Günün nasıl doğacağını tahmin ediyordum yattığımda. İçimden bir ses belki de kendimi çok şartladığım için gün doğarken kalktım. Güneş gölün karşı kıyısından pembeler ve turuncular arasından doğuyor. Fotoğraf çekmiyorum. Eşimin defalarca dediği gibi fotoğraf çekerken çoğu zaman olayın bütününü kaçırıyorum. Bu kez sadece gün doğumunu yattığım yerden seyrettim ve sonra koydum kafamı tekrar yastığa.
Sabah bu kez kesin olarak kalkıp öğretmenevinin zayıf kahvaltısına iniyoruz. Üstün körü bir şeyler atıştırıp İstanbul otobüsü için yazıhaneleri dolaşacağız.
Öyle de yapıyoruz ama araçlarda yer yok. Sadece tek bir araçta tek bir kişilik yer yok. Kös kös Ahlat minibüslerinin olduğu yere dönüyoruz. Bildiğimiz kadarıyla araçlar yarım saatte bir kalkmakta. Son minibüste beş on dakika önce kalkmıştı. Minibüsçüye geleceğimi söyleyip ve geride Çağlar ‘ı bırakıp yazıhaneye döndüm.
Yazıhaneden tam çıkmıştım ki baktım telefonuma Çağlar arıyor beni. Araç kalkıyormuş. Batıya yaklaştığımız belli. Geciktim diye surat asanlar var ama haklılar aslında. Ben de geciken birine denk gelsem bunla bırakmazdım.
Önce kapı girişine sırt çantamı bırakıyorum ve müzeyi geziyoruz. Taş sandukalar, ziynet eşyaları, Selçuklu yada İlhanlı devrinden kalma, sırlı, üzerinde çekik gözlü insan yüzlerinin olduğu seramik parçaları ve mezar taşları sergilenmekte. Bahçesinde de mezar taşlarının yanı sıra küpler ve Sümer yada Hitit tarzı sunak taşları yer almakta.
Buradan çıkıp nihayet Selçuklu Mezarlığı’na giriyoruz. (Kimi mezar yazıtları ve bilgi için http://www.ahlat.gov.tr/default.asp?id=69 )
Nereden başlasam, nasıl anlatsam. Mazhar Alanson da böyle başlıyordu şarkısında ama sonunu getirebilmişti. Boy boy, yüzlerce belki de sayıları ancak binlerle ifade edilecek kadar çok üzeri birbirine benzeyen ama yakından bakınca farkları, detayları olan kimi dik, kimi yatık, kimi devrik ve parçalanmış mezar taşları.
Kimisinin ayak hizalarında da yüksek taşlar var. Taşların genellikle ön yüzlerinde yazılar olduğu gibi yan yüzeylerinde de yazılar var. Kimi taşların arkasında ise işaretler var. Belki tamga belki başka bir iz belki de alelade süslemeler.
Sapsarı otların arasından çıkan kahverengi gövdeli mezar taşları. Öyle sadece taştan ibaret değil mezar alanı. Toprak altında mezarlar için odamsı bölmeler de mevcut.
Buradan mezarlığın hemen dışında kalan Emir Bayındır Kümbeti‘ne gidiyoruz. Emir Bayındır Akkoyunlu hükümdarlarından biri. Öldüğünde bu kümbet eşi tarafından inşa ettirilmiş. Büyük bir kümbet ama alıştığımız gibi kenarlıklı değil de koni bir kubbeye sahip ve kubbe direk duvarlar tarafından değil de ince sütunlar tarafından sırtlanmış. Değişik geldi gözümüze. Kümbete neredeyse bitişik duran cami demek iddialı olacaktır bir de mescit var.
Uzaklarda yanında mezarlarla beraber bir kümbet daha var. Bu klasik stilde. Yanında merdivenle çıkılan bir kümbet gövdesi var ama yarım bırakılmış gibi görünüyor. Bunlar ancak uzaktan fotoğraf makinamın zumunun son raddesine dek zorlanmasıyla görülebilenler.
Fakat buraya giden yolun sağında küçük tepedeki yamaçta şu an kimsenin yaşamadığı bir kaya evleri kompleksi var. Zaten bu kaya evlere bakan karşı yamaçta da türlü türlü yıkıntı halde binalar var. Kaya mezarları bir kaç sene önce boşaltılmış ama bu kısım neden böyle harabe bilinmez.
Bayırı tırmanıyoruz tekrar. Çağlar gençliğinin de etkisi ile pire gibi tırmanıyor bayırı bense inat çarpanının verdiği ivme ile çıkıyorum yukarıya. Burada müzede sergilenenler gibi seramik parçaları buluyor Çağlar. Sırlı, tabak parçası gibi bir şey. Çağlar hatıra olarak bunu yanında götürmek yerine müzeye teslim etmeyi düşünüyor. Bir parça daha buluyoruz. Demek biraz daha dolaşsak bir tabak yada sürahi yapacak kadar parça bulacağız.
