Sabah geç kalktık. Artık olgunlaştığımı fark ediyorum. Eskiden olsa erkenden kalkar, uyuklayan herkesi sarsar, kaldırır erkenden yola dökerdim. Ama oğlumun dün yorgunum deyişi ve bugünkü rotada bir nevi doğa yürüyüşü yapacak oluşumuz nedeniyle kimseyi zorlamadım.
Yavaş yavaş 10’a doğru herkes uyanmaya başladı. Hava loşça. İnsanın uyudukça uyuyasını getiren havalardan… Dışarı çıkıp yol kenarındaki büfeden uyduruktan da olsa bir kahvaltı yapıyoruz. Çay fena değil ama bu coğrafyada yenen poğaçamsı nesneler kremalı, reçelli şeyler. Reçellerin de marmelattan pek bir farkı yok.
Origo’ya giriyoruz. Buradaki Double Coffee’de vakit öldürüyoruz. Rastlantı eseri foursquare burada sipariş verildiğinde birer bardak kapuçinonun ücretsiz ikram olduğunu yazdığını görüyorum. Talep ediyorum ama siparişten önce olsaydı olurdu diyorlar. Uzatmıyorum.
Alışveriş merkezinin arkasında tren istasyonu var. Gidiş dönüş 3,22 Lat ‘a trenle Sigulda’ya ulaşabiliyorsunuz. Özel turları 35-40 euro bayılmanın bir anlamı yok. Bin bir güçlükle bilet alıyoruz. Gidiş saati belli ama dönüş gün içinde olsun da ne zaman olursa olsun tarzı bir açık bilet. Kredi kartı ile ödüyoruz.
Yola koyulmadan bir tuvalete girelim diyoruz ama burada işleyiş farklı. Önce dışarıdan kağıt alıp kabine öyle girmeniz gerekiyor. Kabinlerde kağıt yok. Cebimde de her zaman yedek olarak bulundurduğum metrelerce tuvalet kağıdından da iz yok. Bir şey yapamadan, karnımdan gelen gurultuların arasında Allah’a sığınıp trene doğru ilerliyorum.
Trenler fena değil. Elbette ki, gezegendeki hemen hemen her trenden hoşnut kalmayan vatandaşlarım Letonya trenlerine de sıfırı çekmiş, sınıfta bırakmışlardı. Bence bir sorun yok. Kadın bilet kontrolörleri dolanıyorlar vızır vızır. İlerideki sarışın Tanrıça tipli memur yerine Yıldız Tilbe benzeri görevliye denk geliyoruz. Kader her zaman çeşitli oyunlara sahip J
Arka koltukta hafif safça sarışın bir adam var. Rus sanırım. Bulgaristan’a gitmiş, bir şeyler anlatıyor ama anlamıyoruz. Mete’ye adamla konuşma görevini veriyorum. “Ne konuşacağım ya” deyince “hı hı” de geç diyorum. Adamla iyi anlaşıyorlar. Adam domuz sucuğu yemeğe başlıyor. Tüm kompartıman kokmaya başladı ama sanırım bir biz rahatsızız. Kardeşim “umarım bize de vermeye kalkmaz” dediğinden bir on saniye geçmemişken adam elindeki sucuğu koparıp bize ikram etmeye çalışıyor. Müslüman olduğumuzu, yiyemeyeceğimizi söyleyip teşekkür edip başımızdan savıyoruz.
Bir saat kadar sonra Sigulda’ya varıyoruz. Keşke vaktimiz olsa yada en azından hava birazcık daha iyi olsaydı. O zaman Cesis diye bir saat kadar daha ötede kalan kasabaya gidebilecek ve oradaki Türk Şehitliği’ne uğrayabilecektik. Galiçya Cephesi’nin yiğitlerinin bir kısmı orada yatıyor. Umarım ziyaretlerine gidemediğimiz için affederler bizleri. Ama “Dede seni unutmadım yanına kadar gelemesem de” diyebilecek kadar yaklaştım.
Trenden indiğimizde yağmur atıştırmanın bir adım ötesine varmıştı bile. Gri bir gökyüzü, sıklıkla yağan yağmurların etkisini haykıran parlak yeşil çimenler, zarif, küçük ama sevimli parklar. Sigulda da inip ormana doğru yapacağınız uzun yolculukta size eşlik eden ilk ev sahipleriniz bunlar olacak.
Tarihin başlangıcında Türk orijinli basit kavimler önemsiz yerleşimler kurmuşlar. 1207 ‘de Alman haçlılar gelip Gauja Nehri’nin iki tepesine de ahşap kaleler kurmuşlar. Başka bir numarası yok. Günümüzde doğa yürüyüşü, kano vb gibi atraksiyonları yapabileceğiniz bir yer. Bobsled ‘e binebileceğiniz bir tesiste var. Aşağı yukarı teleferikten yedi km kadar uzakta kalıyor.
