Bugün Trakay’da olacağız. Bu yöreye gelen turlar kırk, elli euro ‘ya buraya özel tur adı altında geziler düzenliyor. Bunu rahatlıkla 4 euroya mal ederek yapabilirsiniz.
Trakay’da ne var? Neden gidiyoruz? Çok güzel, ormanlar içindeki bir gölün kıyısında olduğu için mi? Değil, bu coğrafyada hemen hemen her yerde bu tanıma uyan çok sayıda göl yada gölet mevcut. Ülkenin tarihi başkenti olması mı? Kısmen. Cevabı vereyim kimseyi daha fazla sıkmadan. Aynı Tanrıya farklı şekilde tapan başka Türkleri, yüzyıllardır pek görüşmediğimiz, günümüzde çok azımızın bildiği akrabaları, Karayları yada kendi değimleri ile Karaimleri görmek için yollara düşeceğiz.
Yıllar önce belgesel kanallarının birinde, “endangered languages” isimli kısa bir program yayınlanmaktaydı. Bir şekilde ölmekte olan, yeryüzünden silinen binlerce dil için yaşayan son temsilcileri kısa örnekler sunuyordu. Litvanya’dan, hafif çekik gözlü bir kadın çıktı birinde. Gerçi alt yazı vardı, gerçi bizlerle onlar arasında beş yüz yılı aşkın bir ayrılık ve bu süreçte ortaya çıkan bir farklılık vardı ama benim İstanbullu kulaklarım bile pek çok kelimeyi zorlanmadan anladı. Seyrek olarak alt yazıya bakma ihtiyacı duyuyordum. Şaşırdım ve oldukça etkilendim. Avrupa’nın içinde yok olmakta olan bir Türk boyu ve Türkçe lehçesi. Araştırdım ve üzülerek söylemeliyim ki özellikle Asya içinde yirmiye yakın Türkçe ağzı yada lehçesi aynı kaderi geri dönülmesi mümkün olmayacak şekilde yaşamaktalar. Bu dilleri artık kurtarmak mümkün değil gibi. Ama en azından kaydetmenin, literatüre sokmanın imkanı var. Ama bunu yapacak kuruluşlarımız nedense politikayla o kadar iç içe ve para derdine düşmüş ki bu amaç çok sonraki sıralarda kalmış sanırım. Milli takıma adam çağırıp o adamların maç kazanabilmesi için çuvallar dolusu paraları döken insanlar nedense gerçek milli davalarda ortalarda olmuyorlar. Zaten Karayları araştırdığımda onlarla hükümet düzeyinde kontak kuran, bunu yaparken de ülkesinin güçsüz halini zerrece umursamadan Stalin adlı sapığın Sovyet Rusyası’nın tehditlerini kaale almaksızın bu ulusal davayı takip eden o kutsal adamın ismine rastladım. Mustafa Kemal Atatürk… Türk olmak, herkese ve her şeye rağmen hatta içimizdeki onca haine rağmen halen gurur verici. Ne mutlu Türküm diyene…
http://www.unesco.org/archives/multimedia/index.php?s=films_details&id_page=33&id=1772
Çıkıyoruz dışarı, hava biraz kapalıca. Kısa sürede vardığımız terminalde bir Rus satıcıdan bir şeyler almaya çalışıyoruz. Bende çay kelimesi dışında Rusça, onda ise ok dışında İngilizce yok. Bir şekilde bir şeyler alıyoruz ama ben yiyemiyorum aldığımı. Sadece çay içimi biraz ısıtıyor. Siz siz olun, gitmeden önce bazı talep ve istek cümlelerini google translate vasıtası ile bir kağıda yazın ve gerektiğinde gösterin. Ayrıca asla yuvarlak para vermeyin, yani 27 lita tutan bir şey için 32 lita değil 30 verin. Kafaları sadece 30-27 farkına çalıştığı için fazladan verilen para kayboluyor. Zamanla art niyet olmadığını anladım ama iki kuruş için insanlarla kapışmak hele bunu hiç bir ortak dilin olmadığı ortamda yapmak akıl karı değil. Unutmayın, bizler için hesap özürlüsü insanlar ama onlar içinde kaç para vermesi gerektiğini bilemeyen insanlarız.
