Sabah erkenden kalkacaktım zaten ama sabah olmadan kalkacağımı da pek sanmıyordum. Önce inceden bir trampet sesi duydum, sonrasında trampetçilerin sayısı arttı. Ben aşağıdaki bahis salonundaki tipler diye saydırırken aklıma geldi. Yağmur ve teneke çatılar… Hemen balkona koştum ve ayakkabılarımı içeri aldım.
Sabah kalkınca otelin verdiği kahvaltıyı pas geçtik – tek olsam bu kadar kaba olmaz ve yerdim J – ve caddeye yakın bürektörlerden birisine yerleştik. Birer peynirli ve ıspanaklı börek ve yanında da ayran ile – yoğurt diye sattıkları ayran ve bizim yoğurt arası nesneye ayran diyorum ben – güne başladık.
Ardından cadde üzerindeki hediyelikçilere uğrayıp magnet vesair aldık. Benim hunharca planım elimdeki dehşetengiz büyük paralar olan 1000 lekeleri bozdurabilmekti. Bunu başardım. Sonrasında da satıcı kadıncağız hediye olarak bir Arnavutluk kalemi verdi.
İşkodra otobüslerine binebilmek için otobüslerin kalktığı ana durağa gittik. İngilizce bilen yok. Ama Tarzan filmlerinden hatırladığım yöntemlerle “bus, skoder, terminal” gibi deyimler ve el destekli hareketlerle derdimizi anlatabildim. Görevli arkadaşın hakkını yemeyeyim, gelen her otobüste “bu mu?” dercesine yaptığım işaretleri o da işaretle “yok, sayın abim” şeklinde yanıtladı ve binmemiz gereken otobüs gelince hem bizi araca bindirdi hem de otobüs şoförü ve biletçiyi uyardı. (40 leke)
Otelden çıktık. Resepsiyonist kızın dediğine göre taksi ile on, otobüs ile yirmi, yürüyerek ise yarım saatte Rozafa Kalesi’ne varabilirmişiz. Kızın dediği otobüs durağına gittik ama otobüs gelmeyince yürümeye koyulduk.
İşkodra Yunanca Skutarion kelimesinden türeme. Köken olarak bizim Üsküdar ile aynı anlayacağınız üzere. Kelime anlamı olarakta ordugah, garnizon gibi anlamlara gelmekte ki Rozafa Kalesi’ni görünce bunun ne kadar doğru bir isimlendirme olduğu anlaşılıyor.
Arnavutlar 1473 ve 79 ‘ta iki kere Türklerin şehre saldırdığını ama toplamda arkalarında yaklaşık 50,000 ölü bırakarak çekildiklerini söylüyorlar. Ama madem yenildik de şehri nasıl yönettik sorusunu cevaplayan birisi yok. Bizim tarafta ise 1444 ‘te ilk kez Macarların elinden alınıp Venediklilere geri verilir, 1468 ‘de Venediklilerden alınıp topraklarımıza katılır.İşkodra bu topraklardaki gerçek anlamıyla “Son Kale”dir bizim için.
Ana cadde üzerinde yürüyoruz. Şehirde kuşçuluk büyük bir hobi olmalı. Oldukça güzel güvercinler gayet serbest bir şekilde şehirde dolanıyorlar. Benim korkum kuşların üzerine basmak yürürken; kuşların ise bir korkusu yok.
Yol üzerinde salaş bir dükkanda börek atıştırıyoruz. Tiran’daki kahvaltıdan daha lezzetli geliyor tat olarak. Kadın çat patta olsa Türkçe biliyor.
Şehirle ilgili olarak şunu fark ettik. Herkes – özellikle orta yaş ve üzeri – bisiklete biniyor. Bir zamanlar ülke genelinde 600 araba varken herkesin bir iki bisikleti varmış. Sonradan öğrendik ki İşkodra, Arnavutluk’un “bisiklet başkenti” diye biliniyormuş.
Yola devam. İşkodra Gölü’ne uzağız ama kaleye olan çıkışı görüyoruz. Çıkmaya başlıyoruz. Kale girişi paralıymış (150 lek). “Eyvallah” deyip veriyoruz. Nasreddin Hoca Türbesi gibi bir yer. Parayı veriyoruz ve turnikelerden geçiyoruz. Ama o turnikeler gerekli mi derseniz Allah’ın dağında yok yere yapılmış.
Manzarası ise anlatılmaz. Kuzeye bakıyorsunuz ufka kadar İşkodra Gölü. Doğu tarafları ise şehrin sırtını yasladığı dağlar. Daha da ilerideki diğer dağlarda fırtına var gibi. Güney taraflarında ise Ohrid’den başlayan yolculuğunu başka bir gölde bitiren Drin Irmağı var. Toprakları öyle bir azimle yarmış ki bambaşka şekiller ortaya çıkmış. Aşağılarda ise bir başka Osmanlı yadigarı atıl bir şekilde bize bakınıyor. Kurşunlu Camii komünizm döneminde kapatıldı – şehrin içindeki elliye yakın cami ise yıkıldı -ve zamanın ellerine, yıkılması, yok olması için bırakıldı. Komünistler minareyi de yıkmışlar bu süreçte. Allah’ın işine bakın, komünizm yıkıldı ama Osmanlının yaptığı cami halen burada. Yarın da burada olacak ve sonrasında da…
Kale bizim için çok önemli demiştim. Alırken dökülen kanların yanı sıra kaybedilişin de kendine has anıları, acıları var.
