Yola çıkıyorum sonunda. Gerçi için için Çağlar ‘ın aramamasını, dolayısıyla yola bir şekilde çıkmamayı düşünmüyor değildim. Onca tatil planı ve araştırma güme gitmiş ve başta Orta Asya yapamayan bünyeler için son dakikada verilen sözlerin tutulmaması nedeniyle büyük bir rüya olan İran da hayal olmuştu.
Pes etmemiştim, hemen bir gün içinde bir Ortadoğu planı yapmıştım ama o da Çağlar ‘ın pasaportunun yetişmemesi nedeniyle başlamadan bitmişti. Yoksa ne Suriyedeki savaş ne İsraillilerin yapabileceği saçmalıklar umurumuzda değildi.
Evden çıktım ama muhtemelen almam gereken pek çok şeyi de almayı unuttum. Bir şekilde temin ederiz yollarda. Suriye’ye giderken olduğu gibi evi torbaya sığdırmaya gerek yok. Bunu öğrendim yollarda geçen zamanda en azından.
Fakat Acıbadem ‘e yaklaşırken Salı Pazarı’nda ETS ‘nin araçlarının kalktığı yerde çılgınca bir sıkışıklığa denk geliyorum. Gözüm korkuyor. Acıbadem ‘e uğrayıp annemle vedalaşıyorum. Artık onlarda korkulara sahip değiller gittiğim coğrafyalarla ilgili. Suriye ve Balkanlar dönüşü gidilen yerlerde gördüklerim ile İstanbulda koltuğumda otururken okuduklarımın taban tabana ne kadar zıt olduklarını onlara da anlatmıştım. Gönlüm ferah
Apartman girişinde Çağlar bekliyor ama benim gibi bir sırt çantası yerine küçücük bir çanta almış yanına. “Bu ne” diyorum, benim ilk planım olan Van ‘da ayrılıp onun dönmesi benim Tebriz ‘e gidişimi hatırlatıyor. Tek başına sıcakta İran ‘ın çekilmeyeceği kadar eşimin tek başına bana eşlik eden bir arkadaşı bırakıp geçmenin de etik olmayacağı uyarısı ile planımı değiştirmiştim. Çağlar ‘ın “evi mi taşıyorsun ?” şeklinde takılmaları eşliğinde taksiye atlıyoruz ve ara sokaklardan giderek otobüslerin durağına gidiyoruz.
Tahran uçağında olmamız gereken yerlerde olamayacağımızı öğrenmemiz ancak iki gün önce belli olunca apar topar dört yıl öncesine dayanan bir rotayı raflardan çıkartmak zorunda kalmıştık. Tabii işler son güne bırakıldığında ne uçaklarda ne de otobüslerde yer bulmak mümkün olmuyor. Neyse bazı tur firmalarında tanıdıklar olduğu için onların otobüslerindeki boş yerlerin talibi olduk.
Karadeniz turuna giden aracın yarısından fazlası boş. Neyse ki turun kalkacak kadar yolcusu var da yola çıkabiliyoruz. Arkalarda boş koltuklara yayılıp uyuyabildiğim kadar uyuyup güne başlamayı düşünüyorum. Amasya taraflarında muhtemelen Merzifon da mı yoksa Samsun da mı ineriz kısmı ise bu aşamada daha cevaplayamadığımız bir soru olarak karşımızda durmakta.
Araç gece yarısı bir iki dakika gecikme ile yola çıkıyor. İzmit’te otoban girişinde uzun kuyruklar var. İstanbul’da yaşayan herkes bir yerlere gitme planı yapmış gibi. Ama öyle bir karmaşa ve keşmekeş var ki İstanbul’un acil bir şekilde boşaltılması gerekse bu işi kesinlikle başaramayacağımızı anlıyorum. En iyisi şehri zor bir durumda sahipsiz bırakmamak olmalı.
Bolu ‘ya doğru ilk mola yerine gelirken artık yol açılmış oluyor. Dışarıya çıkıyoruz. Otobüslerin biri gelip diğeri gidiyor. Dünyanın çivisi çıkmış gibi.
