Çok apar topar olduğunun bilinciyle, aslında gayet baştan savma bir şekilde Fas hazırlıklarını bitirdik. Kadıköy’de Çağlar’la buluşup havalimanına giden otobüse attık kapağı. Şansımıza, bizim tanıdıklardan Mustafa‘ya da denk geldik.
Normalde diğer gezginlerin yazılarında oldukça az sayıda yolcu olduğu söylense de bekleme salonunda oldukça çok sayıda yolcu vardı. Yayılıp yatma planlarımız yerle yeksan olmuştu. Zaten giriş sırasında fotoğraf makinamın objektifi şüphe uyandırmış, çantamı açıp göstermeme rağmen adımı uyduruktan bir listeye eklemişlerdi.
Airarabia uçuşlarında uçuştan hemen önce uçuş duası adı altında bir dua okunuyor. Bence güzel bir uygulama, ben zaten korkudan neredeyse hatim indiriyorum. Genelde insanlar bu durumu küçükseyerek yazmışlar bloglarında nedense.
İlk defa bir uçuşta uyuyabildim. Uyudum dememe bakmayın tavşan uykusu elbette. Pilotun alçaldığını sandığım bir anda indiğimizi fark ettim. Kim ne derse desin ben Airarabia ‘dan oldukça memnun kaldım.
Fas bize vize uygulamıyor ama tıpkı Lübnan’daki gibi bir giriş formundaki saçma sapan soruların cevaplanması bekleniyor. Vize olmaması sınır memurlarının tiplerini beğenmediği yolculara ahiret soruları sormalarını engellemiyor elbette. Tipimde bir şey var sanırım. Burada da bana bir memur denk geldi. Çağlar bir yan kontuardan tabiri yerindeyse elini kolunu sallayarak girdi ama benim karşımdaki sakallı memur ortalama üstü bir İngilizce ile benden otel rezervasyonlarımı istedi. Ben, gezdiğim yerlerde bulacağım otellerde kalacağımı, önceden bir rezervasyon yapmadığımı söyledim. Pek ikna olmadı. Sonra yanındaki adama bir şey diyerek kahkahalarla gülüp yüzüme anlamadığım bir dilde bir şeyler söyleyerek dünyanın en külfetli işlerinden biriymişcesine pasaportumu damgaladı.
Havalimanının içinde kalıp etrafı röntledik para bozdurduktan sonra. Havalimanı kural gereği en kötü kurlardan birine sahip. Hele sabahın 3:30 ‘u gibi bir saatse indiğiniz zaman bazı oranlar kabul edilmesi gereken rakamlar oluyor. 50 euro bozup çıkıyorum sıradan.
Havalimanında Afrikanın her ülkesinden tipler var. Özellikle “Sahil” denilen Senegal – Zaire arasında Fransızca konulan ülkelerden türlü insan söz konusu. Şehre giden ilk tren saat 6 ‘da. Bakınmak ve uyuklamak dışında pek bir şansımız yok aslında.
Biraz zaman geçirdikten sonra tren biletini almak için merdivenlerden indik ama henüz gişe kapalı. Fakat elektronik bir kiosk yardımımıza yetişti. Böyle aletleri kullanmada pek kıvrık zekalı sayılmam ve bundan dolayı da çekingen davranırım ama bu kez her nasıl yaptık bilmiyorum ama İngilizce menüye ulaşarak zorlanmadan şehir merkezine giden iki bilet aldık. (kişi başı 40 md)
Trende bizden başka uçakta da dikkatimizi çeken Faslı grup var sadece. Türk olduğumuzu söyleyince “Aksaray, Taksim” diye baş ütülemeye başladılar beri. Petronius ‘un “Kuzey Afrika’nın maymunlarından dahi daha fazla gürültü yapmak ” diye kullandığı deyimi anlar gibi oluyorum. Kızların kılıkları da her türlü insanın bir şekilde bir arada takılabildiği bir ülkeye geldiğimiz izlenimini veriyor bana.
