Ankara’ya gitmek için kardeşimle yola çıktık. 23:30’da Haydarpaşa’dan kalkan Fatih Ekspresi, birçok yönden avantajlı bir tercih. Ankara Garı’na sabah 07:30 civarında varıyorsunuz. Kompartımanların solunda çiftli, sağında ise tekli koltuklar bulunuyor. Tekli koltuklarda 220V prizler ve internet hizmeti de mevcut. Bu konfor için yalnızca 26,50 YTL ödeyerek seyahat edebiliyor olmak, trenin adeta bir öğrenci servisi niteliğinde olması gibi avantajlar sunuyor. Ancak, tüm gece boyunca tepedeki ışıkların açık kalması ve klimaların aşırı soğutması olumsuz yanları arasında. Hoş, tüm pullmanlarda gece yolculuklarında ışık açık kalıyormuş ama soğuk için hazırlıklı olmak gerekiyor. Sonuçta yolculuğumuz Ankara’ya; hazırlıksız gitmek olmaz.
Yolculuk sırasında, biz Türklerin hızla kaynaşma ve birlik olabilme yeteneğini gözlemleme şansı bulduk. Hırvatistan maçının son anlarında gelen golle birlikte başlayan kenetlenme, penaltılarla daha da belirginleşti. Maçı dinleyenler anında sonuçları bizlerle paylaştı. Işığa rağmen ara ara uykuya daldık. Kardeşimin sıkça kesilen uykudan dolayı gözlerindeki kırmızılığı görünce, kendi halimi düşünmek bile istemedim. Ankara’ya yaklaştıkça, bozkırda sabahın ilk ışıklarının farklı manzaralara vurduğunu izliyorsunuz. Farklı, vahşi bir coğrafya burası. Tümülüsvari tepeler ve kazılması kolay yamaçlar tren yolu boyunca size eşlik ediyor.
Tren Polatlı’dan geçerken, düşmanın Ankara’ya ne kadar yaklaştığını daha iyi anlıyorsunuz. Ankara Garı’na vardığınızda sizi yeni bir bina karşılıyor. Eskiden burada eski tip bir bina varken, modernleşme sürecinde yıkılarak yerine bu yapı yapılmış. Gardan çıktığınızda ya sola doğru yürüyüp Tandoğan’a varabilir ve metroya binip Kızılay ya da Kolej duraklarında inebilirsiniz ya da kendinize güveniyorsanız bu yolu yürüyebilirsiniz. Biz Tandoğan’dan gittik. Solunuzda, büyük kamu yapıları tren yolu ile aranıza giriyor. Hemen çıkışta paraşüt kulesi ve Kore Evi de görülebilecek yerler arasında.
Tandoğan’dan metroya binebileceğinizden bahsetmiştim. Gezi süresince kullanabileceğiniz 12’lik abonman kartlar mevcut. Otobüs, metro, Ankaray hatlarında kullanılabilen bu kartların bir yıllık geçerlilik süresi de var. Metro rahat ama geniş bir ağa sahip olduğunu söylemek zor. Kızılay’da inip güzel bir pastanede kahvaltı yapmak iyi bir seçim olabilir. Cumartesi sabahı dersanelere ya da işlerine giden kalabalıkları izlemek, tren yolculuğunun yorgunluğunu ve yeni bir şehre gelmenin sersemliğini atlatmanıza yardımcı oluyor.
Kahvaltının ardından ilk önemli noktamız olan Kocatepe Camii’ne gidebiliriz. Hakkında pek çok spekülasyon yapılan bu camiye ben de ön yargılı gittim. Yirmi yılı aşkın inşa süresi ve İstanbul tipi bir cami olması nedeniyle eleştiriler alsa da, bana posmodern camiler pek sıcak gelmiyor. Dışarıdan bakıldığında heybetli, temiz bir görünüme sahip. 88 metre uzunluğundaki dört minaresi ana yapıdan ayrı düşünülemeyecek kadar bütünleşik. Altında bir market ve otopark olması beni biraz şaşırttı. Ayrıca, çevre duvarlarındaki grafitiler de rahatsız edici.