Tekrar araçlara biniyoruz. Konuştuğumuzda bizi fırsat bulabilirlerse Merzifon’da indirebileceklerini söylediler. Buna şükür. Uyumaya çalışıyorum. Arkadaki tüm koltuklar boş oldukları için birileri tarafından kapılmış. Yan arka çaprazımda Almanca konuşan ve pervasızca yatan bir kız arkamda ise yaşlı bir adam var. Kafamı koltuğa gömüp uyumaya çalışıyorum ama adam sistematik olarak yaslandığım koltuğu yumrukluyor. Bir, iki, beş derken dayanamıyorum ama adamı da kırmak istemediğimden sanki benden bir şey istenmiş gibi bir ifadeyle adama sesleniyorum. Adam duruyor, uykusuzluktan iyice kanlanmış gözlerim mi yoksa her ne kadar sakince cevaplamaya çalıştığımı iddia etsem de uyku sersemi adamı ürkütmüş olduğumu fark ediyorum adamın tepkisini görünce. Çaprazdaki kız ise şöyle bir süzüyor beni sonrasında beğenmemiş olacak ki kıçını dönüp uyumaya çalışıyor.
Ilgaz Dağları ‘nın Çankırı tarafında ilerliyoruz. Sis inmiş. Makbetteki sahneyi rahatlıkla canlandırabileceğiniz bir ortam. Güneşin ileride, sislerin arasından doğuşu ise anlatılası zor bir durum. O an anlıyorum ki beni en çok etkileyen doğa olayı sis. Tarlalardan, ağaçlıklardan süzülen dumanlar iyice ortamı dramatikleştiriyor. O an için eski dönemlerde bunca yolu at, eşek, katır sırtında giden insanların türlü şekil vb karşısında çeşitli tepkilere açık olduğunu anlayabiliyorum. Sislerin içinden ansızın atılan vahşi bir hayvan, kurulan bir pusu hayal gücünün de etkisiyle her türlü anlaşılmaya açık sonuç olarak. Ama anlatmak istediğim halde bir türlü anlatamadığım ve büyük bir ahmaklık sonucu fotoğraf makinamı aracın bagajında bıraktığım bir ana denk geldi tüm bunlar.
Ama bir kaç dakika sonra sislerin şöyle bir dağıldığı anda yolda karşımıza çıkan kim bilir kaçıncı kazaya denk geliyoruz. Bu kez bir tane küçük battaniye ya da kilim yolda bir küçük çocuğun üzerine örtülmüş. (Ben eksik görmüşüm, iki kilim varmış) Tesiri yıkıcı oluyor benim için. Önümdeki kadın ağlamaklı, yaprak gibi titriyor. Bense düşünüyorum. Her nereye gidiyorlarsa gidemeyecekler, her kim bekliyorsa onları boşa bekliyor olacaklar. Ansızın büyük bir istekle evi arayıp oğlumun sesini duymak istiyorum ama bu saatte yapacağım bir arama sadece yaşadığım huzursuzluğu panik şeklinde telefonun öbür tarafına taşımak olacak. Sessizliğe bürünüyorum. Arkamdaki adam halen horluyor, çaprazdaki kız ise kim bilir kaçıncı rüyasında neler yapıyorsa gayet dağılmış ve açılmış üstüyle koltuğa yayılmış durumda.
Güneş bu arada daha da yükseliyor ve bizde Tosya ‘dan itibaren Kızılırmak ‘ı solumuza alarak ilerliyoruz. Nehir burada sanki akıp geldiği yolda kat ettiği yüzlerce kilometrenin yorgunluğuna dayanamamışcasına iyice durgunlaşıp ölgünleşiyor. İnsanlar bundan faydalanmış elbette. Buradan Osmancık‘a kadar sonsuzluğa uzanırcasına çeltik tarlaları yer almakta. Atlas dergisinin fotoğrafçılarından biri burada bir kare çekmişti. Altında eğer yazmasaydı Vietnam diye diretebileceğim bir pozdu bu. Gerçekten çok güzel fotoğrafların alınabileceği bir yer burası. Kimi zaman depremlerin yardığı gri dağların arasında akıp giden çeltik tarlaları.
Osmancık ‘a yaklaşırken nehir taşıdığı alüvyonu bırakmış olmalı ki derin menderesler çizerek bize eşlik ediyor. Geniş ovalar, ilginç zirveli tepeler ile ayrı bir zamana ait bir coğrafya. Gayet yoğun işleyen karayolu ve arada sırada denk gelinen köyler olmasa oldukça farklı düşünceler uyandırabilir insanda.
