Burgaz ile Varna arası yeşil bir yola sahip. Yolun kalitesi iyi ve anlatıldığı kadar da dolambaçlı değil. Gene de daha Varna girişinde sanayisi gelişmiş bir yere girdiğimizi gösteren işaretler kendini gösteriyor. Büyük bir limanı var. Deniz burada tam denizaltı üssü olacak tarzda, karanın derinliklerine iyice uzanmış.
Uzunca bir köprüyü geçiyoruz. Şehre girdik sanırım. Berduşun berduşu, gayet virane bir gecekondu mahallesini geçip terminale ulaşıyoruz. Balkanlarda gördüğüm en büyük terminallerden birisi. Avrupa’nın bile pek çok noktasına buradan araç bulabilirsiniz. Vilnius ve Paris ‘s kadar giden araçları gördüm.
Hemen yanında yer alan mezarlığı geçip bir km kadar yürüdüğünüzde bir açık hava müzesi var. Burası Varnençik olarak anılıyor ve 1444 yılında kazandığımız Varna Savaşı’nın anısına yapılmış. Polonya Kralı 3. Vladislav anısına yapılmış bir mozelyum, Hünyadi Yanoş için bir heykel yer almakta. Döneme ait pek çok askeri eşya da sergilenmekte. Hani tarih okumasak, savaşı kaybettiğimizi sanacağız buradan çıkarken. 20 yaşında, hristiyanlığın yaşaması için kendini feda etmiş kısmından sonra zaten koptum.
Sadece düşündüm. Biraz ötedeki yükselti de bir mızrağın üzerinde Avrupalıların uymadıkları Segedin Anlaşması asılıydı. Daha sonrasında kralın kafası başka bir mızrağın üzerinde evvelkinin yerini aldı. Bunu düşünmedim gözümde canlandırdım sadece. Düşündüğüm şu oldu. Kral dahi olsanız, mutlak bir karar verme yeteneğine sahip olduğunuz varsayılsa bile etrafınız ne derse onu yapabiliyorsunuz.
Burada ilginç bir şey ise iki eski Trak mezarının yer alması.
Terminalden çıkıp yapıyı arkanızda bırakıp alt geçitten geçtiğinizde sizi şehir merkezine daha doğrusu deniz kıyısına götürecek otobüs ve minibüslere binebilme imkanınız oluyor.
Merkezdeki ilk önemli yapı şehrin meşhur katedrali. Bana pek etkileyici gelmedi; içi de yöredeki diğer benzerleri gibi dışıyla kıyaslanamayacak kadar küçük. 1880 yılında başlayıp altı senede bitirmişler. Yüksek bir kubbeye sahip ama dediğim gibi pek etkilenmedim.
Etrafında şehrin çiçek pazarı var. Yeni evli çiftler katedralin önünde ve merdivenlerinde fotoğraf çektirmeyi farz bellemiş gibiler.
Yolun soluna devam ederseniz bölgenin – bence – en büyük arkeoloji müzesine varmış oluyorsunuz. Traklara ait pek çok kalıntı sergilenmekte. Özellikle altın takılar dikkat çekmekte. Vakit yaratılarak mutlaka gezilmesi gereken bir yer.
Buradan tekrar katedrale dönüp bu kez sahile doğru ilerledik. Haritamın kalitesizliği kadar kabul etmeliyim ki şehre gerektiği kadar iyi hazırlanmamışım. Bu nedenle pek çok gereksiz yürüyüş yaptık. Öyle ki şehir merkezinde olduğu söylenen Roma Hamamın kalıntılarını da bulamadım. Halbuki dünyanın en büyük üçüncü hamamıymış.
Biz katedralin önündeki meydanın ortasındaki VARNA yazısının önünde fotoğraf çektirdik. Sonrasında güzel binalar arasında pastel bordo rengi ile gönülleri çalan tiyatro binasına bakınıp önündeki bitpazarımsı ortama takıldık.