Yarım saat kadar sonra iniyoruz. Dikkat edilmesi gereken Kazablanka ‘da iki ana istasyon var. Biri cruise gemilerine yakın olan “Casa Port” diğeri de şehir merkezine biraz daha yakın olan “Casa Voyageurs”. Biz ikincisinde indik; hızlıca henüz sabahın kör bir saati olduğundan pekte cevvalce saldırmayan taksicileri savuşturup ilerideki tramvay hattına ilerledik. Görevli hattın 2. Hasan Camii ‘ne gitmediğini söyledi ya da biz öyle dediğini anladık ve taksicilerin yanına kös kös döndük. Bu arada bu istasyondan şehir merkezine yada Medina kısmına tramvay ile ulaşabilirsiniz.
Taksici taksimetreyi açtı. Şimdilik bir yamuk yok. Radyodan dua ve ilahi sesleri geliyor. Yol boyunca konuşmaksızın epeyce süren bir yolculuğun ardından henüz Pazar gününün tembelliğinden sıyrılmamış sokakların arasından bizi camiye getirdi. (25 md) Ama sanırım istasyondan iner inmez cami aradığımız ve günün bu saatinde turist olamayacağımızı düşündüğünden olsa gerek sadece 20 md aldı.
Biz ilerlerken çok sayıda Faslının günün bu saatinde koşturduklarını görüyoruz. Sporu seviyorlar sanırım. Bizim dikkatimizi bunlar çekerken camiye doğru ilerleyişimiz bir başkalarının dikkatini çekmiş olacak ki aydınlatmayı kapatıyorlar. Açık bir kapı bulup içeriye süzülmeye çalışıyorum ama nafile. Yıllar öncesinde, bir Patos reklamında Meksika sınır kapısından geçiş temasının bir benzerini yaşıyorum.
-Türk müsün?
-“Evet”
-“Müslüman mısın?”
-“Elhamdülillah” (evet bir cevap olarak kabul görmüyor. Bunu bilip gelmiştim)
Aynı anda yüz binden fazla kişi namaz kılabiliyormuş. Kral camiyi denizin üzerini doldurtarak inşa ettirmiş. Tabii ki mimar Fransız. Maliyet o günün parası ile 1 milyar dolar civarı. Allah kabul etsin de bu para halkın eğitimine aktarılmış olsa daha iyi olurmuş geliyor bana.
Yersen, Fas halkının krallarına hediye amaçlı olarak kendi aralarında topladıkları paralarla yapılmış (Faslıları tanıyınca Faslı mantalitesi gereği bunun mümkün olmadığını anlıyorum. Çünkü Faslı sadece alır, vermez.) ama pek çok kişinin dediğine göre halka yüklenen ek vergilerle inşa edilen bu tapınaktan ayrılmaya karar verdik.
Çağlarla beraber yürümeye koyulduk. Sabah sporu aşkına koşanlar dışında kimse yok. Fakir görünümlü binalar ileride sahili kapatan zincir otel inşaatlarının gerisinde yanaşan cruise gemilerinin varsıl müşterilerince görülmeyecek şekilde kalmış. İlk gördüğümüz yer Rick’s Cafe. Hani Kazablanka filminde adı geçen mekan. Film aslında Florida da çekilmiş ama adından esinlenen bir girişimci buraya da bunu kondurup işletmeye başlamış. Öğleyin açılan ve üç saatlik öğle tatilinin ardından gece yarısına dek açık kalan tam bir sazan avı tesisi.
Yol üzerinden sağda Medina ‘ya saptığına inandığımız sokaklardan birine daldık. Solda Quod Al Hamra Camii ‘nin muhteşem işlemeli ahşap giriş kapısına denk geldik. Sağda da büyük bir rezidans var ama her şey ya Arapça yada Fransızca.
Dar, pis ve bakımsız sokaklardan ilerleyerek bir kahveye oturuyoruz. İçimizi ısıtması için nane çayı sipariş ediyoruz. Yanımızdaki bisküvilerin yanına takviye olsun diye bitişikteki pastaneden tanesi 1 md den açmalar alıyorum. Mekandan ilgisiz, temiz ve bakımlı bir pastane.
Kahveye dönüp atıştırıyoruz. Türk olmamız bir artı. En azından şimdilik. Çağlar bisküvilerden ikram ediyor. Adamlar almıyorlar. Niyeyse “Helal, Türki” diye adamlara bağırırken buluyorum sonra kendimi. Bunun üzerine adamlar alıyorlar birer tane.
