Siena gezimizin ardından tüm yolların çıktığı Roma ‘ya doğru yola koyulduk. Arabada dahi olunsa yol kimi zaman çekilmiyor. Bazen uçsuz bucaksız kurşuni bir renkle kaplanmış göğün altında onu delmek için zorlayan tepelere kurulu kasabalar bazense tek tük evleriyle çeşitli yerleşimleri aşarak Toskana ‘dan çıktık.
Roma daha şehir girişi ile büyük bir şehre girildiğini hissettiriyor. Şehre uzanan otobanlarda yol tıkanmaya başlıyor. Tüm yollar Roma‘ya çıktığı gibi tüm her kesinde yolu Roma taraflarına çıkıyor gibi görünüyor.
Otel şehrin banliyölerinde. Güzel, hoş bir otel ama şehre uzak. Önce otobüs ardından metro ile merkeze ulaşma imkanı var. Kuşların öttüğü, ağaçlık, sakin bir yer burası. Roma’yı bir bilezik gibi sarmalayan otobanın biraz dışındayız.
Sabah zayıf bir kahvaltının ardından yola koyulduk. Eğer üç yıldızlı bir otelde kalıyorsanız kahvaltıdan fazla bir şey beklememeniz gerekiyor. Allah’tan hava güzel. Ne üşütecek kadar serin nede yakacak kadar sıcak. Tam gezme havası.
Şehre otobüsle giriş yaptık. Önce Vatikan ‘ı gezeceğiz. Bizim de rotamızın B planı olduğu için pekte itiraz etmiyoruz ama fırsat bulur bulmaz turdan kaçıp kendi başımıza gezinmek planımız. Şehrin dışı bile pastel tonlarda sarılar, kahverengleri ile boyalı üç dört katlı art neuveau binalar ile kaplı. Eskiden şehrin tren garı olan ama günümüzde tiyatro olarak kullanılan bina da güzel. Termini ile taban tabana zıt. Biri güzel ama kullanışsız diğeri hantal ama ecnebilerin robust dediği türden.
Yollarda ana caddelerde bizim metrobüse benzer bir uygulama var. Yolun ortasındaki iki şerit otobüs ve yolcusu olan taksilere ayrılmış, eğer taksinin yolcusu yoksa diğer şeritlerden gitmekte. Zaten İtalya’da öyle elinizi kaldırıp taksi durdurmak gibi bir lüksünüzde yok. Ya bir taksi durağına gideceksiniz yada telefonla taksi çağıracaksınız. Hatta taksilerin şehir içi ve otoban için bile ayrı tarifeleri mevcut. Otobüsler güzel ama yolculuk şartları İstanbul’dan pekte farklı değil. Ana baba günü gibi dolu otobüslerin tek farkı içindeki yolcuların daha bir bakımlı olması sadece.
Yolların kenarları pek çok caddede portakal yada turunç ağaçları ile kaplı. Hangisi anlayamadım ama ağaçlarda durduğu, yenmediğine göre turunç olabilir. Turuncu meyveler yemyeşil ağaçlarda çok güzel bir manzara oluşturuyor. Binaların balkonları da, kendileri de kendini seyrettiren türden bakımlı yapılar. Uzay üssü gibi çıkan antenler vb söz konusu değil.
Uzunca bir süre Roma ‘yı sarmalayan şehir surlarını solumuza alarak seyrettik. Duvarlar oldukça bakımlı ama tek sıra olarak dikili durmakta. Kimi yerlerde dış yüzeyin aşağıdan yukarıya eğimli olması ve payandaların dış tarafı destekliyor olması ilginç bir durum. Ya bu görünenler iç surlar yada burada da görünüşte güzel ama gerçeklikten uzak bir restorasyon söz konusu. Bu yolun dış tarafı da Roma’nın eğlence sektörünün seyyar çalışanlarının hizmet verdiği kısmı imiş J
Yolumuzdan ilerlerken sağ tarafta , tepesinde bir kartal olan büyücek bir kapı gördük. Borghese bahçelerine giriş bu kapıdan. Vakit yok ki gezmeye.
