savaşlar ve anlaşmalar ile iyi geçinmeye çalışırlar. Genelde Venedik idaresindeki Hırvat ve Sloven direniş hattı Türk kılıcı ile parçalandığında anlaşmalar yapılır. Anlaşmak zorundadırlar çünkü doğunun lüks malının batıya pazarlanması gerekir ve bunu Venedik yapmaktadır. (Örneğin ezeli düşmanları Cenevizliler sakız adasında üretilen sakızı batıya satarak muazzam paralar kazanmıştır. ) Türkler ve Türk korsanları Akdeniz’i iyice kontrol altında tutmaya başlayınca iyice alttan almaya başlarlar. Öyle ki katolik Avrupa Venedik için Türk ‘ün metresi yakıştırmasını yapar. Venedik yaşamak için çift taraflı çalışan bir casustur. Venedik ‘in diğer katolik devletler tarafından yok edilmemesi de Türk ‘ün varlığı nedeniyledir. Avrupalı Türk ile sınır komşusu olmak istemez, Venedik ‘e acır, arada tampon olmasını ister, ama gerektiğinde verebileceği desteğin en azını verir.
Bununla beraber Venedik güçsüz bir devlet değildir. Hazinesindeki altınları şöyle bir şıkırdatmasıyla Avrupa’nın en iyi paralı askerlerini toplayabilir, Dorsoduro denilen tersanesinde büyük bir kalyonu bir günde inşa edebilir. 16. yy ‘da bu Osmanlıların yapabileceği bir güce ve organizasyona denk olmak demektir.
Şehir 1797 ‘ye dek ayakta durdu. Bu tarihte Napolyon ‘un istila rotasındaki yerini aldı ve fethedildi. Bundan sonra kendini bir daha toparlayamadı. Avusturyalılar ve İtalyanlar arasında epeyce bir el değiştirdi ve sonunda İtalya cumhuriyetinin bir parçası oldu.
Neyse geziye dönüp yaptıklarımızı anlatmaya devam edelim. Tekneden indik. Hava her ne kadar soğuk, her ne kadar karanlıkta olsa bu şehrin bir havası var. Sahil boyunca San Marco ‘ya değin sıralanan renkli ve iki üç katlı binalar güzel bir görünüm sağlamakta.
San Marco ‘ya doğru giderken üç köprü geçilmekte.
Bunlardan birinden uzanan kanala bakıldığında yamuk bir kule daha görülmekte. İtalya’da yamuk tek kule Pisa ‘daki değil.
İlk önemli mekan il ponte dei sostiri yani ahlar vahlar köprüsü. Hapishane ile Dükler sarayını birbirine bağlayan bir köprü. Mahkumlar hapishane geçerken bu köprü üzerinden geçerken çıkardıkları inildemeler nedeniyle bu isim verilmiş. Bir rivayette idama mahkum suçluların son bir kez buradan Venedik ‘e baktırıldığına dair. Kim bilir kaç Türk buradan geçip gitti. Ne kadar akıllıca bir iş bu bilemiyorum. Hapishanenin direkt saraya bağlı oluşu biraz riskli gibi görünüyor. Hapishane binasının pencerelerinde kol kalınlığında demirler var. Kaçabilen tek kişi olmuş oda Casanova. O da hapishane müdürünün karısını ayartarak başarmış denmekte. Günümüzde köprünün arkasına devasa bir reklam panosu konularak restorasyon çalışmaları perdelenmeye çalışılmakta. Bu görüntünün de ne kadar itici olduğunu söylemeye gerek yok.