Osmancık ‘ta bir yerde mola veriliyor. Sipariş ettiğimiz tost ve çay gelmediği için halen açız. Ne yapacağımız ile meşgul ettiğimiz aklımız ne zaman bir şeyler yiyeceğimizi hatırlatmakla meşgul.
Tekrar yola koyuluyoruz. Oldukça gelişmiş ve kapladığı alan olarak bir o kadar büyük bir yer kaplayan Merzifon geride kalıyor. Ardından bizi indirecekleri yere ulaşıyoruz. Nereden araca bineceğimiz konularında şoför bilgi veriyor bize.
İniyoruz. Bir müddet otobüs bekliyoruz ama gelen giden yok. Gelen giden olsa bile duracağı şüpheli. O nedenle Amasya yoluna dek az biraz yürüyoruz. Orada bekleyen biri daha peşimizden geliyor. Yol kenarında bekliyoruz. O Bursadan gelmiş, Amasya üzerinden memleketi Tokat ‘a geçecekmiş. Biz konuşurken bir doblo duruyor. Çocuk koşalım diyor. Üç kişi az sonra aracın içine geçmiş oluyoruz.
Aracı kullanan abimiz pek konuşkan değil. Ama soru sorulduğunda da cevaplıyor. Epeyce bir yol gittikten sonra üşenmeksizin bizi şehrin otogarına bırakıyor. İner inmez ilk iş Tokat otobüsüne yer ayırtıyoruz. Fiyatlar umduğumdan pahalı. Adam başı 15 TL açıkçası bana pahalı geliyor. Neyse ki sırt çantamı firmanın yazıhanesine bırakıyorum. Gar şehrin dışında ve herhangi bir servis aracı da göremediğimizden paşa paşa otobüs bileti alıyoruz.
Amasyada toplu taşımada kullanılan otobüsler boyut olarak otobüsten hallice. En arkada oturuyoruz. Yanımda çak çak ciklet çiğneyen ergenliğinin başında bir kızcağız ve her halinden durumdan en az benim kadar sıkkın ve patlamaya hazır görünüyor.
Kısa bir süre sonra araçtan iniyoruz. Yaklaşık üç saat kadar şehri dolaşacağız. Az bir süre ama en azından geçen seferden nerede ne var biliyorum. Öncelikle Gök Medrese ‘ye gidiyoruz.
Geçen sefer cami kısmının kapısı kapalıydı. Bu kez ilk olarak yapının etrafını turluyoruz. Yapı 1267 şehrin valisi Seyfettin Torumtay tarafından yaptırıldığı için Torumtay Medresesi olarak da biliniyor. Kümbet kısmında kısmen kalmış turkuaz çiniler ise Gök Medrese ismini almasına vesile olmuş.
Bu kez cami kısmının içerisine girebiliyorum. Girişe göre sağ tarafta çok sayıda sanduka yer almakta. Onun dışında pek bir otantik yanı kalmamış. Duvarlar beyaz boyanın zarafeti ile kaplanmış. Bir zamanlar zarif olduğunu sandığım mihrap ise kemik rengi yağlı boya ile onurlandırılmış. Fakat sandukaların olduğu kısımdaki bir tonos turkuaz ve kahverengi sırlı tuğlalar ile geometrik şekillerle süslenmiş. Muhtemelen tüm yapı bu tarz bir süslemeye sahipti. Bilinmez.
Çıkıyoruz. Müzeye doğru biraz yürüyoruz. Daha önce uğradığım noktalardan olmasına rağmen şehrin müzesi her zaman ziyaret edilebilecek bir yer kanımca.
Önce bahçeyi geziyoruz. Önceden burada olan mumyaların sergilendiği kısım kapalı. Onun dışında bahçe kısmında bir değişiklik yok. Buradan binaya giriyoruz. Eskiden bu küçük müzelerde de müze kart satılırdı. Artık satılmaz oldu. Bu nedenle Çağlar her müze kartı olmayan ölümlü gibi para ödeyerek içeri giriş yapmak zorunda kaldı.