Neyse, gece yolculuğu ile Varşova’ya geçeceğimiz için çantamızı emanete bırakıyoruz. Görevli mekanın 9 ‘da kapanacağını söyleyip benden ücret olarak az bir para alıyor.
Biletler otobüslere girişte alınıyor. Neredeyse yarım saatte bir farklı firmaların araçları var. Adam başı 6 lita vererek yola koyuluyoruz. Eski mi eski, zorlukla ilerleyen aracın içi kesif bir mazot kokusu ile kaplı. En arkadaki boşluğa kuruluyorum. Sık ormanlar, güzel manzaralar. Solda tepelerin arasından kara bir kartal kanat bile çırpmaksızın bir planör gibi süzülüp gidiyor. Nüfusu gerçi Kadıköy’den daha az Litvanya’nın ama çok daha kalabalıkları doğanın ırzına geçmeksizin bağrında barındırabilecekmiş gibi görünüyor.
Terminal ile kale arası epeyce bir mesafe var. Eşime göre bu mesafe için bir araç olmalı. Ama ne araç olduğuna dair bir emare nede bunu soracak İngilizce anlayacak insan var ortalıkta. Çaresiz kasabanın tek ana caddesinde ilerliyoruz. Solumuzda bazen göl, bazansa güzel ahşap evler manzaramızı oluşturuyor. Unutmayın Karayların evlerinin giriş katlarında sokağa bakan üç göz pencere vardır ve kesinlikle bu yönde bir sokak kapısı bulunmaz. Bu nedenle geçtiğimiz pek çok evin Karay evi olduğunu anlayabiliyorum. Kimi kaynağa göre 65 kimi kaynağa göre 200 kadar Karay var Trakay’da. Peki, kim bu Karaylar…
Karaylar köken olarak Hazar İmparatorluğu’nun bakiyesi Türkler. Zamanla Kırım’a göçerler oradan da Lİtvanya’ya. Bu arada kimse bana Türkler Musevi olamaz, Yahudi bilmem ne atıp tutmasın. Kısaca üzerinden geçeyim. Musevilik dindir. Yani bir Türk Allah’a Musevilerin yöntemiyle inanırsa Musevi olur Yahudi olmaz. Bir Yahudi’yi Müslüman yaparsanız sadece Müslüman olur Türk olmaz Türk pasaportu yada kimlik kartı alsa bile. Sanırım insanlar İsrailli ile Yahudi arasındaki farkı kavrayamadıkları için daha komplike konuları tartışmak zor olabiliyor. Örneğin İsrail vatandaşı Hristiyan Filistinli Araplar epeyce kafa karıştırıcı olacaktır ama gerçekten de böyle bir durum söz konusudur.
Konumuza dönelim. Hazarlar gibi sağlam savaşçıdırlar. Genelde paralı asker olarak yaşarlar. Bir gün Litvanya dükü kalabalık bir tatar topluluğunu ülkesine alır. Müslüman tatarlar ülkenin çeşitli yerlerine dağıtılır. (Bugün bile Polonya’da hatta Litvanya’da küçük bir Müslüman tatar azınlık var.) Fakat 300 Karay aile kralın kalesinin olduğu yola sağlı sollu yerleştirilir. Gerçekten sadıktırlar. Zamanla sayıları 5000 ‘e dek çıkar. Kültürlüdürler ama geleneklerindeki katı kurallar nedeniyle azalmaya başlarlar. Çünkü bir Karay ancak anne ve baba Karaysa Karay olabilir. Bu şu oluyor. Eğer anne İsrailli bir Yahudi ise standart Yahudi için çocuk Yahudi ırkındandır. Ama Karaylar ne olduğuna bakmaz sadece ne olmadığını bilirler. Artık o çocuk Karay değildir.
Ayrıca ibadetleri de farklıdır. Kenessa adı verilen tapınaklarına girmeden eller yıkanır. Zaten kenessalara ayakkabı ile de girilemez. Namaz benzeri bir ritüel uygulanır. Standart Musevi’nin “duy, işit İsrail” şeklinde bitirdiği dualar Karaylarda “duy, işit Karay” şeklinde sonlanır. Bu nedenle Yahudiler Karayları Musevi kabul etmezler. (Bu durumu İstanbul’daki Musevilerden de duydum). Karaylar da zaten Yahudileri takmazlar.
