Sabah iyiceyiz. Gene soğuk olduğundan, odamızın şehrin arka sokaklarına bakan balkonundan kafamı kaldırıp da baktığımda ise havanın oldukça basık ve her şeye gebe bir izlenime sahip olduğunu görüyorum.
Kahvaltıya iniyoruz. Dünkü kadar ihtimam yok bugün nedense. Karşımızdaki televizyonda Muhteşem Yüzyıl ‘ın fragmanı yayınlanmakta. Sol tarafta neşeli yüzlü bir genç Türkçe bize sesleniyor. Belçika doğumlu bir Faslı imiş. İş için gelmiş ata topraklarına. Trabzonlu komşularından öğrendiği, tabanca, mermi, kurşun vb gibi kelimeleri çok iyi telaffuz edebilecek şekilde kavramış.
Konu Osmanlılardan açıldı. Faslıların da bir zamanlar güçlü bir medeniyet olduklarından bahsetti. Cezayir, Tunus, Mali, Libyanın yarısı onlarınmış. “Eeeee, ne oldu peki “diye sordum.
Kısaca şunu söyledi.
“Siz geldiniz”
Türklerin espriden anlamadığını söyledi. Gerçi biz de adamın İngilizcesini anlamamıştık. İki derede bir arada kalmış bir toplumun yitik insanları olarak gözlemledim ben bu milleti. Fakir kitle Erdoğan önderliğinde bir Türkiye’yi lider olarak görüyor. Zaten oranında bir AKP ‘si var ülkeyi yöneten. Ama parayı dolayısıyla ülkeyi yöneten kesim ise ikiye ayrılmış durumda. Türk dizileri nedeniyle pembe romantik hayaller ile yaşayan gençlerin yanı sıra özellikle Fransa’da korkunç derece de kaliteli eğitim gören kitle ise azılı bir Türk düşmanı.
Avrupada hiç iyi bir gözle bakılmayan bir kitle bu insanlar. Geçinmek için yuvalarından kopup giden insanlar bunlar, eleştiremiyorum.
Fas’taki kitle içinde pek olumlu bir eleştiri yok. Şu an için şahsi bir eleştiri yapmıyorum. Son güne yada epilog kısmında yapacağım bunu. Batılılar ve hatta bizim Türkler ülke halkının oldukça maddiyatçı olduğundan, kızlarının ise oldukça bayağı ve hafifmeşrep olduklarından bahsetmişlerdi. Sadece et için saatlerce sürecek bir uçak yolculuğunu umursamaksızın ifa eden kitlelerin aradıklarını bulma konusunda zorluk yaşayacaklarını sanmıyorum. Ama biz buna benzer bir duruma denk gelmedik. Evet, gece hayatına akmadık. Ama anlatıldığı gibi manzaralara da gün içinde rastlamadık. Sonuçta çok sayıda Türk bu ülkeden kızlarla evlenmekte. İnanmayan Rabat Konsolosluğu’nun internet sayfasına girip sorulan soruları takip edebilir. Bizimkilerin ne kadar tutucu ve kıskanç olduklarını, icabı halinde bu konularda çekinmeksizin ellerini kana bulayabileceklerini göz önüne alınca insanların ilginç düşüncelerini mübalağa olarak kabul ediyorum.
Arayan aradığını bulur… Ben bunu bilirim.
Eşyaları alıp otelden ayrılıp CFM ‘e attık kapağı. Biletleri dünden halletmiştik. (55 md)
Sıkıcı bir yolculuk ile yaklaşık iki saatte şehrin garına vardık. Şunu söylemeliyim ki –aslında hep söylemekteyim de zaten- şehirler oldukça yeşil. Ve kraliyet ailesi güzel golf sahaları yaptırmış ek olarak.
Plana göre bir günde burayı haklayacağız ve yarın kuzeye Assilah ‘a geçip Kazablanka’ya döneceğiz. Diğer gezginler şehirde pek bir numara yok diyorlar. Ben bundan pek emin değilim. Koştur koştur bir tur ile Sale ‘yi de aradan çıkartmamız gerekiyor.
CFM ‘in garına vardık. Buraya gelirken başkentin şehirler arası otobüs terminalini ve oraya gelen otobüsleri de gördük. Supratours gibi bir firma daha var CFM ‘e rakip olabilecek düzeyde ama diğerlerinin çoğu daha kaç seferi tamamlayabilir bozulmaksızın bilinmez.
Garda indik. Burada güneş tam tepede. Biz yürüyeduralım bu arada da Rabattan bahsedelim.