Doğa yürüyüşü yapacağız. Bunun için teleferikle karşıya geçmemiz gerekli. Gidiş Dönüş teleferik ücreti 5 Lat. Mecburuz, başka seçenek yok. (Çok zeki olduğumdan başka bir dönüş yolu bulurum diye bu ücretin yarısını ödeyerek sadece gidiş bileti almıştım)
Teleferik yolculuğu eğlenceli. Çok sık bir orman örtüsünün üzerinden geçiyoruz. Allah korusun teleferik kopsa, ağaçlardan aşağı düşmemiz pek mümkün görünmüyor. Kısa sürede karşı kıyıya ulaşıp gezmeye başlıyoruz.
Nereye gideceğimize dair bir bilgim yok. LP gene uyduruktan bir harita ile sahnelerde. Kalabalığı takip ederken solumuzdaki taş bir kaleden, Krimulda Kalesi’nden kalanları geride bırakıyoruz. Yüzlerce basamak, üzerlerindeki ıslaklık ve bundan kaynaklı kayganlığı için huzursuz ediyor beni. Bir de bu yolun çıkışı olacak ama bunu dillendirmiyorum elbette.
Sonunda iniş bitiyor. Sağ tarafta etrafı sazlıklarla çevrili küçük göletleri aşıyoruz ilerlerken. Güzel manzaralar var. Sevmedim diyemem.
Burada bir Turaida’nın Gülü efsanesi var. Maija adında bir dilber, 1601’de yapılan savaşın akabinde yaralı olarak bulunarak Turaida Kalesi’ne alınır ve burada büyütülür. Kız gün be gün güzelleşir. Öyle ki güzelliği efsane haline gelir. Victor isimli bir bahçivanla birbirlerini severler. 1620 yılının sonbaharı evlilik zamanıdır. Mağara buluştukları yerdir. Buluşamadıkları zamanlarda ise bir nevi postanedir. Üvey kızkardeşi ile Maija günün birinde mağaraya gelir. Mağarada onu bekleyen biri vardır. Viktor değildir. Adam Yakubovski adında Polonyalı bir asildir. Kızın peşindedir ve mağarada olmanın avantajı ile evlilik gibi bir formaliteyi de beklemeksizin kıza asılmaya başlar.
Kız eşarbının sihirli olduğunu söyleyip Polonyalıya verir. Eşarp yaralanmalardan koruyan bir özelliği sahiptir kızın dediğine göre. Aslında kız bu hediye ile adamı sepetlemeye kalkmıştır ama Polonyalı asilzade, okuduğu kitabın haddi hesabı yok. Kim bilir kaç köylü kızını…. Neyse.
Polonyalı eşarbı kızın boynuna bağlar ve kılıcını savurur. Öyle ya sihirli bir eşarp her yerde sihirli olmalıdır.(Halep oradaysa arşın burada olayı gibi). Kılıç kızın boğazını yarar ve öldürür. Polonyalı topuklar.
Aradan biraz zaman geçtiğinde bizim Viktor mağaraya damlar. Sevdiceğinin cesedini görür. Tam bu sırada yerel polislerde gelirler. (Acaba kim ihbar etti) Ceset ve Viktor bir aradadır. Ve bahçevanlık gözde bir meslekte değildir. Suçlu ortadadır. Ama bir başka şahit çıkar. Erkek şahit olunca üvey kız kardeşin de şahadeti kabul edilir. (Demek ki kadınların şahadetini kabul etmemek sadece bize mahsus değil). Viktor sevgilisini alır kalenin yakınlarında bir yere gömer. Mezarın üzerine bir ıhlamur ağacı diker ve dönmemek üzere o diyarlardan çeker gider. Polonyalı yakalanır ve idam edilir.
Neyse, mağaradaki işimiz bitti. Traida ‘ya gideceğiz. Turaida “Tanrının bahçesi” demekmiş. Vardır bir hikmeti diyerek yukarı çıkıyoruz. Dün yorgunum diye vızıldayan Mete kedi gibi hoplaya zıplaya halası ile merdivenleri çıkıyor, biz ise karı koca geride saydırmakla meşgulüz her basamakta.
Başlayan her şey bitmeye mahkumdur. Sonunda tepeye ulaşabildik. Hala, yeğen enerji dolu. Yıldız bitik. Ben de pek farklı değilim. Yıldız siz gidin beklerim diyor. Ormanın içinde eşimi bırakmak akıl karı değil ama riskli bir memleket değil buralar. Epeyce bir gittik ama LP haritasında gösterdiği gibi yakın değilmiş. Epeyce ilerledik ama bir yere varamadık. Ayaklarımı ısıran her neyse dayanılmaz bir hal almaya başladı. Dönüşe geçtik.
Hesapsız basamaktan sonra teleferiğe ulaşıyoruz. Trene doğru giderken sevimli bir kızın tacizine uğruyorum. Elimde oğlumun eli, yirmi metre önümde eşim ve kız kardeşim… Kızı durdurmuyor bunlar, yazıyor da yazıyor. Neyse nazikçe sepetliyorum. İlk marketten bir şeyler alıyoruz enerji verici türden.
İn cin top oynayan trenin kompartımanında taş çatlasın biz dahil ancak on kişi var. Güle oynaya Riga’ya dönüyoruz.
Kardeşimle son günümüz. Yarın biz Vilnius’a geçeceğiz o isme İstanbul ‘a uçacak.