İstanbul’da rivayete göre yüzden daha az sayıda Karay kalmış. On üç kenessadan sadece biri aktifmiş ama yerini bulabilmiş değilim. İstanbul cemaati, Karayların yok olmakta olduğunu açıklayan bir demeç vermişti birkaç sene önce. Ama tamamen Türk vakurluğu ile bunun geleneklerin doğal bir süreci olduğunu kabulleniyorlardı. “Dövlet bize bağmiyür” diye böğüren hayvanlara inat, kendi köşelerinde kendi inanışları ile yok olmayı bekliyorlar. Bizans döneminde dünya Karaylığının merkezi İstanbul ‘un günümüz cahil halkı kendilerinden bihaber her gün adı Karaylardan gelen Karaköy ‘e vapurla gelip geçerken gerçekleşiyor üstelik bu süreç…
Mavi, eski posta binasına varmadan bir on euro bozduruyorum bankada. Kadın pek bir isteksiz ama fazla para harcamayacağımız bu son günümüzde elimde bir ton lita ile ülkeme dönmekte pek istemiyorum doğrusu.
Yolun solunda Karay Etnografi Müzesi ve Kenessa var ama kapalılar. Gelen turist grupları da kös kös geri dönüyor. Acı gerçeği öğreniyorum. Kala kala on iki aile kalmış sadece Karaylardan geriye burada.
Sahile inip hediyelik eşya satan insanların arasına karışıyoruz bir film setini andıran sokaklardan ayrılıp. Fiyatlar Vilnius ayarında, pek bir fark yok. Sağlam bir rüzgar var ve hasta olmaktan çekiniyorum açıkçası. Güneşe bakınıyorum ama bugün bizimle buluşmayacak gibi. Bir dükkanda kahve içiyoruz, fena değil, pahalı hiç değil. İçimiz ısındı doğrusu.
Kral Vyatautas güçlü bir kale için bu ikinci adayı seçer. Zaten adaya giden yol boyunca özel muhafızları olan Karayların evleri sıralanmaktadır. Karayları aşmadan –ki bu zordur- bunun içinde ailelerini yok etmeden –ki bunu yaptıklarında Karaylar kralı korumaktan çok ailelerini korumak ve intikam almak için kaybedecek bir şeyi olmayan insanların coşkusu ile saldıracaklardır- kaleye ulaşmak mümkün değildir. Yani özetle kale savunmak için iyi bir yerdedir.
Kaleye giriş 14 lita. Çocuklar için 6 lita ödeniyor. Çekim yapmakta ayrıca ücretlendiriliyorsa da hasar verecek türden değil. Kaleye girişimizle beraber güneş çıkıyor ve yoğun bir nem bizi sıkmaya başlıyor.
Son odada ise özellikle fildişi ve sedef süs eşyaları sergilenmekte. Güzel, zarif parçalarda mevcut.
Bu kısımdan iç kale diyebileceğim, kralın, ailesinin ve adamlarının kaldığı bölüme giriyoruz. Burada da çok küçük bir avlu daha doğrusu bir boşluk var. Çeşitli odalarda paralar, nişanlar, Litvanya’nın ve Hansa Birliği şehirlerine ait gravürler, yağlı boya tablolar var. Güney cephesindeki küçük kilisede ise biraz vakit geçirdik oturarak. Oldukça sade bir oda.
Diğer odalarda Litvanyalıların kullandığı savaş araç gereçleri, tarihi haritalar, şehirleri gösteren model ve maketler tarzı objeler var. Son odada, bir camekanın ardında Karay ve Tatarlara ait nesneler, giyim eşyaları ve kılıçlar sergileniyor. Bir haritada nerede yaşadıkları işaretlenmiş.
