Bayram sabahı. Evden, aileden , İstanbul’dan uzakta bir bayram. Sabah ilkin Kilimli ‘deki Fransız evlerine uğramayı kararlaştırarak yola koyulduk. Çayın kenarındaki minibüs duraklarından Kilimli ‘ye giden minibüslere ulaşılabilmekte.
Kırk dakika kadar süren virajlı ve bol iniş çıkışlı bir yolculuktan sonra Kilimli ‘ye vardık. Küçük, sessiz bir kasaba. Kömür kokusu insanın genzini yakıyor. Nereye gideceğimizi bilemediğimiz için polis karakoluna girdik. Sağ olsunlar kral gibi karşılandık. Nöbetçi tüm polisler ile teker teker bayramlaştık. Fakat Fransız evlerinin Kilimlide de olmadığını öğrendik. Tepelik yerlerde, madencilerin lojmanlarının arasında bu binalardan bir iki tane kaldığını duyduk.
Yine aynı yerde yaşlıca bir adam Gelik minibüsleri ile adı geçen yere gidildiğinde bu evlerden bir iki tane görebileceğimizi söyledi. Kilimli ‘de ise sadece Fransızlardan kalan bir gümrük binası mevcut. Günümüzde halkevi olarak kullanılmakta.
Yaşlı adam ile epeyce bir konuştuk. Bir iki ev için Gelik ‘e kadar gitmemizin epeyce zaman kaybettireceğini , en iyisinin Zonguldak merkezi gezmemiz olacağını söyledi. Aklımıza yattı. İlk minibüs ile merkeze geri döndük. Minibüsün inanılmaz derecede kalabalık oluşu ve yolun manzarası aklımda yer edenler…
Zonguldak ‘a döndüğümüzde önce dün geceden gidemediğimiz tünellere gitmek üzere harekete geçtik. İlkin ışıklandırılmış kapıya uğradık. Kapının karaya bakan tarafında 1848, denize bakan tarafında ise S.H. 1906 yazmakta. Fransızlardan kalma, hatıra amaçlı bir yapı olduğu söylendi bize. Ama resmi bir bilgi bulamadık. Kapı yada anıt hangisi hoşunuza gider bilemem ama denize doğru bir çıkmaya sahip olduğu için şehri de iyi bir şekilde görmemiz mümkün olmakta.
Yola devam .Adliye binasını da geçtiğinizde göreceğiniz mendireğin köşesinde maden kazalarında ölen çalışanların isimlerinin çakılmış olduğu bir anıt var. Epeyce bir yer kaplamakta. Aslına bakılırsa son zamanlarda ne yeni bir isim eklenmiş (bence iyi) ne de kopup giden isimler yeniden yerlerine yapıştırılmış. Önünde ise madencilerin bilimum alet edevatından açık hava müzesi-park karışımı bir alan oluşturulmuş.
Mendireğin ucuna çıkmadık. Hem mendireğin içi haddinden fazla pis hem de çay ormanın tüm toprağını denize getirdiğinden deniz sapsarı. Bizde önce on metrelik bir tüneli geçip açık bir alana geldik. Tam karşımda bir tünel. Onun hemen sağında bir başka tünel daha. Yolun ortasından biraz ötede bize doğru yan duran bir başka giriş. Buraya kadar geldik durmanın alemi yok dedik ilerledik. Tek olsam imkanı yok ilerlemem. Kayaların üzerinde temkinli bir şekilde ilerlemeye gayret ededuralım Karadeniz’in iri dalgaları solumuzda karayı tüm hıncıyla dövmekte.
Önce tam karşımızda duran ve sonu görülen tünele girdik. Travers ve raylar zamanla bir şekilde kaybedilmiş. Yerleriyse su dolmuş. Su inanılmaz derecede temiz görülmekte. Tünelin ucuna vardığımızda epeyce maymunluk yaparak gidilebilecek ama buna kesinlikle deymeyecek bir iki yer gördük. Pek gitmeyi üstelemedik ve yandaki tünele yöneldik.