Çıkıyoruz. Çaprazdaki meyve suyu sıkan dükkandan birer muzlu süt takviyesi yapıyoruz. Nerede İsfahan’daki ihtiyarın muzlu sütünün lezzeti. Enerjidir diyerek içip tekrar Medina içindeki dar ve pis sokaklarda turlamaya başlıyoruz. Türlü ıvır zıvır ve kalitesiz taklit ürünün satıldığı mekanlarda dolanıyoruz. Şimdilik yapışan pek kimse yok. Medinayı dış dünyadan ayıran duvarların arkasına çıkıyoruz. Sefalet, parasızlık ve belki de asıl nedeni olan ruhsuzluk had safhada. Sabahın kör saatinde şiş kebap yapanlar mı yoksa kayışımsı, metrelik okyanus balıklarını satmaya çalışanlar mı? Tarihte ilk kez turist olarak biz gelmişiz gibi garipseyerek bakan insanlar. Ara sokaklara girmek istiyorum ama insanlar el işaretleri ile durduruyor bizleri. Zaten insanları fotoğraf çektirmekten haz etmemekte. Hasbelkader kadrajınıza girdiğini hissettikleri an kadın yada erkek ayırt etmeksizin başlarını çeviriyor yada elleriyle yüzlerini örtüyorlar. Saygı duyuyorum elbette. Fakat kimilerinin o meydan okuyan tehditkar bakışları var ya… Sanırım bende aynı tepkiyi onlara veriyor olmalıyım.
Buradan çıkıyoruz nihayet. Solda, ileride Fransız Kilisesi görünüyor. On metre gerimde sefalet, yolun karşısında ise taban tabana zıt bakımlı binalar. Nereye geldim Allahım. Yol boyunca ilerliyoruz. İngilizce geçmiyor hiç. Çat pat Arapçamızda ekmek çıkarmıyor. Çağlar bunu önceden fark etmiş ve Mısır’da kullanılan cümleleri, kelimeleri insanların anlamadığını söylemişti ama üstelememiştim. İleriden gelen kızlara soruyorum. Tiplerine bakınca karşı tarafın kızları olduğu belli oluyor. Zenci kız iğrenç bir İngilizce ile yanıtlıyor. Ama Fransızca konuşamadığımı öğrenince öyle küçümser bir tavırla konuşuyor ki sormaz olaydım diyorum. Sanki Rihanna hatun. Esmerce bir adam geliyor yanımıza bu kez. İngilizce konuşuyor; gemici olduğunu ama gemisindeki motor arızası nedeniyle günlerce kalacağını söylüyor şehirde. Moritanya’daki ailesini aramak için telefon kartı alacağını ve 50 dirhem istediğini, Türkler kardeş, Erdoğan gibi kelimelerin arasına sıkıştırıyor. Yakınlarda postane olması lazım haritaya göre. Gidelim diyorum cayıyor adam ama Çağlar verelim gitsin diyor. Başımızın gözümüzün sadakası olsun diyerek veriyoruz.
Fas’ta tip çeşitliliğini bekliyordum. Şöyle ki ülke Afrika ve Avrupa arasında bir köprü olduğu için Fransızca konuşan Afrika ülkelerinden Avrupa’ya en ucuz ve kısa ulaşım Fas üzerinden yapılmakta. Ülkenin orijinal sahibi Berberiler yüzlerce yıl önceki Arap akınları ile çöle atılmış olsa da halen karma evlilikler mevcut. Sale gibi korsan yataklarında ise Avrupa’nın dört bir yanından getirilip satılan esirlerden de bir tutam attık mıydı bu karışıma aman aman. Fransız etkisi de azımsanamaz. Bakımlı bir Faslı kızın – eğer çok esmer değilse- bir Fransız kızla karıştırılmaması güç.
Yapacak bir şey kalmadı. Pek çok gezgin Kazablanka’ da bir şey yoktur derdi. Gerçi Tahran içinde derlerdi ama biz gereğinden çoğunu bulmuştuk. Ama burada gerçekten yok bir şey. Faslı arkadaşım Kazablanka’nın lüks ve eğlencenin başkenti olduğunu söylemişti İstanbul ‘a gelmeden önce. Sonra fikri elbette ki değişmişti. Gene de ben lükse ve eğlenceye dair bir şeyler görmeksizin Çağlar ile beraber Marakeş ‘e geçmeye karar vermiş bir şekilde CFM otobüslerinin kalkış noktasını arıyoruz. Planlara göre akşam hava kararana dek Kazablanka’da kalacaktık ama Arapların ne kadar sözünün eri olduğunu bildiğimden elbette ki bir B planı oluşturmuştum.