Yakup el Mansur şehri başkent ilan edip imar etmeye başlamış. Niyeti dünyanın en büyük camiini yapmakmış ama ömrü yetmemiş buna. O ölünce de proje yarım kalmış. Şu an 2. Hasan Kulesi ‘nin önünde yarım kalmış, sütunlardan oluşan orman işte o projenin günümüze kadar ulaşabilen emareleri.
Bir ara Sale ile birleşerek korsan cumhuriyetinin bir parçası olmuşlar. 1912 ‘de Fransızlarca işgal edilmiş. 1956 ‘da gelen bağımsızlıkla beraber tekrar başkent olmuş.
Biz ise yürüyoruz. “Tren istasyonu” diyoruz. “Agdal” diyorlar. Meğerse şehirde iki ana tren istasyonu varmış. Çok iyi derecede İngilizce bilen bir çifte denk geldik, onlar şehre oldukça uzak olduğumuzu ve taksi tutmamızı salık verdiler. İlginçtir, insanlar genelde otobüsleri pek kullanmıyor gibiler.
Bir saati aşan bir süre yürüdük. Ayaklarım için epeyce yıpratıcı oldu. Neyse ki şehir surları karşımıza çıktı ve gayet güzel ve zarif bir görünümü olan xxx kapısından içeri girdik.
Aralardan geçerek tren istasyonunun karşısındaki havuzun kenarına oturup zafer pozları verdikten sonra Lp tarafından da önerilen bir restorana girdik. Kapıdaki adam sırtımızdaki çantalar nedeniyle olsa gerek küçümseme ile tiksinti arasında gidip gelen bir bakışla baktı.
Çağlarda fark etmiş durumu, gelmese miydik modunda. Bense “paramıza geçer sözümüz” tarzındayım. Bir masaya oturduk ve menüyü incelemeye başladık. Fiyatlar yüksek değil ama tüm işaretlerimize, seslenmelerimize rağmen ne gelen var ne giden . Masayı devirip çıkalım teklifimi sakince karşıladı Çağlar ve sakin olmamı söyledi. Gene de gürültülü bir şekilde kalkıp hışımla çıktık mekandan ve hemen yakınlardaki Mc Donalds ‘a attık kapağı.
Mc Donalds ‘ta atıştırdıktan sonra merak ettiğimiz Fas kahvesini tatmak için iki dükkan solda kalan kahveye doğru uzandık. İstanbul’da yağmur varmış kime ne… Burada güneş insanın kemiklerini ısıtmakta.
Kahve burada cam bardak içerisinde geliyor. İnsanlar serenomisel tavırlarla içedursun ben önce dudaklarımı değdirdim. Sert bir tadı var. Oldukça koyu renkli. Yanında bir bardak muhtemelen şehrin terkos sisteminden doldurulan su ile servis ediliyor. Gene de ishale iyi gelebileceğini düşünerek içtim. İçerken de tam karşımızdaki merkez garını ve içinden çıkan yolcuları izledim.
Rabat, başkent olmasının da bunda önemli bir etkisi vardır elbette ama ülkenin şimdiye dek gördüğümüz en düzenli kenti. Yerlerde çöp yok. Zaten ülkedeki çok uluslu şirketlerin merkezleri bu kentte ve çeşitli milletlerden insanlar seçiliyor.
Fakat, Fas’ı ve nüfusun yapısını anlamak için en ideal noktada olduğumuzu da söylemem gerek. Gardan türlü kılıklı yolcu çıkıyor. Fakat
otantik kıyafetli, kırsala ait tipler bir anda gözden kaybolup gidiyor. Sanki ışınlanıyorlarmış gibi. Güzel kızlar da var. Onlarda kayboluyor. Ama kapıdan çıkan ve merdivenlerden inen insan kalabalığı gerçekten görülmeye değer.
Şimdiki işlem otel bulmak. Pek bir günde bitirebilir miyiz emin değilim. En kötü yarın öğleye dek burada kalır kuzeye geçer oradan direkt Kazablanka yaparız.
Oteli buluyoruz. Adını bile not almamışım, sefilin sefili bir yer. İki kişi 300 md veriyoruz. Gözümde nasıl da büyüyor bu para. Pis kokuyor ama çokta rahatsız edici değil. İdare edeceğiz. Çantaları bırakıp hafiflemenin mutluluğu ile yola düşüyoruz.