Mimarı Hüsrev Tayla olan caminin içi beklediğimden çok daha ferah. 26,5 metre çapındaki kubbeyi taşıyan dört fil ayağı ve sarkan dev avize, iç mekana farklı bir hava katmış. Cumhuriyet Türkiye’sinin Aya Sofya ve Süleymaniye’nin boyutlarını aşan bir cami inşa etmiş olmasını isterdim elbette. Ancak yine de bu cami kötü değil; işlemeleri ve süslemeleri zarif bir anlayışın ürünü. Buradan tekrar Kızılay’a çıkıp Mado’nun önündeki duraklardan 221 numaralı otobüslere binerek Anıtkabir’e ve Atatürk Orman Çiftliği’ne gidebilirsiniz. Genellikle bu duraktan halk otobüsleri geçtiği için abonmanlar burada geçerli olmuyor.
Ankara’nın geniş ve İstanbul’a nazaran boş caddelerini aşarak eski adı Rasattepe olan Anıttepe’ye, dolayısıyla Anıtkabir’e ulaşıyoruz. Atatürk’ün sağlığında kendisi için bir mezar yeri belirtmediği biliniyor. Günümüzdeki yerine gelene kadar Anıtkabir için pek çok yer önerilmiş. Orman Çiftliği, Ankara Kalesi, Kabatepe, Etnografya Müzesi gibi seçenekler Çankaya tarafından elenmişken, Aydın Milletvekili Mithat Aydın Rasattepe’yi önerir ve öneri kabul görür. Rivayete göre Atatürk, ölümünden yıllar önce bölgede gezerken Rasattepe için çok güzel bir anıt yeri olacağını söylemiş.
1941 yılında açılan yarışmaya 49 proje katıldı. II. Dünya Savaşı’nın zor şartlarına rağmen, Alman işgali altındaki ülkelerden bile başvuru gelmiştir. Ödül verilen üç projeden hükümet, Emin Onat ve Orhan Arda’ya ait olan projeyi seçer. Başlangıçta iki kat olması düşünülen yapı, mali sorunlar nedeniyle günümüzdeki haliyle bitirildi. Yapımına Ağustos 1944’te başlanarak dokuz yıl sürdü. 1953’te açılan anıtmezar, 750.000 metrekarelik bir alan üzerine kurulu.
Girişte çanta ve tripod gibi nesneler alınıyor ve ancak bu şekilde yola devam edebiliyorsunuz. Kısa ve hafif meyilli bir yolu aşarak Anıtkabir’in önündeki geniş meydana ulaşılıyor. Anıtkabir’e bakarken ardınızda porfir benzeri bir taştan yapılmış İsmet İnönü’nün mezarı kalıyor. Solunuzda Aslanlı Yol, sağınızda ise harika bir Ankara manzarası ve müze girişi yer alıyor.
Anıtkabir’in içi öyle devasa bir yer değil. Kesinlikle insanı küçülmüş hissettiriyor. Çünkü orada istirahat eden yüce insan, bizim küçülmememiz için her şeyini ortaya koymuş biri. Tavanlarda altın varaklı İtalyan çinileri kaplı. Duvarlarda ve zeminde ise insana güven veren mermerler var. Kardeşimle ilerledik ve 40 ton ağırlığında olduğu söylenen yekpare mermer lahdin önünde dua ettik. Sonrasında, yere diz çökerek, devleti, bayrağı, vatanı ve milleti sonuna dek canım pahasına koruyacağıma dair yemin ettim.
Müze kısmına girdik. Sağ kanattan girildiğinde Atatürk’ün kullandığı eşyalar, madalyalar ve fotoğrafların yer aldığı ilk galeriyi geçiyorsunuz. Burada fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. İlk kısımda Atatürk’ün iki nüfus kağıdı, kendisine hediye edilen kılıçlar ve özel yapım silahı da görülebiliyor. Ayrıca, oldukça zarif saatler var. Sola kıvrıldığınızda Atatürk’ün kişisel eşyalarının yanı sıra çok gerçekçi bir balmumu heykeli de görülebilir.
Yola devam ediyoruz. Çanakkale’den başlayarak Milli Mücadelenin çeşitli aşamaları, Atatürk’e eşlik eden liderler, askeri teçhizat hakkında bilgi verilen odalar ana koridora cep teşkil edecek şekilde uzanmakta. Son bir odada ise Atatürk’ün sevdiği köpeği Fox doldurulmuş halde korunmuş. Ayrıca çok sayıda kitaptan oluşan bir kitaplık da var.