İçerisinin dizaynı epeyce değişmiş. Örneğin üst katta yer aldığını hatırladığım (Müzenin güzel bir sitesi yapılmış http://www.yesilirmakbasinmuseums.org.tr/amasya/tr/mn3.html) Teşup heykelciği alt kata indirilip cam bir muhafazanın içinde sergilenmeye başlanmış ve bence de çok iyi olmuş. Böylelikle müzenin en değerli parçası her yönüyle izlenir hale gelmiş. Onun dışında müze gözüme nedense daha derli toplu, daha bir düzenli göründü. Mumyalar ise üst kata bir başka odaya taşınmış. Dünya görüşüm nedeni ile mumyaların fotoğrafın gene çekmedim. Post mortem benim işim değil pek anlaşılan. Bununla beraber üst katın genel dizaynında başka bir değişiklik göremedim.
Müzeden tahminimden biraz daha fazla zaman harcayarak ayrılıyoruz ama kesinlikle üzüleceğim bir kayıp değil bu. Nehre doğru aralardan yürüyoruz. Amacımız nehri geçip kral kaya mezarlarına ulaşmak. Geçen sefer sadece aşağıdan bakmakla yetinmek zorunda kalmıştım.
Nehrin kıyısında Amasya’da yetişmiş şehzadelerin büstlerinin yerleştirildiği bir kısım var. Bu gayet güzel ama bir akıl Hama‘daki nauraların (su dolapları) epeyce iğreti kopyalarından bir ikisini nehre yerleştirmiş. Gözümü rahatsız etti açıkçası.
Birkaç panoramik denemenin ardından kaya mezarlarına doğru yöneldik. Halen açız. Ama vakit kısıtlı olduğu için yemek işini hep sonraya erteliyoruz. Bu arada şehrin epeyce turistle dolu olduğunu görüyoruz. Neredeyse tamamı orta yaşın üzerinde yerli turist kafileleri. Bu gruplardan birindeki kişilerin tişörtlerinin kolunda “world heritage” yazmakta. Sanırım geçtiğimiz aylarda gazetelerin birinde gördüğüm, dünyadaki tüm UNESCO Kültür Mirası mekanlara uğramayı hedef almış grubun üyeleri olmalılar. Merakımı gidermek için soru sormakla vakit kaybetmeksizin yanlarından geçip kaya mezarlarına giden yola giriyor ve taş basamaklara adım atıyorum. Kaleye çıkmak zaman ve enerji açısından mümkün değil ama kaya mezarlarını bu kez kaçırmayacağız.
LP ‘nin çok iyi dediği merdivenlerde bir iki kez kayıp düşme tehlikesi yaşıyorum. Bunda benim ayakkabılarımın altının kaymasının payı çok fazla ama merdivenin kalitesi de kesinlikle LP ‘nin dediği gibi değil. Aç ve susuz yakıcı güneşin altında yukarı çıkıyoruz. Merdivenli yolun ortasındaki metal trabzan sıcaktan tutulmaz olmuş.
Merdiven sağa doğru bel veriyor ve sonunda bilet gişesine denk geliyoruz. Müze kart ‘ı olanlar için burası da ücretsiz. Fakat buradan sonra yol pekte iyi değil. Özellikle kafeteryanın olduğu kısımdan kaya mezarlarına gidiş özellikle benim ki gibi bir ayakkabınız varsa ayağınızda heyecan fırtınalarına doğru yelken açmakla eşdeğer görünüyor.
Bununla beraber sonunda kaya mezarlarının olduğu kısma ulaşıyoruz. Kaya mezarlarının olduğu kısım şu an demir parmaklıkların altında kalmış. İçine girip gezemesem de iyi olmuş diyorum. Çünkü epeyce bir zamandır kapalı olmasına rağmen halen kesif bir sidik kokusu en ufak bir esinti ile beraber sizi rahatsız etmek için harekete geçebiliyor. Şunu anlayamıyorum bir türlü. Böyle önemli bir mekanda, böyle harikulade bir manzaranın olduğu yerde ve bu kadar çok boş ve kuytu yer varken hangi annenin çocuğu üşenmeden bu yapıların içine işemiş olabilir ki?