Demin gezdiğimiz tarafta atladığımız bir bölüm olduğunu fark edip tekrar giriyoruz. Önce doldurulmuş hayvanların sergilendiği bir odayı aşıyoruz. Ardından çeşitli soylu ailelere ait arma ve mühürlerin sergilendiği başka bir kısma geçiyoruz. Avrupa’nın bu kısmında insanlar bizlere karşı gerek Kırım gerekse Osmanlıyı düşman olarak görerek pek çok kez savaşmışlar. Fakat hilal, ay yıldız (kimi zaman Davut yıldızı olarak karşımıza çıkmakta) pek çok armada kendine yer bulabilmiş.
Adanın dibinde bekleyen gezi teknelerinde alıyoruz soluğu. Vaktimiz bol ve yapacak pek bir şey yok. Adam başı 10 litaya (Mete 5 lita) anlaşıyoruz. Bizimle beraber kabile kalabalığında Rus aileler var. Tekne kalenin olduğu adanın arkasına dek gidip sancak yönünde sapıp küçük koylara teker teker girip çıkarken hava tekrar kapanıyor. Bu arada ilerideki adalardan birinde birkaç araba görüyorum. Sanırım ana kara ile bağlantı var.
Bir başka adada ise kocaman beyaz bir ev var. Adamın biri kendine bu evi yaptırmış ve mimarında serbest davranmasına izin vermiş. Mimar da bunun üzerine yürüyüş yolları, heykeller vb ile donatmış adayı. İnsanlar kuytu koylarda rüzgara ve havanın kapalı olmasına aldırmaksızın suya giriyorlar. Biz ise teknede esen rüzgara dayanamadığımızdan için teknenin kamaralarına kaçıp tamamlayabiliyoruz turun sonunu.
Karnımız doymuş ve dinlenmiş olarak ayrılıyoruz mekandan. Saat dördü geçmekte ama halen gruplar geliyor. Ne varsa, dünyanın her yerinde şunu anlıyorum ki Türk yemeği gibisi yok.
Yol üzerinde bir pastaneye giriyoruz. Kapısındaki master, visa stikırları bu dükkanda kredi kartının geçtiğine dair bir düşünce oluşturdu içimizde. Yanımdaki litalar sadece dönüş biletimi karşılayacak miktarda. Kahve sipariş edip yanında gerçekten güzel görünen pastalardan sipariş ediyoruz. Odanın köşesindeki yemek takımı tamamen pastadan imal edilmiş tıpkı cadının evi gibi. Saat altıyı buldu burada…
– Tamam da param kalmadı yanımda lita olarak. Terminalde para bozdurabilecek miyim?
– Hayır.
– Yarına kadar gidemeyeceğim o zaman. Peki otel bulabilir miyim?
– Evet.
– Otel de euro kabul etmeyecektir, öyle değil mi?
– Evet.
– Sokakta kalmam gerekecek yani. Özetle durum bu sanırım.
Gayet pişkin bir tavırla, küstahça yanıtlıyor.
– Evet sokakta yatmanız gerekecek.
O an can almanın zor olmadığını düşündüm. Yanımda dünya kadar parayla beş parasız kalmıştım ve bundan çok kadının tavrı beni deli etmişti. Etrafı kırıp döküp küçük çaplı bir terör yaratmayı düşündüm ama yanımda karım ve çocuğum varken sonuçları itibariyle akılcıl değildi. Tek olsam neyse, ortalığı yıkar bir taksiye 100 euro verir topuklardım Vilnius ‘a. Sadece küfür etmekle yetindim ama küfür etmek siniri alıyor ama gerçekliği etkileyemiyor tabii.
Terminale geliyoruz yürüyerek. Euro kabul etmiyorlar. Öyle bir yer ki 1 lita karşılığında tuvaletin anahtarını ana gişeden alıp işinizi görebiliyorsunuz. Tıka basa dolu ilk araç gözümüzü korkutuyor. Neyse ki eşim git parayı taksicilerle boz diye akıl veriyor. 10 euro yaklaşık 34 lita etmekte. Ben 20 litaya da tavım. Gittiğim taksici 30 veririm fazlasını vermem diyor. “Amma yaptın” diyen bir mimikle cevap veriyorum ama tamamen yalan. Benim için fazlası ile yeterli bir miktar. Taksicinin suratındaki zafer ifadesinden bana sağlam geçirdiğini düşündüğünü varsayıyorum. Yırttık.
