Kalenin yanındaki acentaya gidip aracın gelmesini bekledik. Alışılageldik gecikmelerle de olsa gelen minibüse binerek yola çıktık.
İrlandalı yaşlıca bir çift, Cezayirli hafif kırık bir genç (delikanlılığın kitabına katkıda bulundu ama), genç Fransız bir çift. Grup bundan ibaret.
Önce Bububu kasabasından geçtik. Adada eskiden bir tren yolu mevcutmuş. Bububu da terminal istasyonun bulunduğu yerleşim. Biz tren sesini çuf çuf çuf olarak nitelerken Zanzibarlı esmer kardeşlerimiz “bu bu bu” olarak algılamışlar.
Bububu ‘dan sapıp adını hatırlayamadığım bir yerleşimde bir bakkaldan su vb aldık. Sonrasında da Kizimbazi denilen yerleşimde bizi bekleyen baharat tarlalarından birisine yol aldık.
Zanzibar baharat üretiminde de hem çeşitlilik hem de miktar açısından bir zamanlar dünyayı sırtlamış. İngilizler adayı ele geçirdikten sonra özellikle başka milletlerin elinde dolayısıyla tekelinde olan baharatları kaçırarak adada üretmeyi başarmışlar. Ana karadan nispeten izole oluşu, vahşi hayvan bulunmaması ve pek çok tropik ve egzotik meyve ve baharatın doğal düşmanının olmaması İngilizlerce adanın üretim için biçilmiş kaftan olduğu düşüncesini uyandırmış.
Günümüzde bu tarlaları gezebileceğiniz turlar var. Stone Town ‘dan başlayan turlar Kizimbazi adındaki yerleşim civarında, anlaşmalı oldukları çiftliklerde size hem tanıtım hem tadım yaptıracaklar.
Günümüzde karma tarlaların bazıları turistlere açılmış. O kadar çok şey var ki… Baharatlara kulağımız alışık. Cezayirli dostumun zencebili benim zencefilim. Lipstick bitkisi ile dudaklar boyanıyor, zerdeçal ile sapsarı olabiliyor bunlardan da sabun bitkisi ile kurtulabiliyorsunuz. Bu sabun bitkisi bizde de var gibi geldi bana.
Kimi baharatlar tanıdık gelecek kimisi ise farklı görünecek. Burada güzel kokulu karanfiller saksıda duran süs bitkileri değil devasa ağaçlar. Kırmızı, killi Afrika toprağının bereketi sizleri şaşırtacak.
Meyveler de envai türlü. Karambola nam yıldız meyvesi diye bir meyveye denk geldik. Enine kesildiğinde beş köşeli yıldız gibi görünen şeftali, kivi ve greyfurt gibi türlü meyvenin tadını içeren C vitamini bombası bir meyve. İki, üç tohumu alıp evde ektim ama sonuç çıkmadı.
Jackfruit diye devasa bir meyve aklımda kalmış. Malezya taraflarından bir lezzet. İki kilo kadar olan meyveleri insanların kafalarına düşmesin diye civardaki milleti ağaçlardan uzak tutarlarmış.
Zanzibar ‘ın kahvesi de meşhur. Burada kahvenin uzamasına izin veriliyor. Bu da bodur tutulan diğer kahve türlerine göre bir fark yaratıyor olmalı.
Bizi toplayıp bir köye getirdiler. Alıştığımız manzaralar artık. Dünya güzeli veletler, biz orada yokmuşuz gibi işine gücüne devam eden gençler ve modern dünyanın en basit nimetinden bile yoksun görünen sefil kulübeler. Amaç yerel yapım sabun vb satmak. Bunu yaparken de kahve ve çay ikram ediyorlar.
Ne ikilem. Afrika’da, böyle bir köyde bu ikram kabul edilmeli mi? Beleş… Ama ya hijyen. Eşim iki bardak kahve ve bir bardak çay içiyor. Baktım Avrupalılar, boş beleş Fransızlar bile bardak bardak içiyorlar ben de geri durmayayım dedim.