Neyse buradan manzarayı seyrediyoruz. Şehir nehre eşlik edecek şekilde yayılmış. Her ne kadar karşı tepelerde yeni yeni yerleşim izleri görünüyorsa da pek süreklilik teşkil edebileceğini sanmıyorum. Ama tepedeki ağaçlıklar ve makiler bundan belki bir elli sene sonra coğrafyayı yeşil bir örtü olarak kaplayacağı için buradan seyredilmesi bitmesi istenmeyecek bir keyfe dönüştürecek. Bu yazıları okurlarsa torunlarıma selam olsun şimdiden. Gitsinler görsünler. Yanılmayacağıma eminim
Manzara çok güzel. İğrenç modern binalara nispet edercesine nehrin bulunduğumuz kıyısındaki konaklar sanki eski bir mahallenin delikanlıları gibi dizilmişler. Yalıboyu denilen yerde dolaşmak Amasya ‘nın hata yörenin bir zamanlar nasıl bir manzaraya, yapıya sahip olduğu konusunda insana fikir verebiliyor. Karşı kıyıdaki tarihi yapılar ise modern yapılar içinde boğulmuş gibi ama gene de “ben buradayım hala” dercesine kendilerini belli ediyorlar.
Günümüzde yamacın arasındaki boşluklarda bir kazı çalışması yapıldığını gösteren izler var.
Aşağıya iniyoruz. Hazır kafeterya burada ve vaktimiz varken bir şeyler atıştıralım diyoruz. Güzel manzaralı bir yer. Merdiven kısmı da gerçekten LP ‘nin dediği gibi olursa mutlaka olması gereken bir yer olacaktır. Bir tost ve kolaya 9 TL ödüyoruz. Tost büyüktü ama gene de turistik bir şehre geldiğimiz hatırlatacak bir ücret ödedik. Burada görevliler geçen sefer bulamadığım “Fethiye Camii”ni de gösterdiler. Tipik, son dönem bir Bizans kilisesinden devşirildiği uzaktan dahi kolaylıkla anlaşılan bir yapı.
Yalıboyuna iniyoruz.. Her gezimde olduğu gibi koşacağız. Gerçi Tokat otobüsünün kalkmasına on beş dakika var ama otobüs ne sıklıkla ve neden kalkar bilinmez. Sorduğumuz insanlar da pek net cevap vermedikleri için yol kenarında bekleşen kalabalığın arasına karışıp ilk gelen otobüse el ediyoruz. Adam durmaksızın, eliyle ileride durak var diye işaret ederek yoluna devam ediyor. Duraktaki muhtemelen Ankaralı olduğunu sandığım tipler burası araç durağı değilmiş diye pişkin pişkin cevap veriyorlar. Sinirlenecek veya kavga edecek kadar dahi bir vaktimiz olmadığından koşa koşa otobüsün durduğunu gördüğümüz yere dek koşuyoruz. İlk gelen otobüste neyse ki bizi otobüsümüze yetiştiriyor.
Yolculuk sırasında sadece kısa bir süre için Turhal ‘ın terminaline şöyle bir girip çıktık. İlerideki tepede Turhal Kalesi ‘nin kalıntıları kalmış. Rivayete göre kale ile zemin arasında gizli bir tünel varmış. Halen işler durumda olmasına rağmen birileri girer de başını belaya sokar diye ağzı örülmüş.
Yaklaşık iki saate yakın bir yolculuktan sonra Tokat ‘ın garına vardık. Fakat burada maceranın değişik bir versiyonu başladı. Gelmeden önce pek çok kaynakta gardan Ballıca Mağarası ‘na ulaşım olduğu yazıyorsa da garda böyle bir ulaşımın olduğunu bilen herhangi birisine rastlayamadık. Elbette ki problem etmedik ama gidişin ve de dönüşün masraflı olma ihtimali canımızı sıktı.
Ballıca Mağarası gezimizin ilk hedefi. (Detaylı bilgi http://www.ballicamagarasi.org/ballica-magarasi-tanitimi/) (Bir de bu var. Bu da oldukça iyi bir site http://www.kelkitbasinmuseums.org/tokat/tr/ballica/menu1.html)
Hatta rehber kitaplardaki deyimiyle highlight ‘ı. Nedenine gelince, rahmetli babam annemle beraber yöreyi gezdiklerinde buraya gelmiş ve mağaraya da uğramışlardı. Burada fotoğraf çekmeye çalışmış ama başarılı olmamış buna karşın yetkililer babam için fotoğraf çekmişlerdi. Hem mağara hem de çalışanlar babamdan tam not almışlar ve dolayısıyla buranın mutlaka gitmem gereken yerler listesine eklenmesine vesile olmuşlardı. Hazır gelmişken gidecektim ama nasıl olacaktı? Çünkü mağaranın olduğu Pazar ilçesine giden minibüslerin yolun ne tarafından geçtiği bile net bir cevap bulamadı. Önce garın önündeki otobüs durağında bekledik. İlerilerde yolun yamacına belediyenin yaptığı şelaleye bakındım. Bunlardan bir tanede geldiğimiz yolda vardı.
