Sabah erkenden kalkıyoruz her tatilimizde olduğu gibi. Alt kattaki restorandan bir müzik sesi geliyor ama kahvaltı için girdiğimizde daha açılmadığını öğreniyoruz.
Ohrid ‘in küçük çarşısı ne güne duruyor? Bayram sabahı pek kimse yok buralarda. Hazır kimseler yokken fotoğraf çekiyor sonra da kahvaltılık bir şeyler alıyoruz. Dün gece bize yardımcı olan Türk kız yok. Bize epeyce yardımcı olmuştu bizde sırf kız Türk diye geçen sene gittiğimiz börekçi yerine ona uğramıştık.
Ne olduğunu hala çözemediğim ve her zaman kapalı olan Türk bayraklı yapının yanından ara sokaklara dalıyoruz. Halkbank bankamatik koymuş ama İngilizce ve Makedonca menüler. Demin gördüğümüz Türk turistlerden iz yok. Muhtemelen tam gaz Kaneo ‘ya yürüyor olmalılar.
Bizde sahildeki ahşap yola dek yürüyoruz. Kenarda oturup atıştırıyoruz. Topu topu iki İngiliz geçip gitti yanımızdan onca zaman. Yine burçların orada birbirimizin fotoğrafını çekiyoruz.
Kaneo ‘ya da kaleye de gitmiyoruz. Nedense bir miskinlik, bir durgunluk var ikimizde de. Sessizlik bizi de etkilemiş olmalı. O nedenle Aya Sofya ‘nın etrafındaki sokaklarda takılıyoruz. Sadece bu sefer geçen yaz yanından geçip gittiğimiz Robevçi Evi ‘ne giriyorum. Burası şehrin arkeoloji müzesi. Girişin sağında tıkış tıkış yerleştirilmiş şteller, sarıklı mezar taşları bir arada boğuluyormuş gibi duruyorlar. Görevli kadını arkadaşlarıyla lak lak ederken ayırmış olmalıyım ki gergin bir ifadeyle çıkıyor yerinden. Giriş 100 MD ama kadının tavrı nedeniyle üst katlara çıkmıyorum. Hemen yanındaki Uranija evini ücretsiz gezebilirsiniz ama ben bu kez de açık yakalayamadım.
Müzenin hemen yanında kağıt işleri yapan bir atelye var. Kapısındaki kadın o kadar içten ki eşimle içeri giriyoruz. İçeride Gutenberg döneminden kalma bir baskı makinası da var. Harfler de orijinalmiş. Heyecanla harflere dokundum. Kıvrımlarını hissetmeye çalıştım. Bu ilkel görünümlü, hantal makine gibi birkaç makine dünyadaki bilginin halka yayılış hızını inanılmaz ölçüde arttırdı. Neyse bu atelyede kağıt geleneksel metotlarla yapılmakta. Mesela beyaz kağıt kavak, kırmızı kiraz, sarı ise dut ağacından elde ediliyor. Kağıt için gerekli ahşap, bir sıvı içinde bekletilerek çamurumsu hamurumsu bir hale gelene dek bekletiliyor. Sonrasında süzülüp preslenip kurutularak kağıt elde edilmiş oluyor.
Meydandaki kafelerden birine kurulup kapuçino içiyoruz. (80 md) Kapuçinolar üzerlerinde kocaman bir krema tabakası ile geliyorlar. İnsanın içini ısıtan bir güneş var. Sv. Naum tekneleri adam başı on euroya düşmüş. Planlarıma göre iki sene sonra Temmuzda Makedonya’ya döneceğim. Sv. Naum ‘a o zaman uğrayacağım.
Artık Üsküp ‘e gidiş vakti. Çantamı sırtlıyorum. Sahilden otobüs garına dek yürüyoruz. Yolun bu denli uzun olduğunu bilmiyordum. Yolda bir iki güzel eve denk geldim.
Üsküp ‘e giden otobüste on kişi yok. Yolda iki çocuk yaşlı bir adamın elini öpüyorlar otobüse bindirmeden hemen önce. Eşime bu da bizimkilerden diyorum. Önümüzdeki japonun yanına oturuyor ama eşimle konuşurken bize bakıyor dönüp dönüp konuşmak istercesine.