San Marco meydancığını geçtikten sonra San Marco meydanındayız artık. Avrupa’nın en zengin, en kaypak, en fırdöndü, en haşere insanlarının dolaştığı meydan günümüzde turistler ve güvercinlerin hakimiyeti altında. Biz gezerken etrafta tahtalar ve kasalar duruyordu. Demek ki aqua alta vurmuş bir kaç gün önce. Venedik ile ilgili araştırma yaparsanız aqua alta terimi ile de karşılaşırsınız. Yılda bir iki kez genelde kış aylarında sular 40 – 50 cm yükselir ve meydanları basar. Klasik görüntü hep san marko meydanında çulluk çizmeleri ile dolaşan esnaf ve tahta köprülerin üzerinden ip cambazı edasıyla geçmeye çalışan turistler.
Sarayın meydana bakan yüzü dört kat. Burada üstünde san marko aslanı olan bir balkon var. Doçlar buradan çıkıp Venediklilere konuşma yapıp senato kararlarını bildiriyorlardı. Sonuçta Venedik bir cumhuriyet. Senato doçu seçmekte. Her seçim olayında olduğu gibi şaibelerde söz konusu. Çok az ileri de sarayın ana girişi olan porta della carta görülür. Buradan içeriye dikkatlice baktığınızda kemerli koridorun sonunda beyaz bir merdiven göreceksiniz. Buraya da devlerin merdiveni denilmekte ve Venedik ‘in haşmetinin buradan gösterildiği söylenmekte. Etkilenmedim. Sarayın yanında San Marko Kilisesi. Meydana bakan yüzleri mermer yada mermerimsi görünüm veren madde ile kaplanmış ki buna artık İtalyan mermeri adını verdim. Fakat kilisenin büyük kubbesi yandan bakıldığında Bizantik bir mimari ile yükselmekte olduğu görülüyor. İstanbul’da günümüzde Fatih Camii ‘nin olduğu yerdeki Havariyyun Kilisesinin kopyası burası.
Meydanın deniz tarafı girişinde birinde üzerinde Venedik ‘i kuran aziz Theodoro ‘nun diğerinde ise yine san marco aslanının durduğu iki sütun var. Kimi gezi notlarında imparatoriçe Teodora da diyenler çıkmış. Latin dillerinde ismin sonu a ile biterse dişi, o ile biterse erkek varlık simgelenmektedir. Bu kısa Latince eğitiminden sonra aziz Theodoro ‘nun aslen Amasyalı olduğunu da ekleyelim. Sütunlar gene 1204 işgali sonucunda İstanbul yağmalanırken getirtilmiş.
Ana sarayın karşısında saraya ait idari birimlerin yanında meşhur kule görünüyor. Kahverengi- kırmızımsı kule mermer yada İtalyan mermeri balkona kadar uzanıyor. Sonra aynı renk bir kat daha çıkıp yeşil, dik bir kubbe ile sonlanıyor. Gri bir gökyüzünde bile gayet güzel duran bir yapı burası. Yakınlarında üstlerinde altın olduğu iddia edilen kırmızı renkte, üç gemi direği daha sıralanmakta. Kilise ve kuleyi daha sonra etraflıca anlatacağım.
Gondollar uzun, siyah, düz zeminli araçlar. Eskiden renkli yapılırken veba salgınında çokça ölü taşıdıklarından yas amaçlı olarak siyaha boyanmış ve bir daha da rengi değiştirilmemiştir. Çokta derin olmayan kanallardan ara sokaklara girdik. Suların rengi oldukça iç kaldırıcı. Burada iki söylem karşı karşıya gelmektedir. Bir kesim kanallarda kanalizasyon aktığından bahseder. Mantıklıdır. Bu köhnemiş, rutubetli binalarda yaşayan az sayıdaki insanın atıkları paketlenmediğine göre kanalların kirlenmesi gayet doğal. Yazın aradaki kanalların koktuğu da bilinmekte. Diğer bir kesim ise akıntının kanalları temizlediğini, Venedik lagününün halen gelişkin bir balıkçılık ve doğal yaşam merkezi olduğun adem vurur. Gerçek hangisidir bilinmez ama öyle serinlemek için dahi olsa ellerin sokulabileceği bir rengi yok.