Burası daha derin. Ne kadar derin tam anlamıyla çözemedik. İçerideki içki şişeleri ve bally kutu ve tüpleri burasının da pek güveni olmadığı izlenimi vermekte. Tünelin ağzı düzgünse de içeri doğru gidildikçe kayanın sadece oyulduğu görülmekte. İçerideki karanlıkta üstün körü bir iki fotoğraf daha çektik. Uzaklarda çok ama çok küçük bir noktada çıkış ışığı var. Ama oraya varmak için daha ne kadar ilerlemek gerekir ,yolda ne yapmak gerekir çözemedik. Elimizdeki fenerlerde pek işe yaramadığı için şansımızı zorlamaksızın döndük.
Ağzı denize bakan tünel girişi ise kapatılmış durumda.
Buradan tekrar merkeze yöneldik. Bayramın ilk günü olduğundan resmi kurumlarda da bayramlaşma heyecanı var. Biz de bu kalabalığın arasında tıpkı gece yaptığımız gibi İsmet İnönü anıtından başlayarak fotoğraf çekmeye devam ettik.
Bayram sabahı Zonguldak daha bir farklı. Caddede epeyce bir kalabalık gezinmekte. Bizde hem bu kalabalığı seyredip hem de göze güzel görünecek ne varsa bulalım diyerek etrafı gözlemeye devam ederek yolumuza devam ettik. Gökgöl Mağarası için Asma denilen yerden minibüse binilmekte. Mesafe oldukça kısa ama mağara harika o nedenle mutlaka vakit ayırıp gidilmeli.(Zaten 1,25 YTL veriyorsunuz)
Mağara özelleştirilmiş. Aslında iyide olmuş. Dünya güzeli bir yere sadece 3 YTL ödeyerek giriyorsunuz. (Öğrenciye daha da ucuz,1 YTL ) Aydınlatması güzel ama ışığın şiddetli vurduğu bölgelerde yosunlaşmadan kaynaklanan bir yeşilleşme söz konusu. Bu ileride epeyce baş ağrıtacak sanırım. Onun dışında mağaranın içinde rahatlıkla gezebilecek bir parkur oluşturulmuş. İstanbul’daki pek çok parkta bile lüks yok. Bu hat doğrultusunda 875 metrelik bir parkur gezilebilme imkanına sahip. Bu mesafeyi kat ederken üç köprü ve bir iki göletin geçildiğini görevlilerden öğrendik. Biz yağmur nedeniyle 450. metreye dek ilerledik ama daha sonra görevlilerce can güvenliği nedeniyle engellendik. Yağmur nedeniyle mağaranın ilerideki bölümleri su dolmuş. Bizde ilerlemedik. Özellikle 500. metreden sonra mağaranın daha da güzelleştiğini söylemeleri bizi epeyce üzdü. Kısmet…
Minibüsler normalde mağaralara dek gelmiyorlar. Dönerken ya merkeze dek yürüyebilirsiniz yada kapıda bilet satan görevlilere durumu bildirebilirsiniz. Bu durumda görevliler minibüsçüleri arıyorlar ve size en azından servis için bir araç gelmesine ön ayak oluyorlar.
Zonguldak zaten bir mağaralar şehri. Sadece Gökgöl ve Cehennemağzı aydınlatılıp geziye açılmış olsa da şehri tanıtan broşürlerde çok güzel mağaralar görülmekte. Toplamda on dokuz mağara olduğu söylenmekte. Cumayanı, İnağzı, Ilısı,Erçek, Sofular başlıcaları. Hatta Sofular’ı tanıtan fotoğrafta araştırmacılar lastik botla mağaranın içindeki gölde ilerliyorlardı. Umarım günün birinde bu mağaralarda gezilebilir hale getirilir.