Mola veriliyor. Ters yönden köhne bir araç geliyor bize doğru ve oda duruyor. Prontotur ‘un aracı imiş. İçinden tombulca bir arkadaş bize yaklaşıyor. Konuşuyoruz. Bayramlaşıyoruz.
Mola bitiyor. Yaşlı adam uzun süre bize bakınca selam veriyorum. Gülümsüyor. Geçen sene sorulan standart soruları cevaplıyorum. Adam Tito’dan sonra Yugoslavya çöktü diyor. Başlıyor anlatmaya. Eskiden Türkiye’nin yirmi sene geri olduğunu ama şimdi ise Yugoslavya’yı yirmi sene geçtiğini söylüyor. Başbakanın “one minute” çıkışı burada epey yankı getirmiş. “Türkiye ne ka kuvvetli ben o ka rahatım, genişim burada” diyor. Sormuyorum ama Arnavut olduğu besbelli. 1461 diyor. Bu tarih Osmanlı ordularının tam anlamıyla bölgeyi ele geçirdiği ve Türk kültürünü taşıdıkları dönem. Türkçe konuşacak birini bulmanın mutluluğu ile uzun süre konuşuyor. Sonrasında bu yetmişlik ihtiyar Gostivar sapağında inip yolun kenarından yürüyüp giderken gözden kayboluyor.
Garda ilk iş Belgrad biletini halletmek. O iş kolay oluyor ama adam başı on beş euro olan bilet yirmi iki buçuk euro olmuş. Nakitleri dikkatli harcamak amacıyla kart ile ödeme yapıyorum. Pin ile işlem yok. Eski yöntem devam ediyor. Çantamı ise emanete bırakamıyorum çünkü saati bir euro diyor.
Gardan eski çarşıya ilerliyoruz. Yol boyunca Halkbank reklamları sıralanmakta. Demek ki bankacılık seferi Ziraat ile sınırlı kalmıyor. Gün batıyor, ilerilerden Türk çarşısından, bayramın ilk akşam namazına çağıran ezanın sesi duyuluyor. Vardar Nehri’nin yanından sokak lambalarının sarı ışıklarının altından Makedonya Meydanı’na doğru ilerliyoruz. Nehrin özellikle doğu kıyısı bir şantiyeye dönmüş. Tam karşıda eski Yunan tapınaklarına benzer bir kamu binası ve köprü üzerine de yeni bir köprü daha inşa edilmekte. Makedonya Meydanı’na ise yeni yeni heykeller eklenmiş. Mesela devasa Büyük İskender heykelini geçen sene gördüğümü hatırlamıyorum.
Ters istikametten gelen Türk turist gruplarını yarıp başçarşıya doğru yolumuza devam ediyoruz. Geçen sene oturduğumuz, taş köprünün sultan köşkü denen çıkıntısı kapatılmış.
Geçen sefer geldiğimizde fasulye deriz dediğimiz dükkanın önündeki kalabalık yine bir Türk turist kafilesi. Eşim üzgün bir şekilde “bu insanlar hiç bir şey göremediler bu saatte ve hatırlamak istemeyecekler” diyor. Alışveriş edemedikleri bir yer Türk çarşısı bile olsa bizim insanımız haz etmez. Eşim yıllarca Yunanistan turlarının Türk köylerine girmesini sağlamam için bana destek olmuştu. Hangi köy olursa olsun köy hayatını insanların görmesi için. Hala Yunanistan’da Türkler olduğunun hatırlanması, bilinmesi için. Yunanistan’da doğup büyüyen Türk çocuklarının Türkiye’ye geldiğinde Türkçelerinin bu kadar iyi olmasına şaşırılmaması için, annelerinin mi yoksa babalarının mı Türk olduğunun sorulmaması için… Hangi köy olursa olsun Balkan Türk ‘ünün kesesine üretip sattığı ürünün bedelinin girmesini sağlamamı istemişti. Elbette ki tüm çabama rağmen olmadı bir şeyler. Halen tüm turlar on, on beş euro toplar ekstra tur adı altında insanları İskeçede saat kulesinin etrafında tur attırıp Gümülcine çarşısından şöyle bir geçirirler. Oysa sadece üç saat ekstra bir zaman harcayarak bazı şeyler başarılabilirdi. Rodos’taki Türklerden bir arkadaşımın dedesinin dediği gibi “eşek olmamız için bile daha yüz sene zaman var”
Neyse, biz de turistlerin olduğu bu tek mekana girdik. Üst katta beş Arnavut çocuk bizi görünce konuşmaya başladı kendi aralarında. İçlerinden en bitirim görüneni bildiği bir iki İngilizce kelime ile bana seslendi ama cevabı anlamadı. Sonra içlerinden düzgün tipli ikisi fotoğraf çekmemi istediler. Çektim, bayramlaştık. Kafa tokuşturmam ilginç gelmiş olacak ki hepsi aynı şekilde bayramlaştılar benle. Türk dizileri çok ilgi çekiyor. Gençler ise ”Kurtlar Vadisi” tercih ediyorlar.