Fas’ta pek çok otobüs firması var. Genelde 2,3 euro kadar fazla para vererek kısmen devlete ait CFM ‘yi seçmek avantajlı oluyor. Araçlar daha yeni ve genelde bu 2,3 euroluk fark çoğunlukla boş yer olmasına olanak sağlıyor. Bin bir güçlükle CFM ‘i bulup on dakika sonraki otobüse yer buluyoruz.
Üç saati aşkın yolculuk boyunca seyrekte olsa uykuya dalıp dalıp çıkıyorum. Çağlar ise uykuyla arası daha iyi olmalı ki epeyce uyuyabildi. Tek düze bir manzara yol boyu eşlik ediyor. Kırmızı, killi topraklar, fakir köyler… Afrika’nın en zengin, en kültürlü ülkelerinden birisi hesapta. Otobüsteki tipleri inceliyorum, yüzlerindeki derin kırışıklardan köylü olduklarını tahmin ettiğim hırpani giyimli insanlardan ayrı oturan ellerinden pahalı telefonları düşürmeyen ağır makyajlı kızlar, muhtemelen bu kızların dikkatini çekmek için debelenen ve bunun için oldukça gürültü çıkaran oğlanlar.
Yapacak bir şey olmadığından düşünüyorum. Tanıdıklarım içerisinde üç, dört dili çok iyi konuşan insanlar var Faslılardan. İngilizcelerini kendimle kıyasladığımda ilkokul çocuğu gibi kaldığımı da itiraf etmeliyim. Fakat sonuç olarak elde bir şey yok. Fransa’nın ve Belçika ‘nın ucuz işgücüne katkı dışında bir varlık nedenleri olmadığını düşünüyorum bu insanların. Sadece keşke Kurtuluş Savaşı ‘nı yapacağımıza bir ülkeye sırtımızı yaslayıp gelişseydik (bkn. Manda) diyen tiplerin burada olmasını isterdim. Hangi ülke sırtını gelişmiş bir ülkeye yaslamışta adam olabilmiş. Gördüğüm ülkelerde buna denk gelmedim. Son sürat dejenerasyonun girdabına kapılmış ülkemde bile buradaki kadar büyük uçurumlara denk gelmedim.
Marakeş garında iniyoruz. Şehrin epeyce dışında olduğumuzun farkındayım. Elimde bir harita vb yok. Var olan ise LP’nin haritamsı nesnesi ki artık Lp ‘deki haritaları pek güvenim kalmamış durumda. Yapacak bir şey olmadığı için taksicilere kurban gideceğiz. Tahmin ettiğim gibi de oluyor. 60 Md ‘den kapı açıyorlar. Ben itiraz ediyorum. Beriki gelip grand taksi ile 80 md olduğunu söylüyor. Bense İngilizlere 20 dirhem olduğunu bize kazık atmamasını söylüyorum. Çağlar da gerilip yürüyelim diyor. İlerlemeye başlıyoruz ama tahminen şehrin olduğu yöne doğru. Adamlar tekrar sesleniyor bize. 35 md ‘ye anlaşıyoruz.
Fnaa Meydanı’nın girişinde indiriyor bizi. Meşhur meydanda amaçsız bir kalabalık var şimdilik. Henüz bir hareketlenme oluşmamış. Hayalim meydanı gören bir oda bulup anlatılan o görüntülere şahit olabilmek. Girdiğimiz ilk otelin geceliği adam başı 6 euro. Fakat meydana bakan odanın camı tahtalarla kapatılmış. Şamda kaldığım mezar odası gibi yerden sonra çekemem doğrusu. Hiç bir şey görmeden, zifiri karanlıkta, dışarıdaki şuursuz kalabalıktan gelecek ses eşliğinde uyuyabileceğimi pek sanmıyorum. Çıkarken resepsiyonundaki kadınlar gerilerdeki başka bir otelden bahsediyorlar ama planlarım çok çok başka.