Müze kısmından çıkıp Aslanlı Yol’da ilerledik. Yirmi dört aslan sağlı sollu size eşlik ediyor. Bunlar yirmi dört Oğuz boyunu temsil ediyor ve yatar durumda olmaları barışseverliği simgeliyor. Buradan ayrıldıktan sonra Atatürk Orman Çiftliği’ne gidiyoruz.
Atatürk Orman Çiftliği, Mustafa Kemal’in kararlı kişiliğiyle bir bataklıktan verimli bir tarım alanına dönüştürülmüş. Burada süt ve süt ürünleri, şarap, turşu üreten fabrikalar, Atatürk Evi ve Hayvanat Bahçesi gibi pek çok yapı bulunmakta. Ancak her şeyden önce, burası bir çiftlik ve doğallığıyla tanınmakta.
Hayvanat bahçesi oldukça geniş bir alana yayılmış durumda. İçeride flamingolardan aslanlara, fillerden foklara birçok farklı hayvanı görebilirsiniz. Ancak maalesef, burası biraz bakımsız kalmış ve bazı hayvanların da can sıkıntısından dolayı kafeslerinde sürekli hareket ettikleri gözlemleniyor. Buna rağmen, bahçede geçirdiğimiz zaman keyifliydi.
Devasa alanda Atatürk döneminden kalma fabrikalarda süt ve süt ürünleri, şarap, turşu vb üreten fabrikalar, Atatürk Evi ve Hayvanat Bahçesi gibi pek çok yapı yer almakta. Üzerinde AOÇ yazan süt şişelerini hayal gibi hatırlamaktayım. Ama aradan otuz yıla yakın zaman geçse de ,zaman hafızamdan ne hayvanat bahçesini nede sade dondurmasını sildirememiş.
Abi, kardeş 4 ‘er YTL ödeyerek çiftliğin hayvanat bahçesi kısmına girdik. Hayvanat Bahçesi dediğimizde aklınıza Berlin’deki gibi bir hayvanat bahçesi gelmemeli. Mütevazı bir yapı. Bekli İstanbul’da Gülhane Parkındaki hayvanat bahçesini hatırlayanlar olacaktır. Gülhane ‘den kat be kat daha büyük ve kapsamlı.
Oklar size gideceğiniz yolları göstermekte. İlk önce akvaryumların olduğu kısmı geziyorsunuz. Devasa kedi balıkları, piranalar ve büyükçe bir arowana havuzun içinde yüzmekte. İki gün önce Bağdat Caddesi’nde bir akvaryumcuda gördüğüm on santimlik bir kedi balığının burada bir metreye yakın bir versiyonunu ve belki de benim bile kafamı alabilecek ağzını görünce dehşete kapılmadım değil. Ama akvaryumcularda gördüğümüz avuç büyüklüğündeki piranalar ile buradaki dev boyuttaki gri piranalar arasında dağlar var. Bir sığırı iki-üç dakikada iskelet haline getirme efsanesi doğru olabilir.
Galerinin devamında çeşitli sürüngenler yer almakta. Tembel tembel kıvrılıp duran yılanların güzelliği su götürmez. Şimdilerde de içinden cam bir koridorla geçilip gezilen küçük bir deniz akvaryumu yapılmakta. Zaten dışına çıktığımızda gördük ki dev bir köpekbalığının içinde geziyormuşuz J
Sırasıyla (ki sırayı karıştırabilirim affola ) tembelce uzanmış bir timsahı geride bıraktık. Sanki saç kıran ‘a yakalanmış devasa sıçanlara benzer yabandomuzları ve pis kokularına ve yanlarına sanki mahsus konulmuş tilki ve kurtlara uğradık. Tam kurtların kafeslerindeyken ezan okunmaya başladı ve bunu duyan kurtlar canhıraş bir şekilde ulumaya koyuldu. Öyle böyle değil. Ormanlarda bu hayvanlar özgürken bu sesi duymak istemem. İnsanın kanını donduruyor gerçekten.
