Sabah gayet dinç bir şekilde uyandık. Dün gece, marketten aldığım pek çok yiyecek ve içecek bugünün kahvaltısı olacak gibi. İlk gideceğimiz hedef Sachsenhaussen Toplama Kampı.
Zorlu bir yolculuk olacak bu. Önce U-Bahn ile başka bir S-Bahn ‘a binecek. Ardından da bir trene. En son duraktan ise artık otobüs ile gideceğiz. Berlin’de ne varsa kullanacağız gibi
Gene günlük kartlarımızdan alıyoruz (7,60 adam başı). Kurfürsterdam durağından U9 ‘a biniyor ve beş durak sonra Westfalen’ de iniyoruz. İstasyondan çıkıp S-Bahn ‘a gidiyor ve az biraz bekledikten sonra gelen S41 ‘e atlıyoruz. Yanılıyor olabilirim ama bir yada iki durak sonra Gesundbrunnen’de iniyoruz. Trenler var ama aradığımız yok. Yani az önce bir tanesi kalkmış ama sırada gelenin kalkmasına üç saatten fazla var. İnformasyona gidiyoruz. Melek gibi, güler yüzlü bir kadın bize varyasyonları anlatıyor ve dahası garanti olsun diye bir döküm alıp elime tutuşturuyor. Koşa koşa binmemiz gereken treni yakalıyor ve Oranienburg ‘a ulaşıyoruz.
Oranienburg’ta hemen tren istasyonunun çıkışından otobüsler toplama kampına gidiyor. Ana baba günü. On dakika kadar bir yolculuk bizi toplama kampına ulaştırıyor.
Sachsenhaussen Saksonlar’ın Evi demek. Ben insan aşağılıklığının mabedi olarak adlandırabilirim sanırım. Kamp 1936 yılında yapılır. Burası kurulan ilk toplama kampıdır ve Almanlar’ın yaptığı tüm diğer toplama kamplarının da idari merkezidir. Bununla beraber SS ‘lerin eğitimi de burada yapılmaktadır.
İsteyenlerin kulaklıkta alabildiği, içerisinde ve bahçesinde toplama kampının çeşitli boyutlarda modellerinin olduğu idari giriş kısmında oyalanmaksızın içeri giriyoruz. Upuzun bir yolda ilerlerken solumuzdaki duvardaki ve panolardaki fotoğraflar ve hikayeler yürek paralıyor.
İlk kamp idari olduğundan fazla katliam yapılmamış. Resmi olarak otuz, gayri resmi rakamlar yüz bin gibi bir sayı vermekte. 1936 ‘da açılır açılmaz, buraya ilk olarak homolar, sendikacılar ve din adamları yerleştirilir. İlk gelenler tıbbın ilerleyişine yardımcı olurlar. 38 ‘de ise ilk Yahudi konvoyları gelmeye başlar. Bunlarda toplu öldürmelerin nasıl fizibıl olacağının tespitinde kullanılırlar. Adam başı bir kurşun oldukça maliyetli gelince ziklon-B gazı gibi daha hesaplı yöntemler burada denenmeye başlanır. Hitler ‘in de dediği gibi “tamamen modern” bir yerdir burası.
Yol bitiyor ve sola dönüyoruz. Karşımızda daha sonra gezeceğimiz müze binası. Sol taraf meşhur “ölüm yürüyüşünün” başladığı nokta. Ruslar karşı konulmaz şekilde ilerlerken Almanlar yirmi bin esiri içerilere doğru yürütürler. Çoğu yolda yürürken ölür yada Almanlarca öldürülür.
Ama, olayın başladığı yer tam karşımızda, üzerinde “arbeit macht frei ” yazan demir kapının arkasında.
Barakalar çekilir gibi değil. Müze haline getirilmiş bile olsa içlerinde yüzlerce kişi ile insanların nasıl yaşadığını tahmin edebilmek pek olası değil. Bir de tuvalet ve banyoları görseydiniz. Amaç sadece çalışabilecek kadar sağlıklı olmanız iken kimse pek hijyeni düşünmemiş. Tuvalette ve banyoda geçirebileceğiniz zaman çok kısıtlı. Zaten sıcak su yok. Yeterli beslenme yok. Sahip olunan tek lüks anladığım kadarıyla yaşıyor olmak. Salgınlar ise hastalıkların Almanlar ‘a geçmesi söz konusu olmadığı sürece doğal seleksiyonun bir çeşidi.