Sokaklar daha doğrusu kanalları çevreleyen binalar soğuk, rutubet ve kanallardan epeyce etkilenmekte. İyice aralara girildiğinde binaların bakımsızlığı daha belirginleşmekte. Üzerlerinden insanların geçtiği çok sayıda köprünün altından geçiyorsunuz. Kimi keskin dönemeçlerde konkav aynalar konulmuş. Gondolcuların daracık kanallarda birbirlerinin yanından geçişleri oldukça mahir olduklarını göstermekte. Ama öyle serenatlar yaptıkları kısmı palavra. Venedik ‘in en suratsız gondolcusuna denk gelmemizde büyük şanssızlıktı. “Seranada, supreme capitano del la Andrea Doria” diye iltifatlar etmeme rağmen adam istifini bile bozmadı. Ha’di Venedikli gondolcuya Cenevizli kaptanın adını vermek hataydı ama insan bir tepki verir, değil mi? Hiç zorlamadım adamı. Venedik kanalları bir müddet mehter marşı ile çınladı.
İndikten sonra San Marco meydancığını geçip tekrar San Marco meydanındayız. Meydana adını veren azize atfen yapılan San Marco bazilikasını anlatalım.
Bazilikanın girişinin üstünde ve üst kattaki balkonun duvarlarındaki resimler izlenmeye ve yorumlanmaya değer. Karşısında durduğunuzda en soldaki fresk Aya Sofya’nın betimlendiğini anlattılar. Ortadaki ana giriş kapısının üzerindeki resimde İsa ‘nın huzurundaki bir an resmedilmiş. Üstünde ise yine İstanbul’dan çalınan dört atın imitasyonları yer alır. O balkonlarda parası mukabilinde gezilebilmektedir. Girişin sağında ise iki resimde Aziz Marco ‘nun kemiklerinin Mısırdan kaçırılması anlatılır. Marco‘nun kemikleri domuz eti taşınan fıçılara konur. Müslümanlar (Osmanlılar denilse de yanlıştır, Memluk yada büyük oranda Arap olabilir) mundar olduğu için fıçıları aramazlar ve Venedikliler kemikleri Venedik ‘e kaçırırlar.
İçine gelelim. Narteksi ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz. Tavanlar ve kubbe altın gibi sarı bir boya ile kaplı. Kenarlarında bir yerde Bizans tarzı bir pantokrator İsa görüntüsü yer almakta. Her kubbe ve yarım kubbe İncilden ve hristiyan dünyasından hikayeleri içermekte. İçerisinde kutsal hazineler bölümü ve üst kata çıkış imkanı varsada paralı.
Buradan çıkıp tam karşıda yer alan çan kulesi campanile ’ye tırmandık. Bizim dilimize de yerleşmiş kampana sözcüğü buralardan türemiş olsa gerek. Venedik’teki kule İtalyanın en yüksek üçüncü kulesi ve şükürler olsun ki çıkış asansörlü. Paraya kıyıp mutlaka çıkılması gerekli. Başta San Marco meydanı olmak üzere tüm Venedik ‘i tepeden görebiliyorsunuz. Her ne kadar ana Venedik ‘i oluşturan altı ada küçükse de gördüğünüz pek çok yere bir gün içinde gitmeniz mümkün değil. Bunun en önemli nedeni sokakların labirenti andırması ve sık sık kanallarla kesilmesi. Akşam teknelere dönüşte bunu bizde yaşadık. GPS yada GPS özelliği olan telefonlar Venedik için elzem adeta. Yanından geçerken dikkatimizi çekmeyen yada pek çok tur rehberinde adı anılmayan çok sayıda yapı, yakın civardaki adalar ancak bu şekilde gözlemlenebilmekte.