Bilen bilir. Bir zamanlar ülkeye bir ton kaçak plak gelmişti. Orijinal plaklar sertken bunlar oldukça esneyebilen türdendi ama bizim ülkede olmayan Elvisti, Beatlesti hata metal gruplarının bile albümleri plak olarak yok parasına satılırdı. İşte bunların kaynağı Bulgaristan. Bakındık, gene düşük kaliteli ama hiç duymadığım çok sayıda 33’lük plak buldum. Bunları almak yerine kocakarılardan kızılcık alarak onları yemeye koyulduk. Bir de bakmışız çoktan Morska Gradina’ya yani Deniz Bahçesi’ne ulaşmışız.
Burası deniz kıyısında yer alan devasa bir park. Park demek biraz az kaçıyor sanırım; bir eğlence kompleksi. Varna’nın en eski, en büyük halk parkı olmasının yanı sıra hemen hemen tüm kültür yaşantısını da taşıyabilecek kapasiteye sahip. İsterseniz buradaki pek çok yeri gezebilirsiniz isterseniz sadece yürüyüş yapıp koşabilirsiniz. Doğru mevsimdeyseniz Bulgaristan’ın gördüğüm en organize sahilinde yüzebilir yada daha iyisi çevrenizi izleyebilirsiniz.
Burada ilk girdiğimiz yer deniz müzesinde yer alan Drazki torpedobotu oldu. Bu gemi Bulgar tarihinde çok önemli bir yere sahip. Bu gemi ve diğer üç kardeşi 20 Kasım 1912 gecesi Hamidiye zırhlısının gözetiminde bir Türk konvoyunun haberini alıp saldırıya geçerler. Diğer üç geminin saldırılarını savuşturan gemimiz Drazki’nin attığı son torpil ile çok ağır yaralanır. Öyle ki boğazdan içeri girdiğinde geminin burnunun çoktan battığı zorlukla Haliç‘e çekildiği anlatılır.
Bu Drazki görevlilerce gerçek bir kahraman olarak adlandırılıyor. Öyle ki II.Dünya Savaşı sırasında bir patlama sonucu battığı halde çıkarılıp onarılmış ve bir müze-gemi olarak sergilenmeye başlanmış. Üstüne çıktık, içine girdik… Kamaralarına göz attık. Öyle ki bu yüzen kutu içerisinde Karadeniz’in dalgaları arasına dalmak, hele Hamidiye gibi devasa bir gemiyle karşı karşıya kalmak büyük iş olmalı. Düşman dahi olsa yiğitliğe prim vermek delikanlılığın şiarındandır diyerek gezdik.
İnerken görevliler nereden geldiğimizi sordular. “Türkiye” deyince Hamidiye çarpışmasını tekrar anlattılar heyecanlı bir şekilde. Bizim gemilerimizi gezip gezmediklerini sorduklarında bir şey diyemedim. Nasıl diyebilirdim ki “bizim gemiler gezilemez ama bizim gemilerimizle traş olunabilir. Hepsi tenekecilere, hurdacılara satıldı” diye. Konuyu değiştirip diğer teknelere vb bakıp tekrar parka doğru yöneldik.
Çok övülen akvaryuma girdik. Pek bir numarası yok. Büyük ama salaş bir akvaryumcuya benziyor denebilir. Buna karşın Karadeniz ‘in balıklarının sergilendiği görece büyük akvaryumları beğendiğimi söylemeliyim. Sürü halinde gezen istavritler ve bulunduğu zeminde kesinlikle fark etme imkanınızın olmadığı, bir karışlık kalkan balıkları görmeye değer unsurlar.
Burada bir de sürüngenlerin ve örümceklerin sergilendiği kısmın olduğu Lonely Planet ‘te yazıyorsa da ne bilen birine denk geldim ne de kendi başıma bulabildim.
Varna, siz isteseniz de istemeseniz de gezmeye başladığınızda rahatlıkla bir tam gününüzü size fark ettirmeden alan bir şehir. Böyle bir sihri var, bilin isterim.