Zonguldak ‘ın handikabı minibüslerin farklı farklı noktalardan kalkıyor olmaları. Örneğin Filyos ‘a giden minibüsler tren garının önünden kalkmakta. Yolculuk yaklaşık bir saat sürmekte ve kişi başı 3,5 YTL ödüyorsunuz. Ama önerim Filyos’a eğer zamanınızı ayarlarsanız tren ile gitmeniz. Böylece hem daha ucuza, hem birkaç dakika daha çabuk hem de uçurum kenarlarından bozuk bir yolda gitmemiş olacaksınız. Harika bir orman yolundan ilerleme şansınız var.
Minibüsle gidişi anlatayım ben yine de. Önce yine Kilimli ‘den geçtik. Buradan sonra Çatalağız ‘a gidiliyor. Burada bir termik santral var. Oldukça büyük bir alan kaplamakta. Ama yöre oldukça fakir bir görünüme sahip.
Buradan sonra karşımıza gelen ilk belde olan Muslu ile demiryolu arası yol oldukça bozuk. Yağışın etkisi oldukça yıpratıcı olmuş. Ayrıca Göbü ‘den Filyos ‘a dek yol uçurumların kenarından harika manzaralara sahip bir şekilde uzanmakta. Bu uçurumların arasında kalan koylarda çok güzel kumsallara ev sahipliği yapmakta. Özellikle Filyos ‘ta çok uzun bir kumsal var.
Filyos’ta minibüslerden indiğiniz noktadan bir yirmi metre kadar uzakta ,solda taksi durağı var. Buradan beş YTL vererek harabelere ulaşma imkanınız var. Biz havanın kötü olmasını göz önünde bulundurarak paraya kıydık. Taksiciler size aşağıdan mı yukarıdan mı gezeceksiniz diye soracaklar. En akılcıl gezi yolu yukarıdan yapılan. Bu yolu seçince antik tiyatro kalıntılarının yanına dek araçla geliyor olacaksınız.
Buradan kaleye yürünebiliyor. Bunun için yola çıkıp ilk sapaktan sola sapıp mezarlığı solunuza alıp ilerlemeniz yeterli. Yolda, sağda ve solda böğürtlenler sizi davetkar renklerle çağırmakta. Midemi bozabilirim diye fazla yüklenmedim. Kale iki burç ile sizi karşılamakta. Anlaşılan yakın zamanlarda çok modern bir restorasyon fırtınasına maruz kalmış. Kalenin içine giriş için solda bir kapı bulunmakta. Buradan içeri giriş mümkün.
Kale aslında Tion ‘un akropolü. İçerisinde bazı kazı izleri de görülüyor. Kazının araştırma amaçlı olduğu belirgin. Özellikle en yüksek noktada mermer parçaların olması burada bir tapınak olabileceği şeklinde bir şüphe uyandırmakta. Kaleye kimlerin çevirdiği belirsiz. Ama Bizans, Ceneviz, Osmanlı akla kim gelirse kullanmış olmalı.
Kaleden akşamın indiği (ve tahminen günün de doğduğu) saatlerde güzel bir manzara izlenebilir. Biz de kapalı bir havada uzaklardaki portakal rengi görüntünün gizemine kapıldık ve epeyce seyrettik. Onun dışında pek bir artısı da yok.
Manzarayı seyrede durun ben Tionlular hakkında biraz bilgi vereyim. MÖ 4. yy da yörenin yerli halkı ile Yunanlı kolonistlerin karışması ile burada bir şehir kurulmuş. Şehir adını şehri kuran din adamı Tios ‘tan almaktaymış. İlk önce Amastris tarafından kurulan beş şehirlik federasyonun bir parçası olmuş daha sonra bir dönem bağımsız hareket etmiştir. Ardından Romalılar ile arası azalınca istilaya dolayısıyla yıkım ve yağmaya uğramıştır. Bu da şehrin yavaş yavaş yıkılmasına neden olmuştur. Şehir tam olarak Bitinya ve Paflagonya sınırında.
Kaleden inme vakti geliyor. Kaleden inebilmek için kuzeybatı tarafından bir keçi yolunu kullanmak gerekmekte. Kimi yerlerde dik ve zorlu da olsa heyecanlı bir iniş yolu burası.