Bir sonrası maymunların olduğu kısım. Özellikle şempanzeler insanlara o kadar alışmışlar ki isteklerini işaretlerle zaten talep ediyorlar. Zaten halkta hayvanlara su şişeleri atmakta. Sigara atan ve aslında kafesin öte yanında olması gereken kitleyi de duydum ama Allah’tan görmedim.
Buradan sonraki durak çeşitli yırtıcı kuşların olduğu kafesler. Akbaba denilen leş yiyen hayvanın devasa boyutları görülmeye değer. Kartal ise kafes içinde esaretten olsa gerek gözüme ufak tefek göründü. Halbuki Beypazarı ‘nda uçarken gördüğüm planör misali kartalı unutamıyorum.
Sonrasında köpeklerin olduğu bölüme geliniyor. Aslında Avrupa ‘daki hayvanat bahçeleri gibi kaliteli türler üretilerek satış merkezide kurulabilir burada.
Bu kısımdan sonra biraz dağılıyorsunuz. Deve ,sığır gibi hayvanlardan sonra devekuşları, ayılar, ibis, kelaynak gibi kuşlar, zebra, zürafa, kanguru kafesleri görülebilmekte. Kuğuların ve ördeklerin olduğu kısmın yakınlarında yemek yiyebileceğiniz mekanlar var. Yemekler güzel ve oldukça da hesaplı. Yüklü bir ödeme beklerken oldukça hesaplı bir ödeme yaptık ve doyduk. Yıllar sonra dondurmadan da yemiş olmanın mutluluğu da cabası.
Karnımızı doyurmanın ve az hesap ödemenin mutluluğu ile önce flamingoları seyretmeye koyulduk. Pembe, beyaz bildiğim bu kuşların kanatlarının alt kısmında siyah tüyler olduğunu gördüm.
Ardından bir kayanın üstünde gayet miskin bir şekilde uzanmış, arada sırada kuyruğunu isteksizce sallayarak sinekleri kovalayan bir aslan ve yanındaki kafeste bu miskin aslana nazire yaparcasına sinirli ve enerjik bir tavırla turlayan Bengal Kaplanı; hemen yanındaki iki kafeste pinekleyen başka tür kaplanlar, çaprazdaki kafeslerde ise pumalar kapıya doğru ilerlediğiniz yolda karşınıza çıkacak son hayvan türleri.
Ataürk Evi uzak kaldığı ( yada bize öyle söylendiği ) için gidemedik. Ama sonuçta şehrin yakınında yer alan güzel, gidilmesi gereken bir yer . Ankara’nın belki de İstanbul ‘a galip geldiği tek nokta.
Şehre dönüş için yine gelirken kullandığınız otobüs hattından faydalanarak merkeze ,Kızılay taraflarına ulaşabilirsiniz.
Bizde böyle yaptık ve Kızılay ‘a gittik. Sonra bir otobüse daha atlayarak önce Ulus ‘a ardından da Ankara Kalesi ‘ne çıkmayı kararlaştırdık. Fakat vaktin müsait olduğunu görünce son bir gayret ile Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gidip gezmeyi de ekledik.
İlginçtir Ankara devasa ve güzel binaları, ortalama üstü müzeleriyle güzel bir kentken ,Ankaralı bunların varlıklarından bihaber bir kitle gibi göründü gözüme. Belediye otobüslerinin şoförlerinin polislerin bile “Anadolu Medeniyetleri Müzesi nerede? “ sorusuna cevap verememeleri şaşırtıcı ve düşündürücü…
Önce Ulus ‘a geldik. 1925 yapımı, büyük Atatürk Heykeli’nin önünden geçip yolun karşısındaki Roma Yolu ‘ndan ne kaldıysa şöyle bir bakıp yolumuza devam ettik. Çok sayıda vatandaşa müzeyi sorup nihayetinde de müzeye ulaştık. Heykelden kaleye doğru ilerleyin. Yol ikiye ayrılıyor. Sola sapan yol Bentderesi denilen ve pekte güvenli olmadığı söylenen mahalleye giderken ,müze ve kale için soldakinden gidilmesi gerekmekte. Epeyce bir yol yürüyorsunuz. Kalenin altındaki parkın kapısının önünde yol sağa bükülüyor. Buradan devam ederek müzeye ulaşıyorsunuz.