İlk hedef uzaktan gördüğümüz katedral. Tahmin edebileceğiniz gibi şehrin en janti mekanlarından birisi burası. Yol üzerinde Fransız elçiliği yada kültür evi gibi bir bina vardı önü ana baba günü kalabalık olan. Tabii, bu kalabalığın artık bizi şaşırtmayacak ölçüde eli ayağı düzgün kişilerden oluştuğunu söylememe gerek yok sanırım.
Katedrale ulaşıyoruz. Çan kulesi bile Mağrib ‘in minarelerini andıran yöresel imgelerden bol miktarda. Bazilikal tarzda inşa edilmiş. Güzel bir cam işçiliği var içeride. Onun dışında pekte bir şey yok.
Çıkıyoruz. Kapının önünde ortaokul yada lise kızları var. İrandan, Baltıklardan sonra pek bir yavan geliyor bu coğrafya görsellik açısından. Tabii, bu benim görüşüm elbette.
Giriş adam başı 10 md. Fakat oldukça küçük üç galeriden oluşmakta. Giriş holü, sağda bir başka odacık ve ileride küçük bahçeden geçilen diğer oda. Fazla bir parça yok ve içeride fotoğraf çekmekte yasak. Bununla beraber tunçtan yapılmış bir yüz şekli ve pişmiş topraktan harikulade bir gladyatör biblosu var. Parçalar genelde ağırlıklı olarak Volubilis’ten getirilmiş.
Oldukça düzgün ve temiz ayrıca havalı diyebileceğimiz 5. Muhammet Caddesi’nden yürüyerek medinaya doğru ilerliyoruz. Rabat medinası şimdiye dek gezdiğimiz kentler içinde en rahat gezilebilir durumda olan medina diyebilirim. Tabii gene de elinizi kolunuzu rahatlıkla sallayarak gezebileceğinizi iddia edemeyeceğim. Gene sümüklüböcekçilerin, pılıpırtıcıların ve cdcilerin arasından slalomlar yaparak dolaşmanız gerekiyor.
Yaptık; yolun sonunda bir mezarlık ve ardında uçsuz bucaksız okyanus. Solda yüksek bir fener. Bir adama denk geldik. İngilizce biliyor ve bizimle konuşmaya başladığında şüphelenmeye başladık. Fakat ilerideki kulüpte sörf hocalığı yaptığını, zaten sahile doğru gittiğini, bize eşlik edebileceğini söyledi. Sağdan soldan ülkeden bahsediyor bilgiler veriyor eyvallah.
Kezbah ‘a geçtik. Kezbah bir nevi iç kale olarak adlandırılabilir. Oudayasların Kezbahı olarak anılıyor literatürde. Ouayaslar savaşçı bir Arap kavmi. Sultan tarafından şehri korumak için yerleştirilmişler. Kezbah’ın sokaklarına daldığınız anda kendinizi Fas’tan çıkıp Santorini ‘ye gelmiş gibi hissediyorsunuz. Mavi, beyaz boyalı duvarlar, mağribi desenli giriş kapıları, kapılarda yada duvarların çıkıntılı yerlerinde evlerin inşa tarihlerinin işlendiği bezemeler.
Buradan surlara çıkıyoruz. İleride 2. Hasan Kulesi tam karşıda Sale. Korsanların kenti. Hatta daha doğrusu korsanların demokrasi ile yönetilen cumhuriyeti. Ama Sale yarına kaldı. Bizi gezdiren adam ise Sale ‘nin günün her saati hırsızlar ve türlü ahlaki mugayir tiplerle dolu olduğunu anlatmakta bize. Bense bu adamın her geçtiğimiz yerde insanlarla selamlaşmasına takmış durumdayım. Bir iki kez nerede kaldığımızı sordu. Zaten otelin adını bilmiyoruz. Gözüme takılan bir otelin adını verdim konuyu dağıtmak için. Gelmeyen, şehirde takılan iki, üç hayali arkadaşımızın varlığından bahsettim.
Çağlarda da ise bir durgunluk var. Nasıl olduğunu sorduğumda ise iyi olduğunu söylüyor ama birbirimiz konuşmaksızın anlayabileceğimiz kadar seyahat ettik zorlu ortamlarda.
Kale ana baba günü. Gün birazdan batacağı için sevgililer toplanmış. Şöyle bir bakıp aşağıya, kumsala doğru iniyoruz. Sahilde ben fotoğraf çekmek için uğraşıyorum. Çağlar adamın yanında, yanlarına gelmem için bana sesleniyor.