Yıllardan 1912 ‘dir. Ortalığın karman çorman olduğu bu günlerde İşkodra Valisi, Bağdat doğumlu Hasan Rıza Paşa’dır. Dönemin pek çok Türk askeri gibi yurtdışında eğitim almış, imparatorluğun pek çok noktasında kelle koltukta mücadele etmiş, tüm bürokratik engelleri dişiyle, tırnağıyla aşıp bu makama gelmiştir. Balkanlar kaynamaktadır. Arnavutlar bağımsızlık peşindedir, Sırplar ve Karadağlılar Türkleri ve ardından tüm Müslümanları bu coğrafyadan silmenin derdindedir.
Balkan savaşlarını birincisi patlar sonunda. Kağıt üstünde Osmanlı halen çok güçlüdür. Karadağlılar savaşmak istemez ama Rus Çarı Karadağ ordusunun tüm masraflarını üstlendiğini belirtir. Hristiyan Arnavutlar bile Karadağlılara desteğe gelirler. Karadağ Osmanlılara karşı savaş açar ve bunu ilan ettiklerinin ardından henüz iki saat geçmemiştir ki sınırı aşarlar.
Hasan Rıza Paşa ordunun yönetimini ele alır. Kendisine ait 5000 Türk askeri ve Esad Toptani’ye bağlı 10000 Arnavut gönüllüsü vardır. Paşa, subayları toplar ve şu sözleri söyler.
“ Şehir eninde sonunda kuşatılacaktır, fakat bu şehir Karadağlıların eline düşmeyecek. İşkodra bizim kaderimiz ya da mezarımızdır ama bizim utancımız olmayacaktır. Bugün 5000 askere sahibiz fakat diğer yerlerden yaklaşık 20.000 kişi bizim yardımımıza gelecek. Bugün hiçbirimizin ne zaman biteceğini bilmediğimiz zorlu bir muharebeye başlıyoruz.”
Dedikleri çıkar. Gıcır gıcır Karadağ ordusu Müslüman kanına susamış bir şekilde şehre doğru ilerler ve kaleyi sararlar. Ahmet Zogu ‘nun 2000 kişilik gönüllü birliği Leş kentinde tuzağa düşer. Berat’tan gelen 15,000 Türk askeri ise yol üzerinde pusuya düşürülüp yok edilir. Müslüman yerleşimlerin olduğu yollarda bile Türk ordusu istihbarata sahip değildir. Türk kanı oluk oluk akmaktadır Balkanlarda. Diğer şehirlerden destek gelmez. Her şehir kendi derdindedir. Prizren, Üsküp teker teker düşer. Orduda bir birlik yoktur. Alaylılar mekteplilere destek vermez. Askerler bunca vatan toprağı elden giderken terhislerini isterler. Terhis edilenler artık dönecek bir yol olmadığını görüp savaşmaya devam ederler.
Gün gelir İşkodra ile İstanbul arasında bir toprak kalmamıştır. Eski başkent Edirne düşmüş, düşman İstanbul’a doğru ilerlemekte, Çatalca’ya varmıştır. Ama İşkodra direnmektedir.
Karadağlıların ordusunun o ilk günkü gıcır gıcır halinden eser yoktur. Ordunun yarısı kale etrafında çakılı kalmış durumda diğer cepheleri izlemektedir. Bulgarların, Yunanların yada başka birilerinin ardından saldırmayacağına dair bir teminat yoktur. Ellerini güçlendirmek için kuzenleri Sırplardan destek isterler. Sırplar peşi sıra üç tümen yani 30,000 kişi gönderirler destek olarak.
Bu da bir etki etmez. Kalede şartlar iyi değildir. İşkodra da kan gövdeyi götürmektedir. Hasan Rıza Paşa savaşır ama tipik bir Türk olarak hesap etmediği bir şey vardır. Karşısında savaştığı adam düşmandır ama arkasındaki “dost” bildiği adam hıyanet yaparsa… Sonuçta herkesin bir bedeli yok mudur? Hele kimi milletlerin ki çok ucuz değil midir?
Yapar… Esat Toptani’nin iki yaveri paşayı 30 Ocakta kafasından vurarak şehit eder. Toptani şartları lehine daha da sağlamlaştırmak ve biraz daha savunmayı devam ettirip çevresindekilere karşı zevahiri kurtarmak için savaşmaya devam eder. Tek adam olarak kurulacak Arnavutluk ‘un kralı olmak ister. Gerçi Karadağlıların ve Sırpların bölgede değil bağımsız bir Arnavutluk‘a izin vermek tek bir müslümana tahammülü yoktur. Çok büyük bir saldırı yaparlar ama gene sonuç alamazlar.