Geniş alana çıkıp bakıyoruz. Üç metrelik duvarlar kampı dış dünyadan ayırmakta. Zaten kamptan çok az sayıda insan kaçabilmiş. Girişin tam karşısında bir anıt var ölenlerin anısına.
Alandan ayrılıyoruz. Müze kısmını da dolanıyoruz detaylı bir şekilde. Dediğim gibi insan manyaklığı ve zulmünün sınırlarının nerelere kadar genişleyebildiğini burada görebiliyoruz. Ve insanın tüm bunlara direnç gösterebildiğini de. İşin ilginç ve ne yazık ki en kötü yanı, bu acıyı çeken insanların güç ve kontrol kendilerine geçtiğinde benzeri acıları başkalarına yaşatabilmeleri.
Dönüşte görüyoruz ki S1 ‘e binmiş olsaydık direkt Kurfürsterdam ‘dan buraya tek araçla gelebilirmişiz. Dönüşü böyle yapalım diyoruz. Postdamer Platz ‘a yaklaşırken ilk ve son kez bilet denetimine denk geliyoruz. Bizim Alamancıları bilet kontrol yapmışlar. Muhtemelen Türkler bu işin ilmini yapmıştır diye olmuş olabilir.
Postdamer Platz ‘da iniyoruz. Burası şehrin modern binalarla bezeli bir köşesi adeta. Binalarda alüminyumun ve çeliğin kendine has donuk gri tonları ağırlıklı. İlerliyoruz. İlk hedefimiz Yahudi soykırım anıtının olduğu bölge.
Soykırım anıtı yanındaki Amerikan elçiliğinin de gölgesinde bulunan bir alanda kurulmuş. Çok sayıda çeşitli boylarda gri monolit taş birbirine paralel şekilde uzanmakta. Saklambaç oynamaya elverişli bir bölge. Ana baba günü. Almanya’nın ve Avrupa’nın pek çok yerinden özellikle gençler Nazizm ‘in kötü meyvelerinin bu simgesini görüp kavrayabilmesi için taşınmış otobüslerle. Keşke, keşke diğer izm ‘li problem kaynağı düşüncelerde tarafsızca gençlere gösterilebilseydi.
Yolun karşısında ise Adolf Hitler ‘in intihar ettiği, son kalesi führersbunker ‘den ne kaldıysa o var. Kırık dökük tahta çitlerle çevrili bir alan ve bu alanın metrelerce altında yer alan sığınağı anlatan bir pano kalmış 3. reich döneminden geriye. Hitler’den, Naziler’den bahsetmeyeceğim. Anlatan anlatmıştır da tarafsız bir gözle bakmak için “Der Untergang” filmi izlenmeli. Eğitimsiz birine mutlak güç verilirse ne olur ile eğer mutlak güç eğitimli bir manyağa verilirse arasında gidip gelip dehşeti yaşayabilirsiniz. Hatta bu soruyu aşabilirseniz – ki ben başaramadım- Hitler ‘in ordularınca en çok ezilen Rus ve Ukraynalılar’ın neden nazizmi günümüzde savunuyor olduklarına bir anlam vermeye çalışın.
Yine döndük ve meşhur Brandenburg Kapısı’na dek uzandık. Onarımda… Reichstag ‘ı gezmek istediğimde randevu sayfasında boşluk bulamamıştık. Ona da uzaktan baktık.
Tiergarden ‘e uzaktan baktık. Girsek gün bitmeyecek. Otursak kalkamayacağız. Bir zamanlar Berlindeki aristokratların av sahası olan alan günümüzde Avrupa’nın en büyük hayvanat bahçesi, akvaryum ve park gibi unsurlara ev sahipliği yapan devasa bir yeşil alan halini almış.
Karşımızda Brandenburg Kapısı. 1791 ‘de yapılmış. 1793‘te yerleştirilmiş olan üstteki atlının elinde bir zeytin dalı varmış. (Ecnebiler bu atlıya kuadriga diyorlar) Napolyon Prusyalıları yenip Berlin’e girince hatıra olarak bu atlı heykelini de Paris ‘e nakleder. Sonrasında Almanlar Paris ‘e girince atlar eski yerine döner ama bu kez zeytin dalı yerini demir bir haça bırakmıştır.
Brandenburg Kapısını gerimizde bırakıp Unter den Linden (Ihlamurlar Altında) üzerinde Konyalı bir arkadaştan döner aldık. Mustafanın yerindeki ile kıyaslanmayacak kadar yavandı ama gene de yiyiverdik. Berlin ‘in meşhur currywurst ‘ü burada da domuz eti. “Nerede yenilebilir currywurst bulabilirim?” sorumun cevabını zaten biliyormuşum. Kreuzberg’te. Sadece Kreuzberg’te sığır etinden currywurst mevcut.