Buradan sonra az daha giderek Tiber Nehri’ne ulaşılıyor. Günümüzde İtalyanlar bu nehre Tevere diye dursunlar ben hala pagan dönem romalıları gibi Tiber demeyi tercih ediyorum. Tiber tekne turu yapılabilecek bir nehir değil. Sakince akan (ama Tuna ‘dan hızlı) ama etrafında yürüyüş yolları olan ve yüksek bir set ile sınırlandırılmış bir nehir. Tekne ile gezilse de bir şey görme imkanı olmaz.
Neyse, Floransa ve Siena ‘da yaşadığımız şanssızlıklar burada da peşimiz bırakmadı. Vatikan ‘ı defalarca turlayarak hedefimize ulaşmaya çalıştık. İki üç kere nehri geçmek zorunda kaldık ve nihayetinde otobüsü park edecek bir yer bulup otoparktan metro alt geçidi gibi bir yerden Vatikan önlerine çıktık. Bu arada San Angelo kalesi, eski köprü gibi pek çok tarihi yapıyı , donanma komutanlığı gibi pek çok büyük ve heybetli binayı vb de gördüysek de San Pietro bazilikasının kubbesi hepsinin üzerinde kendini gösteriyordu.
Vatikan. Şehir içinde şehir, ülke içinde ülke. Tarihinin başından beri İstanbul’a, İslama, Türklüğe ve Türkiye’ye karşı savaşan, zenginliğini ve kudretini savaştığı bu güce karşı yaptığı propaganda ile insanlardan elde eden büyük kuruluş işte burası. Zamanında Kurdoğlu Muslihiddin Reis ‘in basmayı düşünüp de sadece yanındaki yoldaşlarının canlarını göze alıp da vazgeçtiği kent. Artık içindeyim.
Her bir ayrıntı ince ince düşünülmüş. “Melekler ve Şeytanlar” değişik amaçlarında saklı olduğunu söylese de daha ilginç işaretler Aya Sofya’da da var. Neyse madem Vatikan’dayız Vatikan’dan bahsedelim. Sonuçta ayrı bir ülkedeyiz. Ayrı bayrağı, ayrı yasaları, kendi posta idaresi ve bankası olan, euro kullansa da bastığı eurolar da papanın resminin olduğu bir yerdeyiz. Buranın kalbi San Pietro Meydanı. Bazilikadan bir çift kolmuşçasına uzanan iki sütunlu yay şeklinde tam ortasında bir dikilitaş olan meydanı sarmakta. Bu kilisenin müminlerini bir ana gibi sardığını göstermekte. Burada mimari hilelerde düşünülmüş. Mesela kolonlar aşağıdan yukarıya doğru büyümekte. Böylelikle aşağıdan bakıldığında kolonların kalınlığı her yerde aynı görülmekte. Perspektif bir hile ile alt edilmiş. Aynısı kiliseye doğru uzanan yolda da kendini göstermekte. Yol boyunca, köprüye dek uzanan sütunlar belirli bir açıyla tam düz olmayacak bir şekilde sıralanmış. Bu da kiliseden bakıldığında kolonların ip gibi bir sırada durmasına olanak vermekte. Bu hile yapılmasa kolonlar git gide küçülecek ve birbirine yaklaşmış gibi görünecek. Meydanın inşası Bernini tarafından 1656 – 1667 yılları arasında yapılmış.
Kiliseye dönelim. Büyükçe kutu biçiminde krem rengi bir bina düşünün. Binanın ön yüzünde kalın sütunlar yerleştirilmiş olsun ama. Üstüne de pek çok küçük heykel yerleştirilmiş, beyaz iki köşesinde iki saat ekli kaçak kat görünümlü bir başkasını yerleştirin. (Saatlerin ikisi de aynı saati göstermemekte.) Ön yüzeyde kutunun ortasına da zorlama şeklinde yüksekçe bir kubbe birazda zorlamaymışçasına yerleştirilmiş olsun. İşte hayallerinizde bir San Pietro bazilikası inşa ettiniz. Biraz daha yardımcı olayım, Yıldızdaki Hamidiye Camii’nin epeyce büyük bir modeli. Balyanlar epeyce bir etkilenmiş bu yapıdan.