Tekrar mezarlığa giriyoruz. Kapıya kadar yürümek yerine duvardan atlıyoruz. Emir Bayındır Kümbeti ‘nin etrafında gördüğümüz Alman turist kafilesi de mezarlık alanı gezmekte. Mezarlığın içerisinde birileri dozerle bir yol açmış. Çağların da dediği gibi bu yol kim bilir kaç tarihi mezarı yok etti. Zaten tam anlamıyla yok edilemeyen mezarlar yıkık yada parçalanmış halleriyle yol kenarında sıralanmış. Mezarların içi boş.
Bir başka ilginçlik ise bu civarda çok sayıda kaplumbağa var. Ama bir o kadar da kaplumbağa kabukları kırılmak suretiyle öldürülmüş. Nasıl bir manyaklıktır bu anlamak güç.
Yine sarı otların arasına dalıyoruz. Ben kene meselesini kafama takmış durumdayım. Bu kısımlarda değişik olarak taş sandukalar da var. İçinden ağaç çıkan ve çıkarken mezarı da yıkan kabri buluyoruz. Bu kısmı Çağlar hatırlatmıştı.
Çıkıyoruz. Çıkarken kafamda bizim mezar taşlarının Ermeni haçkarlarından çok daha iyi bir işçiliğe sahip olduğu takılıyor. Bu kültür, bu işçilik ne zaman kayboldu? Bir ilginç nota ise Unesco ‘nun burayı da kültür mirası listesine eklememiş olması. Gezegendeki uyduruk pek çok yeri ve yapıyı, İtalya’daki pek çok köyün meydanı ve kıçı kırık kiliseyi listeye tepeleme dolduran zihniyetin Efes ‘i, Sümela ‘yı ve burayı listeye eklememesi garip ve düşündürücü.
Çantamı almak için müzeye dönüyorum. Hem bulduğumuz parçaları da müzeye teslim edeceğiz. Adam ilk olarak “bu parçaları mezarlardan mı çıkardınız?” diye soruyor. Demek ki ölüler böyle eşyalar ile gömülmüş. Mezar soysak müzeye mi teslim ederiz. Adama çıkışıyorum ama üstüne almaksızın bunlardan bir oda dolusu olduğunu söylüyor bize. Doğru olanı yapalım derken neredeyse başımız derde giriyordu.
Sahile doğru ilerliyoruz. Usta Şakird Kümbeti de denilen Ulu Kümbet ‘e gidiyoruz son olarak. Ahlat ‘a gidebilmek mümkün değil. Müze ile Ahlat arası yaklaşık üç km. Ülkenin en büyük kümbeti bu. Konik kubbesi süslü ve muhtemelen farklı bir renkte. Abisi rehberlik yapan küçük bir köylü kız öğrendiklerini daha doğrusu ezberlediklerini makinalı tüfek hızıyla anlatıyor.
Minibüs beklemek için tekrar müzenin önüne dönüyoruz. Güneş tepede. Otobüs saat 3’te. Daha vaktimiz var ama geçen bir araç yok. İstanbul’a kadar giden bir araç bulup ona yetişememek büyük felaket olacak.
Ahlat ‘a doğru yürüyoruz. Ben yolun bir tarafındayım Çağlarsa karşıdan yürümekte. Benim taraftan gelirse Tatvan ‘a geçeceğiz ama Ahlat minibüsü gelirse kasabaya gidip ilk duraktan araca bineceğiz. Bu arada otostopta yapıyoruz. Bir araç duruyor ama özür dileyerek o yöne gitmediğini söylüyor. Duran bir tanesi ise Çağlar ‘ı da görünce gazlıyor. Ne zamandır böyle küfür etmemiştim. İleriden bir minibüs geliyor üstünkörü el kaldırıyorum. Durmuyor. Az biraz yürüyoruz ki nedensiz bir şekilde geriye baktığımda aracın durduğunu görüyorum. Koşuyoruz. Meğer adam Tatvan minibüsünün şoförü imiş. İlerideki bir yakıt istasyonunda inip gelen minibüse biniyoruz. Ana baba günü. Muhtemelen şoföre denk gelmesek bize durmazlardı. Taburelerde oturarak yolculuk ediyor insanlarla konuşuyoruz. Neşeli, eğlenceli bir yolculuk ile Tatvan ‘a ulaşıyoruz.
Yolculukta öyle. Yirmi beş saati aşan bu yolculukta insanlar koridorların arasındaki boşluklarda yattı. Çoluk çocuk sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yolculuğa katlandı. İstanbul bazen hiç ulaşılmayacak kadar uzak gibi geldi. Ama sonunda İstanbul ‘a ulaşmayı başardık.
Üzerinde anlatılacak, yazılacak, konuşulacak çok şey var. İlginç insanlarla tanıştık. Şansımız her zaman yaver gitti. Ama özetle şunu öğrendik ki gidilmeyecek kadar uzak yerler değilmiş bu yerler.