Berlin ‘in güzel yanlarından birisi bazı otobüs hatları küçük şehir turları yaptırıyor gezginlere. Örneğin 100 numaralı otobüs sizi Alexander Platz ‘a dek taşıyor. Buradan binilen otobüs ise sizi şehrin tanınmış noktalarından geçirerek Kurfürsterdam ‘ın ötelerine dek ulaştırıyor.
Bizde önce Alexanderplatz ‘dan bir otobüse atladık. Solumuzda sanki hiç bitmeyecekmiş gibi görünen Tiergarten zafer anıtının orada yeşil giysisini kaybediyor ve hemen sonrasında tekrar bu harika örtüye bürünüveriyor. İlginçtir, Adolf Hitler kuracağı Germania isimli yeni Berlin ‘in planlarında bu yeşil alanlar yok. Faşizm ve türevleri diğer totoliter rejimler insana yaşama ve yaratma zevki veren yeşilden haz etmiyorlar.
Yukarıda dediğim gibi Kurfürsterdam ‘ın ötelerine ulaştık ama dönüş otobüsü buradan geçmiyor. Bir ton yol yürüdük. Bir otobüse atladık ve o da bizi sadece tek durak taşıdı. Neyse ki Kayzer Wilhelm ‘in sadece kulesi kalan kilisesini gördük ve önünden tekrar otobüse binip müzeler adasına kim bilir kaçıncı kez gitmeye başladık.
Otobüsten iniverdik. Az biraz yürüyüş ile Berlin Katedrali’nin karşısındaki çimlik alanı ulaştık ve herkes gibi bizde uzanıp dinlenmeye başladık. Şu an Lustgarten ‘deyiz. Zevk bahçesi. Hitler’in görkemli geçit törenlerini izleyip pek çok ateşli konuşmasını yaptığı yerdeyiz. O kalabalık buraya nasıl sığmış diye düşünüyorum.
Katedral dediğime bakmayın. İmparator, Protestan düşüncesini yüceltmek için Vatikan’daki Katolik Petrus Kilisesi’nin benzerini yaptırmış. Büyük savaşta epeyce hasar almış ve daha yeni sayılabilecek bir dönemde elden geçirilmiş. Beğendim diyemeyeceğim.
Burada bizler için en önemli yapı Pergamom Müzesi. Almanların bizden çalıp parça parça Berlin ‘e taşıdığı, sadece bu parçaların yeniden birleştirilmesinin bile on sene aldığı tapınak burada görülebilir. Diğer müzelerde harikulade. Berlin’de müze gezmek isteyenler için museumpass diye özel bir kart var. Bir tam günü müzeler adası ve etrafına ayırmalısınız bence.
Buradaki işimizi daha doğrusu gezimizi bitirdikten sonra hoş bir köprü ile Spree Nehri’ni aşıp anakaraya ulaştık. Nehir kıyısında birkaç çıplak heykel var ve Almanların ilgisini zerrece çekmiyor. Bizden başka bu heykellerle ilgilenen ve fotoğraf çektiren sadece Yunanlı bir grup.
Son hedefimiz Berlin Duvarı’nın kalan en uzun kısmı. Günümüzde “East Side Gallery” olarak anılıyor ve duvarın iki tarafı da birbirinden güzel grafitilerle kaplanmış. Eşime bir sürpriz yapayım dedim. Berlin’de duvarın parçaları hediyelik eşya diye magnet olarak beş eurodan satılıyor. Ben kendi parçamı kendim koparayım, magnet işine gireyim dedim ve çakımın gayet sağlam olan tarafıyla duvara birkaç kez vurdum. Rus nasıl bir beton attıysa duvar bana mısın demediği gibi olan parçalanan ellerime oldu.
Sonrası otele dön, eşya al ve Kopenhag otobüsü için sırada bekle…
Kişisel görüşüm Berlin ‘in kendine has bir büyüsü olduğu şeklinde. İdeal bir Berlin gezisi şu şekilde olabilir.
Gün 1 – Kreuzberg ve Mitte’ye kadar olan bölge
Gün 2- Tiergarten, hayvanat bahçesi ve akvaryum
Gün 3- Müzeler Adası
Gün 4 – Toplama kampı ve Postdam
Gün 5 – Brandenburg Kapısı’ndan East Park Gallery ‘e dek olan kısım.