Bazilikanın içine girdik. Daha girişte rivayete göre tavan işlemeleri saf altından yapılmış bir narteks karşılıyor bizleri. İç narteks de dış narteksten pekte farklı değil aslında. Yapının her bir noktası işlemeler, rölyefler, heykeller ile bezeli. Aydınlatma sistemi de gayet güzel bir şekilde orijinal yapı içinde sırıtmaksızın yerleştirilmiş.
Apsise girildikten sonra sağ taraftan ilerledik. Sağda camekan ın arkasında sergilenen Meryem Ana ‘nın İsa ‘yı kucağında tuttuğu zarif bir heykel var. Pieta heykeli Michaelangelo ‘nun gençlik yapıtlarındandır. İlerisinde balmumu kaplanmış bir papa cesedi görülebilir. Arada sırada zeminde işlemeli logar kapağını andıran kapaklar göreceksiniz. Bunlar zeminin altında yer alan papa mezarlarının yani kriptanın havalandırması. Kilisenin ortasındaki bir alanda da hristiyanlık alemi için önemli olan kiliseler sıralanmış. 2 numarada Aya Sofya var. Zaten Aya Sofya kilise olsun kampanyalarında İtalyanların bayraktar olduğunu biliyoruz.
Solda şapel gibi neflerden birinde ki İtalyanlar nefleride şapel olarak kullanıyor duvarda ölümü, gerçeği, adaleti ve yardımseverliği simgeleyen bir kapı var. Mükemmel bir yapı. Bu da Bernininin.1678 ‘de tamamlamış ve ustanın kilisedeki son yapıtı. Üstündeki heykeller arasında papa Chigi de var. 7. Alexander Anıtı olarak da biliniyor. Her bir mermeri ayrı bir ülkeden gelmiş. Makedonya ,Verona , İspanya ve pek çok yer. İstanbul’dan gelen tek mermer ise hemen arkadaki duvarın altındaki mermer.
Kiliseden çıkınca Vatikan Postanesi’ne gidip bir şeyler yapalım dedik. Eşim kendine kart gönderecek bense eski filatelist günlerimin hatırına pul alacağım ama nerede….. Kart atmak için çok sıra var ama pul alacak çok param yok J Gerçekten çok pahalıydı pullar.
Vatikan ‘ın enterasanlıkları arasında ordusunu oluşturan İsviçreli muhafızlar var. Bu adamlar profesyonel askerler. Çoğunluğu İsviçre ordusunda subay konumunda. Eli ayağı düzgün olmak ve katolik olmak, hiç evlenmemek gibi şartlar var. Michaelangelo ‘nun dizaynı palyoça kıyafetlerine rağmen bu adamlar aslında birinci sınıf katiller. Ama kıyafetleri neşeli mi neşeli.
Vaktimiz olursa döner kubbesine çıkarız, Sistine şapelini gezeriz dedik. Ama başka bahara kaldı vuslat.
Circus Maximus yani Büyük Sirk alanındayız. İtalyanlar Circo Massimo diyorlar günümüzde. Devasa bir alan. Arkada tribünler arasında duran galerileri yer almakta. Harabelerin önünde yer alan ve yarışmaların yapıldığı alanın en ucunda Roma döneminden kalan kule durmakta. Nutkum tutuldu. Roma’da beni en çok etkileyen ikinci yapı burası oldu.
Büyük Sirk ‘in bitiminden sola döndüğünüzde İstanbul’umuzun kurucusu Büyük Constantinus ‘un yaptırdığı zafer takı görülüyor. Mermerden güzel bir yapı. İmparatorun Roma’ya armağanlarından biri. Gerçekten de İstanbul ve Roma birbirlerine çok benzemekte. İki şehrin de yedi tepe üzerine kurulu olması gibi (çingene köyü Lizbon içinde yedi tepeli diyorlar ya, neyse sinirlenmeyelim konuya dönelim) erguvanlarında varlığı ortaklıklardan.