Gezimizin bir sonraki durağı ise Ankara Kalesi oldu. Kalenin içine girdiğimizde, dar ve taşlı sokaklar bizi tarihi bir yolculuğa çıkarıyor. Bu sokaklarda gezerken kendinizi zamanın gerisinde kalmış gibi hissediyorsunuz. Dar sokaklar, tarihi evler ve taş döşeli yollar kaleye ayrı bir hava katıyor. Kaleye tırmanırken nefes nefese kalabilirsiniz ama zirveye ulaştığınızda tüm yorgunluğunuza değdiğini anlıyorsunuz. Ankara’nın dört bir yanını görebileceğiniz bu tepeden manzara gerçekten büyüleyici.
Ankara, her ne kadar ilk bakışta gri ve soğuk bir şehir gibi görünse de, aslında içinde birçok güzellik barındırıyor. Tarihi ve modern yapıları, geniş parkları ve kültürel mirasıyla keşfedilmeyi bekleyen bir şehir. Her köşesinde farklı bir hikaye barındıran bu şehirde, daha keşfedilecek çok şey var.
Eskiden Atpazarı denilen bölgede iki Osmanlı yapısı olan Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han isimli yapılarda tahmin edeceğiniz gibi atamızın emriyle bir Eti müzesi kurulması çalışmalarında düzenlenmiştir. Bedesten İstanbul’daki Mahmut Paşa Camii ‘nin ,Kurşunlu Han ise Rum-i Mehmet Paşa ‘nın Üsküdar’da bulunan ve yine kendi adıyla anılan külliyeye irad sağlamak için inşa edilmiştir.
Müze 1997 ‘de Avrupa ‘nın en iyi müzesi seçilmiş. Müze girişine 16:00 gibi ulaştık. Müzekartlarımızı çıkarttık ki bu taş çatlasın üç dört dakika sürdü. Görevliler rahat gezelim diye girişte çantalarımızı almayı teklif ettiler ki bu bizim candan istediğimiz birşeydi.
Müze güzel ,zengin ama İstanbul fanatikliğimizden midir bilinmez bizim Arkeoloji Müzesi ile kıyaslamam bile. Yine de mutlaka gezilmesi gereken bir yer. Biz biraz hızlıca dolaştık ama yine de sakin kafayla gezdiğimizi de söyleyebilirim.
Müzede ağırlıklı olarak Hitit ve Frigya dönemi eserlerin ağırlığı hissedilmekte. Sonrasında sıra Roma ‘ya ait. Çorum Hattuşa ‘dan pek çok rölyef bu müzede saklanmakta. Giriş katında büyük bir odayı çevreleyen büyükçe bir salon gözünüzde canlandırın ve buna bir de içerisinde Roma ve Bizans döneminde bulunan sikkeler ve Ankara içerisinden çıkarılan eserleri yerleştirilmiş bir alt kat ekleyin. İşte müze bu.
Ayrıca güneş kursları ,ana tanrıça figürleri içeren heykeller görüyorsunuz. Hafızalarda yer alan pek çok antik eseri bu müzede görebilirsiniz. Özellikle giriş katındaki güneş kurslarından birinin içindeki svastikalar ve alt katta bulunmuş bir tümülüsün içinin canlandırması güzel nüanslar olarak anılmaya değer.
Yapının giriş katındaki koridorlarının çatıları oldukça değişik. Çatılarda birbirine açıl ve iç içe yerleştirilmiş başka karelerin oluşturduğu bir derinlik hissi oluşturulmuş.
Müzenin bahçesinde genellikle büyük boylu küpler ve mezar ştelleri görülebilir.
Sonraki durağımız meşhur Ankara Kalesi. Aslında kalenin kapladığı bölüm oldukça büyük. Eskiden tekin olmayan bir yöre olarak anılırken günümüzde rahat gezilebilir bir hale gelmiş. Yine de sur içi kısımlarda fakirliği ve bakımsızlığın evlere yansımasını görebiliyorsunuz.