Buradan indikten sonra vaporettoya binerek büyük kanalı kat etmeye karar verdik. İtalyanlar diğer Avrupalılardan daha kıvrak zekalı. Vaporetto inanılmaz pahalı bir araç. Adam başı 6,5 euro ödeyerek tek yön yolculuk ediyorsunuz. Kural aynı. Aldığınız bileti içerideki makinalarda onaylatmanız gerekmekte. Kaçak yolcular ve bileti onaysızlar yakalandıklarında 40 küsur euro ceza ödemek zorunda kalıyorlar. Neyse iki kişi 13 euro bilet bedelini ödemek için 50 euro uzattım gişeye. Madem dünyanın parasını ödüyorum öyleyse paramı bozdurayım dedim. Başka bir ülkede olsaydı gişedeki kadın parayı şıkır şıkır öderdi. Halbuki gişedeki kadın bende 3 euro istemez mi? Apıştım kaldım, Avrupa’da ilk kez böyle bir durumla karşılaşmıştım.
Hangi hat olduğuna bakmaksızın sadece büyük kanaldan geçiyor mu diye sorup atladığımız vaporetto meğer ring sefer yapan bir hattın gemisi imiş. Vaporetto büyük kanaldan çıktı, öncelikle Venedik ile Mestre arasındaki köprüye geldi. Burada da durmadı ve neresi olduğunu anlayamadığım küçük adalar üzerindeki büyük binaların olduğu yöreye dek geldi. Dorsoduro ‘nun oralardan döndü, burada güzel bir kilise gördük. Nihayet kısa bir süre sonra Santa Maria della Salute ve hemen ucundaki gümrük binasını gördük de rahatladık. Başlangıçta biletleri konfirme ettirmedik diye korkarken sonra acaba Lido ‘ya mı gideceğiz nasıl döneceğiz diye paniklemiştik. J
Salute kilisesi yukarılarda bir yerlerde de belirttiğim gibi veba salgınının sona ermesini anmak için inşa edilmiş. Hala Venedikliler her Kasım ayında ellerinde mumlarla kiliseye gelerek ayin yaparak şükranlarını sunarlar. Kilisenin inşaatı diğer tüm İtalyan yapıları gibi epeyce zaman almış. 1630 ‘da başlayan inşaat 1687 ‘de bitirilebilmiş.
San Marco meydanı ile Rialto arası en hareketli bölge olduğu için hediyelik eşya vb satan dükkanlar burada oldukça çok. Ama özellikle cam eşyalar el yakıyor. Küçücük cam eşyaların fiyatları oldukça yüksek, bunun nedeni olarak murano camı olması gösterilmekte. Mesela en basitinden çeşm-i bülbül benzeri bir vazo 50 euro. Satıcılarında pekte cana yakın olduğunu söylemek güç. Başta beni de iplemediler. İstanbul’dan geldiğimizi ,bizde bunların çeşm-i bülbül olduğunu söyleyince adam da dayanamadı camcılık üzerine biraz atıştık.
Elbette ki Venedik denilince akıllara karnavalı dolayısıyla da karnaval maskeleri gelmekte. Maskelerde tipleri ve yapıldıkları malzemeleri itibariyle değişik fiyatlarda olabiliyorlar. Yapılan malzemeye göre en kalitelisi porselen olanlar. Sonrasında deri ve sıkıştırılmış kağıt olanlar gelmekte. Plastikler en değersizleri. Tiplerine göre olanlar ise sadece gözü kapayanlar, komple yüzü kapayanlar ve ağzı açıkta bırakıp yüzü kapayanlar şeklinde sıralanıyor. Sonuncusu en pahalısı. Buradaki mağazalarda çok güzel modeller var ama fiyatları da yüksek. Rialto’yu geçtikten sonra göreceğiniz tezgahlardan alışveriş yapmak daha hesaplı. Bizde sıkıştırılmış kağıttan bir maske aldık.
Giyim ise oldukça pahalı. Bir kaç mağazaya girdik ama girmemizle çıkmamız bir oldu. Aksesuarlarda pek farklı değil. İtalyan çantalar çok pahalı. Ucuz olanlarsa Çin malı imitasyonlar. İtalyan diye satmaya çalışıyorlar, yakalandıklarında ise bu fiyata İtalyan malı olmaz ki deyip üste çıkmaya çalışıyorlar. Aman dikkat.