Buradan bir eve geçtik. Yemek vakti. Pilav var. Bir leğen içinde getirdiler. Yiyebildiğim yerleri yedim ama herkes koca leğeni süpürmüştü. İrlandalı çift feribota yetişecek. Turdan erken ayrılıyorlar ama bulunduğumuz yerden limana gidebilmek zor. Ama söylediklerine göre turu alırken bu konuda anlaşılmış. Bir şekilde orta yol buldular ve bizim gruptan ayrıldılar.
Güneş iyice tepeye çıkmış ve yakmaya devam ediyor. Bizi alıp batı kıyısındaki bir mekana götürdüler. Giriş paralı. İki usd kadar bir para ödememiz gerekiyor ama cepte tek kişilik Tanzanya Şilin ‘i kalmış. Rehber cepteki 100 usd ‘yi bozamıyor ama iki kişiye iki dolara gelin demiyor. Cezayirli kardeşim bastı parayı bizi mağduriyetten kurtardı, “iki doların lafı mı olur” diye de mahcubiyetin dibine yuvarladı. Yolun dünyanın dört bir yanında açık olsun Cezayirli kardeşim.
Zanzibar 38 dakikada İngiliz donanması karşısında beyaz bayrak çekince İngilizlerin tüm taleplerini de kabullenmek zorunda kalır. Bunlardan en makulü de – bence – adada köleliğin kaldırılmasıdır. Yasal olarak kaldırılır ama karanlık gecelerde bir şeyler olmaya devam eder. Buradaki gibi küçük mağaralar köle ticaretinde kullanılır. Bunlardan birine girdik.
Bir mağara ağzı. Yanında tutunarak inebileceğiniz bir merdiven yapılmış olsa da nemli taşlar tehlike ve korku yaratıyor. Ama eski dönemlerde bu detay yokmuş. Üç, dört metre yüksekten insanlar atılırmış. İlk atılanlar yumuşak bir zemin vazifesi görünce de diğerleri atılırmış. Daracık bir mekan. Duvarlardan incecik bir su süzülüyor. Altı yüz kişinin buraya sıkıştırıldığı söylendi. Mağara içinden de sahile doğru bir tünel kazılmış. Su
yükseldiği zaman o çıkışta kapanıyor ve kölelerin hürriyete ulaşma ihtimali ortadan kalkıyormuş.
Sahile doğru yürüyoruz. Burada deniz molası da var ama hava bozdu. Dev dalgalar sahili dövüyor ve yüzmek mümkün görünmüyor. Sahilde dolandım. Tıpkı Tayland’daki gibi küçük balıklar kurutuluyor. Bizim gümüş balıklarının yavruları gibi. Adanın protein ihtiyacının giderilmesinde kullanılan yöntemlerden biri bu da. Stone Town ile bu iç kesimler apayrı. Neredeyse her şeyiyle.
Adanın iç kesimlerinde çok büyük bir nüfus yoğunluğu mevcut. Sağlı sollu okullara renkli kıyafetleri içerisinde küçücük çocuklar gitmekte. Bu köylerde camileri seyrek olarak görüyoruz ama hiç mezarlık görmedik. Bu ufacık çocukların beslenme problemleri yaşadıklarını görebiliyoruz. Anakaradaki Hristiyan hükümetin Müslüman Zanzibarı görmezden geldiği de anlatılıyor. Sıtmayı ve su sorununu nasıl alt ettiklerini de anlatıyorlar gururla. Kırmızı Afrika topraklarında siyah insan hayat mücadelesini en iyi şekilde sürdürmeye kararlı.
Şehre girerken camilere denk geliyoruz. Tıklım tıklım dolu. Yerli halk içtenlikle ibadetini yapıyor ve Allah ‘ın adını anmaya devam ediyor.
Gene bizim mekanda yemeğimizi yiyerek günü bitiriyoruz.