Kale için Galatların yapıldığı iddaa ediliyorsa da kimi yerlerde üzerinde latince yazılan devşirme malzemeden Romalılarında burayı kullandığını gözlemleyebiliyoruz. Kale iki parça. ZindanKapı denilen yerden baktığınızda gördüğünüz diğer kısım yılda sadece 26 Aralıklarda Atatürk ‘ün Ankara ‘ya geliş yıldönümlerinde açılmaktaymış. Dönelim çıktığımız tarafa o zaman. Önce arena benzeri ,yuvarlak bir alanı geçip merdivenlerle duvarların üstüne çıkıp burca ulaşıp Ankara ‘yı tepeden izleyebiliyorsunuz.
Ulus ‘u karşınıza alın . Yakınınızda tuğladan tek bir minare var. Sultan Alaaddin Camii’nin minaresi. Solunuzda kiminin eski kilise, kiminin saat kulesi dediği bir yapı solda kalmakta. Daha da sola bakındığınızda kaleiçindeki evlerin aslında oldukça ihtişamlı ama günümüzde bir o kadar sefil ve bakımsız olduğunu göreceksiniz. Biraz ileride meşhur Samanpazarı ve Aslanhane Camii. Caminin solundaki kümbet –türbe yapının olduğu yapıya tamirat nedeniyle girilememekte. Daha da uzaklarda Kocatepe Camii ve Atakule. Çaprazınızda ise Anıtkabir. Bilmediğimiz bir şehrin her yeri kısaca.
Ankara’nın gün doğumu ve gün batımında manzara seyretmek için en ideal yeri burası diyerek burçtan indik. Kale ‘ye girilen yerden çıkıp dümdüz ilerlediğinizde 1211- 1236 yılları arasında inşa edilen Sultan Alaaddin Camii’ne varılmakta. Cami kubbesiz, tavan düz ve ortada bir ahşap işleme var. En dikkat çekici kısmı minber. Cami imamı iki ilgili kişiye camiyi anlatırken üçüncü olarak aralarına karıştım. Minber üzerindeki geometrik şekillerin her birinin bir anlamı bulunmakta. Ortadaki kare içerisindeki yıldız kabeyi, karenin kenarları kabenin duvarlarını betimlemekteymiş. Şu an unuttuğum her birinin bir anlama sahip olduğu detaylar. Öğrendiğime göre minber camiden de eski.
İlk onarım sultan Orhan zamanında yapılmış. 15. yy ortasında ve 19. yy sonlarında başka onarımlarda geçirmiş. Yakınlarda büyük bir restorasyon yapılacağını imamdan öğreniyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi defalarca hırsızlarında uğradığı bir mekan olmuş. Duvarda asılı 999 ‘luk bir zikir tespihi var. Bu tespihlerin camide kalan son örneği bu. Diğerleri soygunlarda götürülmüş.
Bir sonraki durağımız Arslanhane Camii olarak da bilinen Ahi Şerafettin Camii. Ama buraya doğru giderken kaleiçinin konakları arasından geçiyoruz. Bu kısımda konaklar bakımlı ve pansiyon olarak da işletilmekte. Lokanta kısımlarının da fiyat listelerinden gördüğümüz kadarıyla normal bir seviyede hizmet verdiğini söyleyebiliriz. Ahşap minareli bir caminin olduğu meydanı da aşarak kalenin bir başka çıkış kapısına ulaşıyoruz. Haritalara göre burada bir kilise, bir de havra olmalı. Kilise olabilir diye şu an saat kulesi gibi duran yapının girişini aradık ama bulamadık. (Bileni de bulamadık )
Kapıdan çıkıp da saat on yönündeki yola saptığınızda sağda (ki meydan aslında zamanında at pazarı olarak anılan bölge oluyor ) Çengel Han görülüyor. 1552 yapımı han ,Çengel Han adını pek de hoş bir anıdan almamakta. Çıktığımız kapı Ankara Kalesinin ana kapısıydı. Bu küçük meydanda Safran Han ve Çukur Han da bulunmakta. (Bunları bulmak için bir çaba göstermedik ) Burası Ankara ‘ya gelen kervanların uğradığı ana merkez olduğu için suçluların idam edilip çengellere asıldığı bir ibret mekanı. Belki de Osmanlının Çengel çiçeği cezası uygulanıyordu, bilemiyorum.