Yola devam edelim. Edelim ki Colosseum ‘a varalım. 72 yılında yapımına başlanıp sekiz sene de bitirilmiş. 55,000 kişilik yapının üstü bugün bile çözülemeyen bir halat sistemi ile kapatılıp açılabilme imkanına da sahipmiş. Güzel, heybetli bir yapı ama fotoğraflardaki gibi değil. Yapının dış yüzeyi delik deşik. Yapını üzerindeki tüm metal aksam sökülüp eritildiği, pek çok heykel ve mermer parçası San Pietro Kilisesi’nin yapımında kullanılmak üzere yakılıp kireç yapıldığı için bu hale gelmiş. Papa denilen şahsiyetlerin şehr-i Roma’ya verdikleri zararın başlıca örneklerinden…
Buradan Karakalla Hamamları’na yöneliyoruz. Bir başka dev yapıda bu. Karakalla ‘nın Ankara’da da dev boyutta bir hamam kompleksi var. Ama bu yapı devasa. Otobüsle yanından geçerken sanki Ali Sami Yen stadının yanından geçiyormuş gibi hissettim kendimi. Belki daha da büyüktür. Kullanım kapasitesi 1500 kişilikmiş. 400 yıl kadar kullanılmış.
Eski Roma bitti, buradan modern dünyaya dönüyoruz. Termini garının sağındaki Diokletian Hamamları’nın önünde yer alan Repubblica Meydanı’na çıkıyoruz. Güzel bir meydan .Ortasındaki çeşme Avrupa’nın en erotik çeşmesi seçilmiş. Ortanın fışkıran su kenarda sere serpe uzana hatun heykellerinin kıçlarına damlamakta. Zarif bir ayrıntı. Hamam ise zamanında epeyce büyükmüş. Yerine Santa Maria degli Angelli kilisesi yapılmış. Köhne görünümlü bir kilise.
Barberini Meydanı’na varmadan bir köşede indik. Artık Roma‘ya ayak basmış durumdayız. Sonsuz şehir ile bütünleştik sonuçta. Cavour Bulvarına çıkıp yürüdük. Art neuveau binaların arasında, birbirinden güzel mağazalara bakıp ilerliyoruz. Şimdiki hedefimiz Trevi Meydanı’ndaki Aşk Çeşmesi. Aşk çeşmesi diye burayı bilen söyleyen sanırım sadece biz Türkler. Tüm dünya Fontana di Trevi (Trevi Çeşmesi) diyor başka bir şey demiyor. Tahminlerimden çok çok küçük bir yer ama gayet zarif bir yapı.
Nefte deniz Tanrısı Neptün gene bir istiridye içinden çıkmış, iki atlı Triton benzeri arkadaşta yanında ama hafif biraz önünde yer almış atları sürmeye çalışıyorlar. Duvarda, Neptün ‘ün sağında ve solunda birer genç kız heykeli ve tam üstlerinde Romalı askerleri gösteren rölyefler yer almakta. Arkasındaki güzel duvarın üzerinde 1735 yazmakta. Fakat kitaplar çeşmenin Nicola Salvi tarafından 1762 ‘de yapıldığını yazmakta. Rivayete göre Roma askerleri susuzluktan kırılırken Trivia adında bir bakire gelir ve ayağını yere vurup su pınarını ortaya çıkarır. Romalılar su kemerleri ile kaynaktan suyu buraya kadar naklederler.
Bu meydan ana baba günü. Öyle insanlar çekilse de sevdiceğimle rahat rahat bir fotoğraf çektireyim deme şansınız pek yok. Ama burada özgürlük heykeli, lejyoner kılıklı arkadaşlarla 1 -2 Euroya fotoğraf çektirebilmeniz mümkün. Özellikle lejyoner kılıklı arkadaşla fotoğraf çektirmenizi öneririm. Orijinal hali bile anormal olduğu için bu ucubeyi görüntülemek eğlenceli olacaktır. Ayrıca çeşmeye para atarsanız Roma ‘ya bir daha gelebildiğinize inanılmakta. Atılan paralar geceleri toplanmakta ve geliri hayır işlerinde kullanılmaktaymış. Toplandığından şüphem yok ama hayır işleri kısmı soru işareti. Neyse bizde attık. 10 kuruş attım. Bir daha gelirsem ya çok ucuz bir turla geleceğim yada interrail ile oğlumu peşime takıp .Ötesi yok J
Burada öğle yemeği için bizde bir şeyler atıştırdık. Pekte pahalı değil. Ama İtalyan pizzaları epeyce ince. Ben spagetti yedim. Afşin Abi ‘nin hamsili pizzasından tattım.