Meydanın öteki köşesindeki başka bir otele giriyoruz. Otelin fiyatı önceki ile aynı ama içi sanki çok sayıda binanın birleştirilmesiyle oluşmuş gibi. Adam bizi en uçtaki odaya götürüyor. Odalardan birinde şişmanca iki kadın tepeleme doldurulmuş bir pilav kazanından bir şeyler yiyor. Koku tüm katı kaplamış. Hemen çıkıyoruz.
Meydandan çıkıp devam ediyoruz. Pahalıca bir otelin yanından içeri dalıp “riyad” denilen otellerden birine giriyoruz. Riyadlar ortasında küçük avlular bulunan iki yada daha fazla katlı konukevleri. Son zamanlarda bunlar onarılıp turizme kazandırılıyor. Girdiğimiz tesisin adı “Selsebil”. Ama Çağlar’ın taktığı ad “sersefil”. Aslında oldukça iyi bir tesis. İki kişilik odanın fiyatı 35 euro iken 25 ‘e dek indirebiliyorum. Dahasını da denemedim değil. Şu aşamaya dek Fas görsel açıdan beklentimi karşılamadı, dolayısıyla temel ihtiyaçlar dışında bir şey harcamamayı kafama koydum.
Eşyaları bırakır bırakmaz dışarı çıkıp sokaklara körlemesine attık kendimizi. Ana planımız belli ama ekstradan elimizde olan zamanı renkli bir şekilde harcamak istiyoruz. Şuursuzca, sokaklarda kaybolmak amaç. Sokaklarda dev bir çember çizip tekrar meydana varıyoruz. Kalabalık artmış ama henüz beklenilen kıvam ortada yok.
Meydandan çıkıp şehrin simge yapılarından olan ve hemen hemen her yerden minaresi görülebilen Kutubiye Camii’ne doğru ilerledik.
1184 yılında başlanmış. Kırmızı kent Marakeş ‘in genel yapısına uygun pembemsi taştan inşa edilmiş on beş senede. Kutubiye kitap satıcısı demek ve eskiden yakınlarda kitapçılara ait bir çarşı varmış. Almohadlar ve Almuravvidler arasındaki çatışma sırasında ilginç bir kader paylaşmış. İlk yapıldığında mihrap tam olarak kıbleyi göstermiyormuş. 5 derecelik farkı tespit eden Almohad halifesi Almuravvidlerin yaptırdığı camiyi yıktırıp daha doğru bir cami yapmaya niyetlenmiş. Bu kez fark on dereceye çıkmış ama ne gam. Önemli olan niyet değil miydi?
Rehber kitaba göre minareye çıkılabiliyor. Bu camide dört top var. Efsaneye göre kralın karısı orucunu üç saat erken açar ve bunun kefareti olarak üç bakır topu hediye eder. En üstteki küçük top ise kadının kendisine ait altınların eritilmesiyle imal edilmiş.
İçeriye girerken görevli bize Tayyip Erdoğan ‘ı soruyor. “Büyük adam” diyor. Yorum yapmıyorum. Bu coğrafyalarda bizim başbakan favori simalardan. Minareye çıkışı soruyorum bense, “yok” diyor, bir şeyler daha diyor ama ben ne Fransızca anlarım ne Arapça.
Uzatmadan caminin içine dalıyoruz. Şunu söylemeliyim, ne orta doğudaki gibi yan gelip yatan insanlar var ne de İran camileri gibi cemaat hasreti çekiyor. Gerçekten içinde ibadet eden insanlar var. Garipseyip bakıyorlar ama üstelemiyorum. Genelde önlerinden biri geçip de namazları bozulmasın diye çok sayıdaki duvarın yada ayağın arkasında namaz kılmayı tercih ediyorlar.
İç dizayn güzel. Gitgide küçülerek zarif bir perspektife meydan veren pervazlar çok hoş. Kimi ayakların tepesinde malzemeye gömülü, mermer sütun başları var ki bunları tam anlamıyla kavrayamadım.
Dışarı çıkıp medinayı saran duvarların dışına çıkıyoruz. Şehir İran’daki şehirler kadar belki de daha da fazla bir yeşil alana sahip. (Dikkat ettiyseniz bizimle kıyaslamıyorum bile) Parklarda takılıyoruz. İnsanları izliyoruz. Daha özgür bir ülke olduğu için İran’daki gibi (ayrıca bizdeki gibi) kuytulardan istifade eden insanlara rastlamıyoruz. Aslında manitasıyla beraber dolanan insana da rastlamış değiliz.