Mağara Pazar diye bir ilçede. Burası küçük bir yerleşim ve yeni ilçe olmuş. Dolayısıyla ulaşımda yarım saatte bir yapılmakta ve akşam 6:30 ‘dan sonra ramazan nedeniyle tek bir sefere sahip. Ama bu minibüsler sadece ilçenin merkezine kadar gidiyor. Bundan sonrası LP ‘nin de yazdığı gibi ancak taksi ile mümkün. Ama minibüsler gayet dolu. Çağlar ayakta bense bir tabure de yarım saati biraz aşan bir yolculuk ile Pazar ‘a ulaşıyoruz. Kasabaya girmeden Mahperi Sultan Kervansarayı ‘nın ve tarihi bir taş köprünün yanından geçiyoruz. Pazar ile mağaraların arası 7 km. “Taksi çok para isterse kasar yürürüz” diyorum. Çünkü kafamdaki plana göre Sivas’ta geceleme olayı tutmayacak. Ama minibüste kesin olarak ulaşımın taksiler ile sağlanmış olduğunu öğrenmiş durumdayız.
İniyoruz. Gençten bir taksici var. Kısa bir pazarlığın akabinde 30 TL ‘ye gidip döneceğiz ve bir saat kadar da bizi bekleyecek.
Taksiye atlıyoruz. Bol virajlı, belirli bir noktadan sonra sadece mıcır üzerinde giderek ve güzel manzaraları doyasıya göremeden mağaraya doğru yol alıyoruz. Taksici genç çok az kazandıklarından bahsederken birden iphone 5 kaç paraya çıkar nasıl alırız diye geçiş yapınca afallıyorum
Sonunda mağaraya varıyoruz. Girişi derlenip toparlanmış, kafeterya vb konmuş. Mağara rehber eşliğinde gruplarla yaklaşık kırk, kırk beş dakika kadar geziliyor ve kesinlikle fotoğraf çekimine izin verilmiyor. Fotoğraf çekimi kesinlikle yasak. (Bununla beraber zamanında çekilmiş güzel fotolar http://www.pbase.com/dosseman/ballica_caves)
Ballıca Mağarası rastlantı eseri bir çoban tarafından yakın bir geçmişte keşfedilmiş. Zaten girişi çobanlarca bilinirmiş ama günün birinde çobanlardan biri mağara duvarlarını biraz kazmaya çalışınca girişe ulaşmış. Aslında kaçakçılar tarafından kullanılan bir yermiş burası. Mağaranın girişinde küçük bir havuz var. Mağara kireçtaşı ağırlıklı bir yapıya sahip olduğu için içeride yer alan su içilebilir değil. Bu nedenle yağmur suları haramiler tarafından burada tutuluyor ve içindeki kirecin dibe çökmesi için bekletiliyormuş.
Buradan içeride dolaşırken babamların geldiği şekilde bir aydınlatmanın olmadığını gördüm. Babamlar geldiğinde renkli aydınlatma ile değişik efektler sağlanmış ve güzel bir ambiyans oluşturulmuştu. Ama tıpkı Gökgöl Mağarası’nda da olduğu gibi aydınlatmada kullanılan sıcak ışık yayan lambalar mağaradaki dikit ve sarkıtlarda yosun oluşturmuş. Öyle ki buradaki yosunların bazıları adeta sakal gibi uzamıştı. Hatta giriş kısmındaki oluşumlar artık geri dönülemeyecek şekilde tahribata uğramış. Tahribatın önüne geçmek için artık sıcak ışık yayan lamba yerine led kullanmaya başlayacaklarını söylüyor bizi gezdiren rehber.
Mağaranın yaklaşık yirmi derece dolayında sabit kalan bir iç sıcaklığı var. Oksijen oranı da (söylenene göre) %90 oranında imiş. Bu durum astım hastaları için iyi ama uzun süre bu ortamda kalırsanız yada hızlı solursanız bu havayı aşırı oksijende insana elbette ki zarar veren bir unsur.