Sonrasında mekana üç Türk daha geldi. Selamlaştık. Tiran ile Prizren arasındaki otobanın yapımında çalışıyorlarmış. İşi bitirmişler dönmeden buraları dolaşmaya başlamışlar. Belki de turun en keyifli anlarını yaşadık. Bir tanesi yıllardır dünyanın dört bir yanındaki şantiyelerde çalışmış, gurbete alışmış. Aldığı evin taksitlerini bitirene dek devam edecekmiş. “Şimdi Afganistan ‘a gideceğim” diyor. “Korkmuyor muyum dersen korkuyorum ama (alnını işaret ederek) burada yazandan başkası olmaz nasıl olsa” diyor. Yanındaki Nevşehirli soruyor nereye gittiğimizi soruyor. Sırbistan dediğimde “Korkmuyor musun abi, Sırp onlar ”diyor. “Yazılı olandan ötesi yok” diyorum. Öyle ya İstanbul’dan geliyoruz ne de olsa. “Bir şey olmaz diye atlar mısın pencereden ?” dediğinde “önden bir arkadaşı gönderdim zaten, hala yaşıyor” diyorum. Gülüşüyoruz. “Bir daha gurbete gitmeyeceğim “ diyor bir müddet sonra. Burada memleketinde kazandığının üç katı para kazanıyormuş ama “hasret” diyor özlem dolu bir sesle. Çocuğunun ne yürüyüşünü görmüş ne de ilk sözlerini söyleyişinde yanlarında olmuş. Birbirimizi Allaha emanet edip ayrılıyoruz.
Köprünün etrafı gene Türklerle dolu. Kalenin fotoğrafını çekiyorlar uzaktan. Bize hangi turdan olduğumuzu soruyor bir ikisi. Sonra “ha siz kendiniz geziyorsunuz” diyorlar koca çantayı sırtımda görünce.
Soğuk çökmüş şehrin üzerine iyice. İnsanın iliklerine işleyen bir soğuk. Vardar’ın üzerinde pus yoğunlaşmaya başlamış. Hızlıca Makedonya Meydanı’nı aşıp etrafındaki kafelerden birine geçiyoruz. Her masanın üzerinde bir ısıtıcı var. Biz de birini açtırıp oturuyoruz. Anında farkı hissediyoruz. Ayaklarım donuyor masanın altında kaldığı için ısı ulaşmıyor. Çok sayıdaki televizyonun yarısında İngiltere liginden maçlar var diğerlerindeyse iç çamaşırlı, bikinili mankenlerin görüntüleri gösterilmekte. O kadar çok ki ben bile artık bakmaktan vazgeçiyorum doğrusu.
Aynı yoldan terminale yürüyoruz. Karanlığa, yolların ıssızlığına karşın kimsenin kimseye karıştığı yok.
Sekizde terminale varıyoruz. Daha dört saat var. Kapı açık ve nedense kimse kapatmıyor. Kendiliğinden kapandığında da açıyorlar. İlk iki saatlik kısımda bilgisayarda bir film seyrediyoruz. Burnum akmaya başladı. Eşim ise Üsküp ‘e uğramasaydık ya da Ohrid ‘e uğramadan Belgrad ‘a gitseydik diyor. Bana otobüs direkt Ohrid ‘e gidiyor denmese ben farklı bir şey mi yapardım.