Nihayet oldukça iyi bir araç geliyor bu kez. Epeyce lüks bir minibüs. Tarife farklı bu nedenle, adam başı 6,80 lita. Yarım saati az biraz aşan bir sürede bizi gara bırakıyor. Şehrin üstünde günün son ışıklarını seyreden altı, yedi hava balonu uçuşmakta. Baltık rotasının kim ne derse desin gerçek incisi Vilnius.
Gardan çıkmadık. Nasıl olsa tablet var ve tablette de angry birds. Oğlan oyalanır. Ben sağa sola bakınıp oyalanıyorum. Terminalde güvenlik var endişelenmeme gerek yok. Eşimse uyukluyor, sağlam stres yaşadık aslında. Bir ara Litvanyalılar için bile uzun bir çocuk geliyor, “ulan ne boy vermiş Allah bunlara” diye hayıflanıyorum. Sonrasında Vilnius’tan Sofya’ya otobüs olduğunu görüyorum.
– Yıldız baksana, buradan Sofya yapıp oradan da İstanbul’a zıplayabilirmişiz.
Eşim bana bir deliye bakar gibi bakıyor uyku sersemi. O sırada uzun boylu genç bana dönüp sesleniyor.
– Hangi otobüsmüş ağabey?
Vay anasını. Coğrafyanın en boylu adamı bizden çıktı. İyi ki adamı yabancı sanıp da sağlam giydirmemişim. Tanışıyoruz, adı Murat. Bizim rotayı tek başına ama tersten yapıyor. Arkadaşları gideriz demiş ama vakit geldiğinde hepsi topuklamış genelde olduğu gibi. Murat da gözü kara çıkıp yola bir başına koyulmuş. Ters yönlere gittiğimiz için birbirimize tüyolar veriyoruz.
Otobüsler geliyor. Eşim tuvalet için alt kata iniyor ama görevli kadın tarafından sepetleniyor. Belirli bir saatten sonra tuvalette kapalı. İleride Mc Donald’s var. Koşup oraya gidelim diyoruz. Murat,” abi, ben çantaları beklerim ama çok gecikmeyin” diye sesleniyor.
Koşa koşa çıkıyoruz terminalden. Ben önden depar atarken Yıldız sesleniyor. Açık bir büfeye dalmış bile. İkisi kadın dört kişi masada içiyorlar. Tuvalet için izin istiyorum, gösteriyorlar. Genç oğlan çat pat İngilizce biliyor, nereden geldiğimizi soruyor.
– “Türküz” diyorum.
“Turkiya” diyerek bardaklarını boşaltıyorlar. “Antalya” diyor çocuk gülümseyerek. “İstanbul” diyorum. Bardaklar ne zaman doldu bilmiyorum ama bir tane de bana uzatılıyor. Kibarca reddediyorum. “İstanbul” diye topluca bir haykırış bardaktaki içkinin de sonu oluyor. “Rus musunuz?” diye sadece konuşmuş olmak için soruyorum. Anlamıyorlar sanırım ama yaşlı kadın boynundaki haçı gösteriyor bana.
– “Ruski” diyorum ve bu kez bardaklar “Rusya” haykırışı ile sonlanıyor.
Eşim çıkıyor,”temiz miydi? diye soruyorum. “Kim bakar ona, göreceksin” diyor muzipçe. Mete de ağzı kulaklarında çıkıyor kabinden. İçeri girince anlıyorum. Duvarda boydan boya, muhteşem vücutlu, harika suratlı bir sarışının üstsüz fotoğrafı var. Sanırım oğlum orada ergen oldu.
Çıktığımda tekrar teşekkür edip yumruğumda tuttuğum tüm litaları uzatıyorum masadaki adama. “Tamam” dercesine bir hareket yapıyor, üsteliyorum, gülüp “boş ver” diye el sallıyor. En son masadaki herkes bardaklarını bize yöneltip bir şeyler deyip içkilerini içiyor ve bardaklarını boşaltanlar ardımızdan el sallıyordu.
Vilnius’tan turun başından beri en çok korktuğum şehrine, ülkesine doğru gitmek için gerimde maceralar ile dolu bir günü bırakarak otobüse atlıyorum. Varşova bekle beni… Ailem ve ben seni alt etmek için yollardayız.