Mağara güzel. Ama aşağılardaki aydınlatma tek renk olduğu için albenisi olmuyor. Aşağıdaki taşlar oniks. Bunları ışığa tuttuğunuzda çeşitli renklerde fenerlermişcesine görünen şekiller elde edilebiliyor.
Elbette ki mağaradaki insan tahribatının haddi hesabı yok. Mağaranın akla gelmedik yerlerine kadar tırmanıp çeşitli isimleri kazıyan insanoğluna diyecek bir laf bulamıyorum artık. Ama gelinmesi gereken bir yer.
Mağaradan çıkıyoruz. 6 ‘ya yedi dakika var ve minibüsü yakalamamız lazım. Hiç gitmiyormuşuz gibi yavaş gidiyoruz sanki. Üstüne üstlük meydana çıkan yol tıkalı. Bu minibüsü kaçırırsak üç buçuk saat daha burada hiç bir şey yapmaksızın kalacağız derken uzak yol bir şekilde minibüsün önüne geçmemizi sağlayacak şekilde durmamıza olanak veriyor. Minibüse atlıyoruz. İlk hedefimiz terminale gidip Sivas ‘a otobüs bulmak. Yol nasıl geçiyor hatırlamıyorum bile
Terminale vardığımızda son Sivas otobüsünün kalktığını öğreniyoruz ama yazıhanedeki adam servise atlamamızı ve otobüsü yakalayacağımızı söylüyor. (15 TL) Tokat sokaklarında trafikte slalomlar yapıp kimi zaman Amasya evlerini andıran yerel evleri de şöyle bir görerek yaptığımız yolculuğun sonunda kaçırdığımız otobüsü yakalamış oluyoruz.
Otobüs dediğimiz midibüs aslında ve tamamen dolu olan araçta en önde gidiyoruz. Yolculuk rahat. Önce bir dağın tepesine yakın bir geçitte günü batırıyoruz. İnanılmaz bir manzara. Ama havanında ciddi şekilde soğuduğunu da fark ediyorum bu arada.
Yıldızeli ‘nde çok sayıda yolcuyu indirdikten sonra Sivas ‘a doğru yolumuza devam ediyoruz. Sivas’ta elektrikler kesik. Kapkaranlık bir şehir olarak bizi karşılıyor. Sadece stadyumda elektrik var ve şehrin tüm enerjisi burada kullanılıyormuş gibi bir intibah oluşuyor bizde. Sonrasında ışığa kavuşuyoruz. Burası şehrin ana caddesi olmalı. Geniş ama öyle böyle değil gerçekten çok geniş kaldırımların olduğu capcanlı, beklemediğim bir yer ile karşılaşıyorum bu kez. Sağımda çok yardımsever bir amcamız var. Yolda bana onca şey anlattığı gibi şehirde de kalınabilecek yerleri saymıştı. Tam tarif ettiği köşenin başında araç bozuldu ve inmek zorunda kaldık. Şükürler olsun geride bıraktığımız onca yolun herhangi bir yerinde problem yaşamamışız.
Neyse bu amcamız sağ olsun üşenmedi, bize yolu bizle gelerek tarif etti, yemek ısmarlamaya, dondurma ısmarlamaya çalıştı. Hatta bir ara “kalacak yerimiz yok bir döşek kur, sizin evde Tanrı misafiri kalalım” desem bile mutlu olacağını, karşı gelmeyeceğini düşündüm. En son dayanamadık “Dayı, yenge hanım bir çay demlesin sana, bizi anıp iç bizim yerimize” deyip vedalaşmak zorunda kaldık. Ülkemin insanının kendine saygı gösterip samimi davrananlara hala güler yüz gösterip kolladığını görmek beni inanılmaz derecede mutlu etti.
Tarif edilen yoldan ilerleyerek öğretmenevi ‘ne vardık ama yer olmadığını gördük. Güvenilir, düzgün bir otel tarif etmelerini istediğimde bana biraz ileride kalan Çakır Otel ‘i önerdiler. Pek de iyi etmişler.
Oteli kolaylıkla bulduk. Sanki LP ‘nin listesinde merkezden daha uzak duruyordu. İçeri girdik yer varmış. Ücreti kredi kartı ile ödedikten sonra eşyalarımızı bırakmak üzere odaya çıktık. Gayet temiz, düzenli, beklemediğim kalitede bir oda buldum.