Biraz ısınıyoruz. Çünkü kapı kapalı. Kumarhaneye girseydim keşke. İki üç euroluk bir şey oynar sıcakta dururdum ama geç geldi bu fikir aklıma. Ayaklarım donuyor. İyi ki oğlanı bu durumu düşünüp getirmemişiz yanımıza. Eşim bir daha bu mevsimde yola çıkmamamız gerektiğini söylüyor.
On iki de Belgrad otobüsünün gelip gelmediğine bakmak için dışarı çıkıyorum. Üsküp garında otobüslerin kalkış noktasına geçebilmek için bilet göstermeniz gerekir. Göstermiyorum. Bana pek iyi bakmayan kapıdaki yeni görevli ise bir şey demiyor. Sinirliyim. Benden bir kafa yüksek adam. Bu da vuracak daha fazla alan demek benim için. Ama dediğim gibi çıkış yapan başkalarının biletlerini incelerken bile benim gözlerimin içine sinirli sinirli bakıyorsa da bir şey demiyor bana.
Nihayet araç geliyor. Bagaj için ekstra para alıyorlar. (60 md) Araca binerken iki kız isim kontrolü yapıyorlar ama İngilizce bilmiyorlar. Neyse ki arkada bir kadın yardımcı oluyor.
Otobüsün içi sıcak ; böylelikle ayaklarım hariç her yerim ısındı. Kızlar önce çikolata dağıtıyorlar sonra da muavin kola dağıtıyorlar. Kızlar benim boyda ama demek ki sıcaklık algısı kişiden kişiye değişiyor. Biri göbek açık dolaşırken diğeri epeyce süper mini eteği ile dolanıyor koridorda. Kızların epeyce güzel olduğunu söylemeliyim bu arada ama bir Allahın kulu da dönüp bakmıyor onlara. Öte yandan Sırp erkeği denen nesne kavak ağacı gibi. Hep diyorum bizim dedeler de aynı benim gibi bu adamların boylarını kıskanmış olmalılar ki doğudaki zayıf milletlere akın düzenlemek yerine bunlara dalmışlar. Nasrettin Hoca nasıl leyleğin bacaklarını normal bir kuş boyutuna getirmek için kesmişse dedelerde bu adamların kafalarını, boylarını normal bir insanın boyutuna getirmek için uçurmuş olmalılar.
Bir müddet sonra sınıra ulaşıyoruz. Araçtan inmeksizin pasaportlarımız toplanıyor. Polis bir müddet suratıma bakıyor. Sonrasında herkesin pasaportu iade ediliyor ama benimki ortada yok. Neyse araç kalkarken benim pasaportu da veriyorlar. Bilmiyorum belki de Sırp polis beni tutup döndürecekti. Ama asıl ilginç olan eşimin dikkatini çektiği gibi tüm idari yapıların prefabrik olması. Eşim bana bunu işaret ettiğinde “bu adamların sınırları durmadan değişiyor. Prefabrik olunca taşıması da kolay oluyor” diye cevapladım.
Bu arada hala ayaklarım donuyor. Arkada bir çocuk ile iki kız konuşmaya başladılar. Sonrasında ise Sırpça alt yazılı bir film konuldu televizyona. Ben bu adamlar tam anlamıyla deli diye düşünürken bir iki tipin filmin içerisine düşercesine seyrettiklerini gördüm.
Sislerin arasında yolculuk ediyoruz. Kim bilir neresi. Durduk temel ihtiyaçlar için. Sonra bir ihtiyar alındı araca. Adam sanırım yörenin şarap üretimini bu gece tüketmeye niyetlenmiş olmalı ki leş gibi şarap kokuyor. Tam yanımdaki koltuğa kızlarla konuşan çocuğun yanına oturttular. Ben kolonyalı mendili yapıştırdım burnuma. O bile yaramadı bazen. Sanırım dalmışım.