Büyük kuzen ise küplere binmiştir. Bu küçücük kent 50,000 askeri oyalamıştır. Evet Osmanlı çok büyük toprakları kaybetmiştir ama İstanbul halen Türktür. 50,000 asker önemli bir sayıdır. Sonuçta Toptani’nin istekleri kabul edilir. Ordu – ağır topları kalede bırakmak şartıyla – sağ salim, tüm onuru garanti altına alınarak kaleyi bırakır. Ayrıca Esat Toptani şahsi olarak Karadağ kralından 10,000 sterlin para da talep eder. Türklerin bölgedeki son kutsal sancağını bizzat Karadağ kralı teslim alır. Sırplar 20,000, Karadağlılar 15,000 askerini kaybetmiştir. Hamidiye Zırhlısı birkaç gün sonra açıklarda belirir ama şehir çoktan el değiştirmiştir. Asker maaşları ve karınca kararınca bir destek vardır. O da dönüş yolunda denk geldiği Sırp gemilerini batırıp, kentlerini topa tutar. Bu Türk askerinin Adriyatik’te ve Arnavutluk’taki son silah sesleridir.
Esat Toptani ‘ye gelince. Savaş sonrasında kimse aldığı topraklardan memnun değildir. Hele Arnavutlar kandırıldıklarını hissetmektedir. İkinci Balkan Savaşı başlar başlamaz Kosova ‘ya saldırırlar ama Prizren’de Sırplar saldırganları kolaylıkla püskürtür. Egemen kuvvetler bir Alman yönetiminde bir Arnavutluk kurmuşlardır. Her Arnavut aşiret söz sahibi olmak ister. Esat Toptani dış işleri bakanı olarak ülke dışına gönderilir.
Sırplarla yakınlaşır. Kurulacak Yugoslavya’ya katılacağına dair anlaşmalar imzalar kafasına göre. Kimi zaman İtalyanlarla dans eder.
1920 ‘de Paris’te Arnavut bir öğrenci tarafından “ülkeyi Sırplara satmak ve Arnavutluk zararına işler yapmak” nedeniyle öldürülür. Paris’te Sırp Askeri Mezarlığı’na merasimle gömülür. Ne demeli, etme bulma dünyası. Türk ırkını sırtından vurup da kafası yastığında huzur içinde öleni tarih ne zaman yazmışta bu Arnavut için yazsın.
Neyse, günümüze dönüyoruz. Kale daha önceden de belirttiğim gibi harikulade bir manzaraya sahip. Ama gene kuvvetle muhtemel ki üzerinde durduğu tepenin içinde de kat kat aşağılara inmekte. Kuyulardan bakıyorsunuz nereye kadar indiği belirsiz.
Dönüşe geçerken peşimize küçük köpekler takılıyor. Buradaki köpekler boyut olarak ufak tefek. Şöyle ki böyle kırsal bölgelerde insan ister istemez büyük köpekleri beklerken bu sevimli sokak köpeklerinin peşinize takılması oldukça şaşırtıcı geliyor. Alışılmadık bir görüntü olarak sokakta sahipsiz bir kedi bile gördük.
Merkeze dönünce hemen buraları turlamaya başladık. Trafiğe kapalı Kole Idromeno Caddesi’ne dalıyoruz. Otelde sayfa sayfa incelediğim Marubi fotoğraflarının sergilendiği müze de cadde üzerinde. İtalyan Marubi şehre sihirli makinesi ile gelir. 1858 yılından aile işi olarak 1930‘lara dek deklanşöre basarlar. Osmanlı Dönemi, ağırlıklı Arnavutlar olmak üzere yerel milletlerin özgün kıyafetleri ile halleri. Caddede dolanan süper minili, cömert göğüs dekolteli Arnavut kızlarını görünce fotoğraftaki kadınları düşünüp bu dönüşümün nasıl olduğunu soruyorum kendime. Mesela bir Arnavut kadının şalvar olarak kullandığı bel bağının minimum 9 m olması gerektiğini okumuştum. Nereden nereye…
Biz de turlamaya gidiyoruz. Burada ne işi olduğunu çözemediğim sahipsiz Malta elçiliğinin kapısındaki perforje haç ve rengi solmuş Malta bayrağını saymazsak bir numarası yok. Evler, binalar göz okşuyor, yakın zamanda elden geçtiği aşikar. Burayı daha önceden gezen arkadaşlarım şehirde Osmanlı etkisinin çok fazla olduğunu söylemişlerdi ama ben böyle bir şeyi hissedemedim. Açıkça İtalyan etkisi mevcut.
Ara sokaklara girip çıkıyor ve geldiğimiz yoldan, otelin bir paralelinden 28 Nentori Caddesi’ne giriyoruz. Kole Idromeno Caddesi gibi burası da restoranlarla, kafelerle bezenmiş hoş bir cadde. Burayı turlayıp uzunca bir kavisle ana caddeye dönüyoruz. Yol üzerinde Peja Grill denilen bir mekana girip karnımızı doyuruyoruz.
İşkodra tahminlerimin ötesinde bir yer olarak listeme girdi.