Hemen karnımızı doyurmak için caddeye doğru ilerledik. Tabii yer bulmanın rahatlığı ile salına salına (ve sallana sallana) yürürken demin pek dikkat edemediğimiz yapıları da yakalamaya başladık. İlk önce otelimizin hafif çaprazındaki Kurşunlu Hamamı ‘nı geçtik. Halen kullanılan bir hamam burası. 1576‘da Behram Paşa tarafından hemen yanında yer alan ve restore edilmekte olan paşayla aynı isimli hanın bir parçası olarak inşa ettirilmiş. Biraz ileri de yolun ortasında ilerleyen günlerde çokça örneği ile karşılaşacağımız kümbetlerden birisine denk geldik. Ardından Ulu Camii ‘yi aştıktan sonra merkeze vardık ve kendimizi önceden gözümüze kestirdiğimiz Burger King ‘e attık.
Yemek yediğimiz yerde genç nüfusun oldukça kalabalık ve rahat davranıyor olmaları hoşuma gitti. Karnımızı doyurduktan sonra “Roma ‘da Romalı gibi davranmalı” düsturuyla halkın arasına karışıp bizde yollara düştük.
Sivas gözlemlediğim kadarıyla her şeyin bir arada yer aldığı çok rahatlıkla gezilebilecek, güvenli ve güzel bir kent. Öyle ki Sivaslıların neden İstanbul ‘a doluştuğunun cevabını buraya gelince kısa sürede buldum. Çünkü Sivas’tan güzel sadece İstanbul var.
Devasa bir Selçuklu yapısı olan Buruciye Medresesi şu an büyük bir kafeterya gibi hizmet vermekte. Taç kapısının inanılmaz derecede güzel bir işçiliğe sahip olduğunu görüyorum. Yüzlerce yıla meydan okumuş olan bu yapı sanki içindeki cıvıl cıvıl kalabalığın enerjisini de kendi harcına katmış. Hemen karşısında Osmanlı yapısı Kale Camii var. Küçük, Osmanlı işi ve restore edilmekte olan bir yapı bu. Meşhur Sivas kalesi şu an sanırım yok. Her ne kadar elimdeki rehberde Sivas ‘ın giriş kapılarından bahsedilse de ne bir iç kaleye denk geldim ne de sur kalıntılarına. Yani Timur ‘un uzun süre kuşattığı ve içeride kan dökmeyeceğine söz verip sonrasında yarı bellerine dek kaleyi savunanları gömdürüp açlık, susuzluk ve güneşten öldürttüğü ve dolayısıyla kan dökmeme sözünü tuttuğu meşhur kaleden biriz bulamadım.
Fakat meydandaki en sıra dışı yapı Çifte Minare. Anlatması zor, Buruciye ‘ye benzer başka bir medrese yapısı olan Şifaiye Medresesi‘nin hemen önünde yaklaşık dört metre kadar önünde yapıdan bağımsız iki minarenin çıktığı Türkistan tarzı iki minareli bir kaide yer almakta. Öyle ki minarenin üzerindeki turkuaz süslemeler halen tüm canlılığını korumakta. Minarelerin girişine taş merdivenler aracılığıyla çıkmak mümkünse de bugün bunun engellenmesi için demir parmaklıklar konmuş. Ama tam anlamıyla harika, mükemmel bir yapı. Medrese kısmı şu an minarelerin karşısındaki boş alan imiş.
Bu kısmın hemen karşısında ise meşhur Sivas Kongresi’nin yapıldığı bina bulunmakta.
Meydanda bir havuz var. Gayet güzel aydınlatıldığı için seyretmesi gayet hoş. Zaten arkasında kalan valilik binası ve tam köşede kalan jandarma binası da meydanı tamamlayan unsurlardan.
Biz ise aşağıya doğru, üzeri ışıklandırılmış caddeden ilerliyoruz. Cadde halen canlı. Gidebildiğimiz kadar gidiyoruz. Yolun sağında eski görünümlü bir cami öteki tarafında ise meşhur muhtemelen gayri müslim bir mimarın elinden çıkma Taşhan ‘ı geçiyoruz. Sonrasında artık başka bir şey göreceğimizi düşündüğümüzden olsa gerek otele dönüyoruz.