Adam önce bugün Berberi Pazarı olduğundan bahsetti. Ama şanssız olduğumuz için kaçırmışız saatini. Bununla beraber Müslüman olduğumuz için şanslıymışız ve kendisi de Müslüman Türk kardeşlerine yardım edebileceği için çok mutluymuş. Çünkü otantik Berberi eşyaları satan kooperatifin başkanı çok yakın arkadaşıymış ve dükkanı da açıkmış. Elbette ki yakınmış.
Adamla gittik ve girdik. Sakallı bir adam, etrafında koşturan orta yaşlı, tombulca bir kadıncağız ve az görünen güzelce bir kız. Ülkemde alasını bulabileceğim tabak çanak, pılı pırtı ve ıvır zıvır tepeleme doldurulmuş.
Ne olacağını beklerken, merdivenlerle çıktığımız odanın ortasındaki masaya buyur edildik. Hemen ortaya nane çayı getirildi ve Fas usulü servis edilmeye başlandı adam tarafından. Çay küçük bardaklara yukarıdan boşaltılıyor ve böylelikle soğuması sağlanıyor. Faslılara göre bin bir derde faydası var. Bir yemek programında izlemiştim, özellikle ağır ramazan sofralarından sonra sindirimi kolaylaştırmak için tüketiliyormuş. Bizi getiren adam programda belirtilmemiş bir özelliği daha bizimle paylaştı. “Kamışa da çok faydası varmış”. Duymamış gibi yaptım adam da uzatmadı.
Biz kem küm ettik. Ne uyduracağımı bilemedim. Adam bizim için öğrenci indirimi de yapacağını söyledi. Eh, halen öğrenci olacak yaştaymışçasına gösterdiğim için gururum okşanmadı değil ama cüzdanımdaki paralar ile olan ilişkimi bir çift güzel lafa kanıp bozmayacak kadar kaşarım sanırım.
Bizden bir ses çıkmadı, adam da dayanamayıp bizden fiyat teklifi istedi. Ben bir şey almayacağımızı, blog yazarı olduğumuzu söyledim. Mushaf görmüş şeytan gibi irkildi, neden vaktini çaldığımızı sorarcasına hiddetli bakışlarla bizi süzdü. Ve Fas’ta ticarette üç kez pazarlık yapıldığını bu süreç içinde alım yapılırsa yapıldığını, olmazsa olmadığını söyledi. İkinci çaydanlık o sırada hızla masadan kaldırılıverdi ve biz de bunun bize bir nevi “artık gidin” mesajı olduğunu anladık ve çıkıverdik.
Vakit öldürerek ki aslında tam anlamıyla bir katliamdı, akşamı ettik ve meydana tekrar döndük. Meydanı şöyle tarif edeyim. Büyükçe boş bir alan hayal edin. İçine meyve suyu satanlardan, tajincilere, yılan oynatıcılarından hokkabazlara, fahişelerden madrabazlara türlü insanı doldurun. Oradan geçen ve ülkenin halkını oluşturan karışımdan bolca dökün ve üzerine bu anlamsız kalabalığı meraklı bakışlarla izleyen Avrupalılar ve biraz hayır hayır epeyce tepeden bakan Fransızları ekleyin. Bir zamanlar Fas krallarının idamları yaptığı Faniler Meydanı tımarhanenin tam kendisi, Mad Max filmlerindeki kıyamete çeyrek kala görünümünün canlı gözle görülebilecek en yakın hali.
Meydanda, kıyıda köşede bir halka ile herhangi bir süre kısıtlaması olmaksızın meşrubat şişesi yakalamaca oyunu vardı. Bir kişi başardı ben de ayıp olmasın diye alkışladım. Herif epeyce kıl kıl baktı, anlayamadım.
Petronius ‘un dediği gibi “en akıllı adam bile delilerin arasında zırdeli olarak ayrılır”. Yorgunluk ve satıcılar ile yaptığımız koşturmaca ile iyice yıpranan bedenlerimizi dinlendirmek için odaya çekildik erkenden.
Farkındayım ne Kazablanka’yı ne de Marakeş ‘i tarihsel özellikleri ile anlatmadım. Anlatacağım, eğer uyanabilirsem…