Fastaki diyalogların en güzellerinden birini yaşıyoruz.
Adam, bize, kendisine eşlik ettiğimiz için teşekkür edip kendisine teşekkür etmemizin yeteceğini ama gönlümüzden kopacak bir şey olursa alacağını söyledi. Çağlar küfür etti, bense bir, iki bir şey vermesini söyledim sakince. Çağlar cebinden 20, 30 md çıkarttı. Bunun üzerine demin teşekkürden bahseden adam aniden parladı ve
“This is nothing” dedi. Ne istiyorsun soruma ise adambaşı 20 euro demez mi…
O an gözüm karardı. Ben adama laf anlatıyorum, Çağlar yandan bağırıyor. Adamsa umursamaz tavırla bir şeyler diyor bize. Durmadan sağa sola bakması, erketede birilerini beklermiş gibi hareketler yapması beni iyice gerdi. Etrafta gün batımını seyretmeye gelen çiftler, tek takılan tipler ise şöyle bir bakıp bizi görmezden geliyorlar. Ben de polis bakındım ama gelen giden yok.
Adama dedim ki “polis bulup anlatalım ne derse eyvallah”. Adam bunu da umursamadı. “Bize başından söylesen para isteyeceğini gel demezdik” dedim. “Rehber kitaplarımız var yardımın gerekmiyordu”. Çağlar ise “adamların ülkesinde polis kimi tutar abi, başımıza daha beter iş almayalım” diyor. (Sonradan öğrendik ki Çağlar haklıymış)
Adam gayet pişkince yanıtladı.
“Karım var küçük bir çocuğum var. Onları geçindirmem lazım”.
Çocuğun üretiminde bir etkim olmadığı için bakımında da bir etkim olamayacağını söyledim. Soğuk duş etkisi yarattı herifin üzerinde.
“Ne yapayım, sizi Kezbah’ta soysa mıydım, gasp mı etseydim” dedi.
Delirdim. Adam normalde değil sadece beni, Çağlar’la ikimizi tek başına alt edebilecek kadar atletik görünüme sahip. Fakat bildiğim tek şey kavgada “vuran kazanır” kuralı. Adama çok yakınım nasıl olsa, hafif esneyip kafa vurmam yetecek ama Çağlar çok güçsüz görünüyor.
“Dalayım mı, öldüreyim mi bunu?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Çağlar neyse ki sağduyunun sesi her zaman “Deli misin abi, verelim parayı defolsun gitsin” diyor.
Bir on euro verip sepetliyoruz adamı. Ama gururuma kötü dokundu bu durum. Uzun süre Çağlar ile konuşmaksızın, birbirimizden uzakta oturup durduk. Bana göre, meydan okundu ve sindik, kavga etmeli ve sonucu görmeliydik. Zaten gün batımının en güzel anlarını Allah’ın soytarısı bu herifle tartışırken kaçırmışız.
Dönelim diyoruz. Gayet isteksizce ayaklarımız sürüyerek otele dönüyoruz. Çağlar kötü görünüyor, bir şeyler yemek için tekrar dışarı çıkıyoruz ama pek bir şey yok. Bir kafeteryaya kapağı atıyoruz. Akşam dokuz ama neredeyse tüm dükkanlar kapalı . Kafeteryanın çalışanları da gidelim diye gözümüzün içine bakmaktalar adeta. İnat edip duruyor ve açık televizyondaki klipleri seyrediyorum. Sağ olsun, Faslıların klip anlayışı erotik ile pornografik arasında gidip gelen bir sarkaç gibi. Avrupalılara hak vermeye başlıyorum.
Çıkmamak üzere tekrar oteldeyiz. Havlu yok. Havlu yerine adam başı birer tane çarşaf veriyorlar. Sezar gibi dolanıyoruz. Musluk kapanma konusunda pek istekli olmadığından uğraştırıyor bizi. Gerçekten daha önce bu kadar zorlandığım bir yer olmamıştı.
Gece Çağlar bir ara kalkıp tuvalete gidiyor. Kusmakla meşgul. Çıktığı zaman ”nihayet şimdi rahatladım” diyor. Gece uyuyamıyorum. Çok nedeni var. Gururum incindi, hayır yerle bir edildi. Dayak yeseydim bu kadar kötü hissetmezdim. Dahası Çağlar’ın da bu geziden hoşnut kaldığını sanmıyorum ama kırılmamam için belli etmemeye çalıştığının farkındayım. Pek konuşmuyoruz. Şehri de pek gezemedik istekli bir şekilde.