Günümüzde Koç grubunun elinde . Müze olarak işletilen yapı da restoranlarda var. Pazartesi hariç her gün açık sanırım. Üç katta da bir şeyler sergilenmekte. Burada Vehbi Koç ‘un ilk bakkal dükkanı da bulunmaktaymış. Nereden nereye. Allah yürü ya kulum dediğinde kim tutabilir ki…
Bizimde içimizde bir ses yürü demiş olmalı ki ta Ankaralara gelmiş geziyoruz. Nihayet Arslanhane Camii’ne ulaştık. Bu da Selçuklu devrine ulaşan bir geçmişe sahip. Caminin minaresinde devşirme malzeme görülüyor. Taç kapısında firuze parçalarda döneminin nişaneleri. Kardeşim dışarıda bekledi. Caminin içinde kimse yoktu ve oldukça da karanlıktı. Ankara Camileri’nin en sevdiğim yanı girişlerinde camiyi tanıtan ve rahatlıkla alabileceğiniz broşürlerin olması. Bu zarif düşünce İstanbul’da bile yok, düşüneni kutlamak gerek.
Cami tavanı kubbesiz ve tavanın yükü ahşap direklerce sırtlanmış. Ama en ilginç detay tavan ve direklerin arasında Roma dönemi sütun başlıkları yerleştirilmiş. Zarif bir de mihrabı var.
Samanpazarı’ndayız. Üniversitedeki Ankaralıların küçümsedikleri, hor gördükleri semt. Evet halkı lordlardan, baron ve baroneslerden oluşmamakta. Çingeneler ,taşradan geldiği her halinden belli fakir çehreler sizin karşınıza çıkanlar. Fakat bu sokaklar tarih dolu. Kızılay ‘ın, Bahçelievler ‘in yapay havasından ,dünyevi zevklere ev sahipliği yapan ortamından farklı gerçekten yaşayan ama gerçekten yaşayan bir organizmada olduğunuzu hissediyorsunuz. Ahi Elvan Camiine doğru ilerlerken bakır üzerine sabırla işlemeler yapmaya çalışan bir ustayı ve sergilediği ,emeğiyle can verdiği numuneleri seyrediyoruz selam verip. Beride “tabutcu” yazan bir dükkan son yolculuğun ekipmanlarını dizmiş dükkanına . İç açmıyor ama gerekli. Burada bir de Pirinç Han var bulamadığımız. Duvarlarına bakıp şairin Han Duvarları şiirini yazdığı… Giremedik ama biliyoruz Ankara ‘nın nostaljik havasını yaşatan Osmanlı yapılarından biri olduğunu.
Ahi Elvan Camii de dışarıdan sıradan görünümlü bir yapı. İçerisinde ahşap çatıyı taşıyan ahşap direkler bu kez işlemesiz devşirme sütun başlıklarıyla desteklenmiş. Minber ve mihrap güzel ama namaz kılan bir iki kişiyi de rahatsız etmemek için incelemedim detaylı olarak.
Yolumuza Ulus Meydanındaki Atatürk Heykeli’ni hedef alarak devam ediyoruz. Yol boyunca Ankara ‘nın geçmişine tanıklık eden, bir şehrin yükselişini ve çöküşünü ardından büyük bir lider tarafından tacın pırlantalarından birisi haline getirilişini seyreden ama bugün hatırlanmayan ,dikkat çekmeyen binalar ,küçük mescitler görüyoruz.
Ulus Meydanı’nda yemek için tüm yorgunluğumuza rağmen yiyecek satan bir yer aradık ama bir şey bulamayınca Roma Yolu’nun yanındaki alışveriş merkezindeki yemek satan yerde bir şeyler atıştırdık. Ulusta da güzel ve heybetli yapılar var. Bunlardan birisi de İş Bankasının mimar Mongeri tarafından yapılmış şubesi. Ertesi günkü gezimizde detaylıca anlatacağım zaten. Ulus büyük mimarların hünerlerini sergilediği bir açık hava müzesi. Anlayana ,anlamak isteyene.
Otel odası sevimli. Pencereden Roma Hamamı’nın olduğu kalıntıların yer aldığı bölge görünmekte. Sanki taşlar beni çağırıyor ama uyku o denli davetkar ki…