İspanyol merdivenlerine doğru yöneliyoruz şimdi. Sağlı sollu uzanan güzel binaları geride bırakırken karşımıza gene bir anıt sütun çıkıyor. Yapı olarak bizim Gotlar sütununu andırmakta. 8. Piu ‘nun bu sütunu 1857 ‘de Meryem Ana ‘nın günahsız doğumunu anlatmak için diktirdiği yazmakta. Sütunun tepesinde İsa olduğunu sandığım birinin heykeli var. Sanırım Çemberlitaş da zamanında böyle görülmekteydi.
İspanyol Merdivenlerinin başındaki çeşmeye gelince kafanızı kaldırıp merdivenlerdeki çılgınca kalabalığı seyredin bir süre. Merdivenler bittikten sonra iki teras, ardında bir dikilitaş daha ve görüntüyü tamamlayan iki çan kuleli, beyaz Santissima Trinita del Monti kilisesi. Sanki tüm dünya burada buluşmuş gibi. Aşağıdaki çeşme de oldukça güzel. Fontana della Barcaccia olarak da bilinen çeşmeyi Bernini ‘nin babası Pietro yapmış. Oval, küçük çeşmenin içerisinde mermerden bir kayık var. Burnundan, demir atılan yerlerinden su akıtmakta. Suyu içilebilir dense de etrafında elini, kolunu suya sokan tipleri görünce vaz geçtim. Roma ‘nın bir güzel yanı da çeşmelerindeki suların içilebilir olması, havuzlarındaki suların ise tertemiz olması. Ne çöp var içlerinde nede suların renginde bir kirlilik.
Buradan ara sokaklara girdik. Borsa binasının duvarı komple Hadrian tapınağı. Buradan şehrin ne kadar yükseldiği de anlaşılmakta.
Artık Roma ‘nın en mükemmel yapısına ulaşmış durumdayız. Burası Pantheon. Tüm tanrılara adanmış tapınak burası. İlkin Agrippa tarafından dörtgen bir yapı olarak 27 ‘de yapılmış. imparator Hadrian 118 ‘de burayı tasarlamış ve inşa ettirmiş. Görülüyor ki ilham geldi mi romalı imparatorlar büyük yapıları tasarlıyorlar. (Aya Sofya da Justinianos tarafından tasarlanmış rivayete göre . Sonrasında Roma’daki ilk katolik kilisesi olmuş. Ama kilise tarafından şeytanın gözü ilan edilmiş kubbesinin tam ortasındaki delik nedeniyle. Oculus denmekte bu deliklere. 7. yy ‘da Romalılar vebanın bu delikten gelen şeytanların işi olduğuna inandıklarından burayı vaftiz ettirmiş sonrada kiliseye çevirtmişler.
Yapının girişindeki kısmı tam on altı sütun taşımakta. Burada da yüzey delik deşik. Çünkü papalık yüzeye kaplı metal levhaları söktürmüş. Pantheon yapıldığında küçük bir tepenin yamacındaymış. Zaman ve insan etkileri ile on metre kadar alçalmış bulunduğu yer günümüzdeki Roma zeminine göre.
Pantheon ‘un içine girdik sonunda. Girer girmez çarpıldık. 40 metrelik dev kubbenin tam ortasından içeri giren gün ışığı tüm mekanı aydınlatmakta. Kubbe altı metrelik duvarlarla desteklenmiş. Hafif olması içinde hafif malzemeden kaplamalara kullanılmış. Sadece biz vurulmamışız bu yapıya. Thomas Jefferson bu yapının bir benzerini Virginia Üniversitesine yaptırmış. Tipik amerikan görgüsüzlüğü. Zemindeki izlerin yerinde eskiden bronz kaplı imiş. Papa 8. Urban (tam bir sanat düşmanı olmalı) San Angelo kalesine top yapılsın diye bunları söktürüp eritmiş. Adam tam anlamıyla bir vandal ki bununla da kalmayıp orijinal kapıları da erittirmiş. Metal daha sonra Bernini ve Borromini tarafından San Pietro kilisesindeki Baldacchino ‘nun yapımında kullanılmış.
Tahta sıralara oturduk eşimle. İçeriyi dolanan çekik gözlüleri, duvarlardaki resimleri izledik bir süre.