Deniz seviyesine inip ardımızda kalan kaleye bakınca aslında epeyce zorlu bir iniş sürecini arkamızda bıraktığımızı fark ettik. Kalenin bu açıdan manzarası daha güzel. Öte yandan deniz ve göğün birleştiği yerde de ışık pek çok renge kucak açmış.
Kazı alanında genelde monolitler bulunmuş. Görevli arkadaştan buraya Türk ‘ten çok Yunanlı turist geldiğini de öğrendik. O kadar yer dolaştık, o kadar şey duyduk ki artık şaşmıyoruz. İnternette hamam gibi bir yerin içinde, toprak altında kalan sütunların fotoğrafları görülebiliyor. Buraya bizde gittik ama benim gövdemin geçebileceği bir aralık yok. Belki Uğur geçebilirdi ama çamur nedeniyle üstelemedik.
Görevli arkadaştan ayrıldıktan sonra su kemerinin olduğu ikinci kısma geçtik. Su kemeri epeyce sağlam bir malzeme ile yapılmış ama kala kala üç gözü kalmış bugünlere. Etrafında ise ilk gezdiğimiz alandaki kalıntılardan daha kaliteli bir hamam kalıntısı görülmekte. Burada birde yeni dönem bir kilise kalıntısı var. Olduğumuzdan yerden görebildik ama oraya gidecek yolu bir türlü bulamadığımız için tekrar sahile inip tren garına doğru yürümeye başladık.
Filyos ‘ta şöyle bir hoşluk var. Antik kentin küçük bir modeli sahilde sergilenmekte. Böylelikle nereleri görebileceğinizi de (yada bizim için söylemek gerekirse neleri kaçırdığımızı) önceden anlayabiliyorsunuz.
Kasabanın içerisinde epeyce turladık. Geçmişe ait pek bir yapı kalmamış. İnzivaya çekilmek, şehirden kaçmak için ideal yerler. Trenle Karabük‘e gidip geceleyeceğiz. Planımız bu.
Tren geleceği sırada tüm istasyon kalabalıklaştı. Genelde genç bir nüfus var. Trende yerlerimize oturduğumuzda ne kadar yorulduğumuzun farkına vardık. Akşam karanlığında, hiç ışık görmeksizin epeyce yol aldık. Tahminen dünya güzeli Yenice Ormanları’ndan da geçtik.
Karabükten Safranbolu ‘ya geçmemiz gerekebilir diye trendeyken bazı otel ve pansiyonları aramıştık. Genelde pansiyonlar Kıranköy tarafındaydı ve ben Kıranköy ‘ün tam anlamıyla nerede olduğundan emin değildim. Bir pansiyonla anlaştık ama derli toplu bir yer buluruz diye kesin söz vermedik.
İner inmez Kastamonu ‘ya nereden ve kaç paraya gidilebildiğini soruşturduk. İnsanlar oldukça yardımsever, kalacak yer konusunda da yardımcı olmaya çalıştılarsa da olmadı. Meşhur japon ve safranbolu evlerinin yan yana olduğu yerden neredeyse bağlar mevkiine dek yürüdük. Kömür kokusu burada da hakim. İnsan sayısı oldukça da az. Bulduğumuz otel kişi başı 100 YTL deyince epey bir bozulduk. Hatta bir ara için sokakta mı kalacağız diye düşünmedik de değil. Sonuçta pansiyonu aradık, yerimizi söyledik. Pansiyondan epeyce uzağa savrulmuşuz. Geldiğimiz yoldan geri dönmeye başladık. Yolda kaliteli bir mekan var. Midtown adlı bu yer çift katlı tost yapmakta ve yanında patateste vermekte. Fiyatta hesaplı.
Sonuçta pansiyona vardık. Apartman dairesindeki bir oda içine tuvalet ve duş başlığı konulmuş. 30 YTL. Fena değildi. Yıkanmak için soyunduğumda biz kapaklarımdan yukarısının masmavi olduğunu gördüm. Farkında olmaksızın epeyce terlemişim ki kotun rengi üzerime çıkmış. Yıkanırken masmavi su aktı bacaklarımdan…