Balık pazarı (pescheria) ben oraya ulaştığımda çoktan kapanmıştı. Sadece yengeç satan bir iki tezgah kalmıştı. Üstü kapalı bir mekan. Kanala bakan sütunların başlıkları mekanla uyuşmayacak dek zarif. Buraya yakın olan ana caddede dikkat ederseniz bir duvar saati var. İlginçliği saatin yirmi dört saat olarak çalışması ve aslında yıllardır çalışmaması J Elbette bu kilisenin girişindeki sütunlar da İstanbul’dan.
Buradan sokakların arasında yolu bula kaybede aradığımız Frari kilisesine ulaştık. Kızlar yorulduğu için meydandaki bankların birine otururken ben Özcan ile beraber kiliseye girmeye çalıştım. Kapalıydı. Kilisenin çok yüksek bir çan kulesi (83 m.) ve kimi duvarlarında zarif heykel ve rölyefler görülebilir. Venedik’te bu kiliseye ulaşabilmek için epeyce zaman kaybettik ve kime sorduysak doğru düzgün burayı bilen birine rastlamadık.
Artık Lido de Jesolo ‘ya dönmek için iskeleye gitmemiz gerekli ama kaybolduk. Hayır gerçekten kaybolduk. Şuursuzca elimizdeki harita ile yolumuzu bulmaya çalıştık. Daracık sokaklardan geçtik ama kimi zaman kanallar kesti yolumuzu kimi zaman duvarlar. İlkin kırık bir İtalyan arkadaş Akademia Köprüsü’ne dek bize eşlik etti. Köprüde yolumuzu bulduğumuza inandığımız için kanalın epeyce fotoğrafını çektik.
Koşa koşa iyice tenhalaşan San Marco meydanından geçtik. Romantik bir ortam, tatlı renkler.
Venedik gezilmesi gereken bir kent. Ama daha hazırlıklı olunmalı. Özetleyelim.
– Mestre ‘de kalınmalı. Jesolo güzel bir yer ama uzak. Ayrıca akşam dönerken epeyce sallandık teknede. Daha kötü havalarda deniz tutan bünyelere zararlı olacaktır bu yolculuk.
Venedik’te her şey epeyce pahalı. Buna tuvalette yemekte dahil. Hele yağışlı ve soğuk bir havada geziyorsanız (bizim gibi) mesanenizin dolma olasılığı da artacak. Bunun için yemek işini de halletmeniz gereken Mc Donald’s lar biçilmiş kaftan. Rialto Köprüsü’ne doğru San Marco meydanına giderken bir tane var. Girişi ana baba günü ama iç tarafları boş. Yağmurlu havada iki kere girdik. Tuvaleti çok temiz değil ama bedava. Belediye tuvaleti 1,5 euro. Ona göre.
– Yemek meselesinden bahsetmiştik. Kafe gibi bir yerde yemek isterseniz oturmamaya özen gösterin. Oturursanız hesabı ikiyle çarpıyorlar. Gidin McDonald’s a. Hem bedava hem de dünyanın her yerinden kızla, erkekle sohbet edin. Millet dünyayı dolaşıyor, görün, kıskanın.
– Demiştim, tekrarlıyorum. Campanile ‘ye çıkın. 8 euro ama değer.
– Gondolları pas geçin. Böylelikle 20 euro adam başı kara geçiyorsunuz. Romantik diyen kimse gelsin bana açıklasın. Palavra.
– Sokaklarda kaybolun. GPS ‘iniz yoksa zaten kaybolacaksınız. Geçtiğiniz yolları aklınızda tutun. En kötü oralardan geri dönersiniz.
– Sahildeki sokak lambalarının uçuk pembe tonu.