Yine ortasında çeşme olan etrafında kafeteryaların sardığı küçük bir meydan daha, Piazza Rotunda. Çeşmenin ortasında bir dikilitaş, dikilitaşın eteklerinde ise Roma’daki hemen hemen her çeşmede göreceğiniz çirkin görünümlü balıklardan var. Rengarenk, pastel tonlu binalar buradaki korkunç kalabalığa gölgelik olmuş.
Buradan Roma’daki en güzel meydan olan Navona Meydanı’na çıktık. Roma döneminde araba yarışlarının yapıldığı oval bir meydan burası. Tam karşıda büyükçe, kubbeli bir kilise ve yanında Brezilya elçiliği var. Etraf kafeteryalarla dolu. Bir fincan kapuçino 5 euro. Kapuçinonun yanında bir bardakta su getiriyorlar. Tadını beğendiğimi söyleyemeyeceğim ama insanı yakan güneşin altında su iyi gitti. Ayrıca burada olma kapayrı bir duygu. Meydanın ortasında üç tane çeşme var. Biri Melekler ve Şeytanlarda Robert Langdon ‘un suikastçi ile dövüştüğü meydan. Çeşmelerin arasında turist grupları, resim, karakalem çalışmaları yapıp satmaya çalışan sanatçılar ne ararsanız var.
En ünlü çeşme, Fontana dei Quattro Fiumi ‘dir. Bu ortasında dikilitaş olan çeşme. Buradaki heykeller eski dünyanın bilinen dört nehri olan Nil, Ganj, Tuna ve Plata Nehri ‘ni simgelemektedir. Solundaki çeşme ise Fontana del Moro. Moro burada, Mağripliyi simgelemekte. Bunlar Bernini tarafından yapılmış eserler. 19. yy ‘a dek meydandaki bu çeşmelerin giderleri kapatılıp meydanı su basması sağlanırmış. Zenginler burada tekneleri ile gezermiş.
Meydanda tur bitti ve rehber bizi serbest bıraktı. Yarın ne yapılacağı, Pompei ‘ye gidilip gidilemeyeceği konusunda hararetli bir tartışma yapıldı. Önce Pompei ‘ye gidilmediği için çıbanbaşı oldum, sonra insanları götürmek istemediğim için kötü. Ama söz konusu Napoli idi. On- on beş kişi ile çıkmaya cesaret edemedim.
Sonunda eşimle baş başa kaldık. Yukarıda da dediğim gibi kafeteryada bir şeyler içtikten sonra Pantheon ‘a uğradık. Sadece ayağımı zemine sürüp çıkan sesi dinlemek için. Gerekirse bir daha sadece bunu yapıp çıkan sesi dinlemek için Roma ‘ya gidebilirim.
Nedendir bilinmez İspanyol Merdivenleri’ne gitmedik. Bunu yerine tekrar aşk çeşmesine gittik. Dondurmacı aradık ama aradığımızı bulamadık. Çeşmeyi gören bir yere oturup etrafı seyrettik. Buradan ana caddeye gidip UPIM mağazasına girdik. Burası kozmetik vb ‘yi oldukça ucuza alabileceğiniz bir yer. Zaten İtalyanların indirim mağazalarından. Burada önceden aldığımız hediyelikleri unuttuğumuzu görünce bir koşu kafeteryaya gittim. Neyse ki hediyelikleri saklamışlar. Oradan döndüm.
Buluşma noktasında hesaplı, bizim BIM ‘lere benzer bir mağazaya denk gelip biraz alışveriş yaptık. Roma işte topu topu bu kadar sürdü.
Roma sonuçta aslında kolay gezilebilen bir yer ama tek günlük değil. Bir gün vatikan ve navona meydanı gibi yerler gezilir. Sonrasında tarihi kısım ve Piazza Venezia çevresi gezilir. Bir sonrasında ise Borghese bahçeleri, ostia antica dolaşılabilir. Dördüncü gün ise atlanılan yerler gezilebilir yada yakın çevreye gidilebilir.
Bununla beraber gezilmesi zor değil. Önemli noktalar birbirine epeyce yakın.
İstanbul ‘un eskisi işte. Kolay olmuyor gezmesi J