Bugün bütün gün Mardin’deyiz. Yorucu bir gün olacak ama sonuçta bir şehir tam anlamıyla keşfedilecek. Rehberimiz şehri çok iyi gezdireceğinden emin. Zaten şimdiye dek bilgisini ve yöreye, ortama hakimiyetini de gördüğümüz için güvenimiz tam.
Önce “Kırk şehitler” Kilisesine giriyoruz. Burası da bir Süryani kilisesi. Ve burada da zarif bir taş işçiliği görülüyor.
Kırk şehitler bir Hristiyan söylencesi. Buna göre, Roma devrinde Sivas’ta Hristiyan oldukları için katledilen kırk Romalı askerdir. Romalıların ülkesinde yaşamak zordur ama ölmek de pek kolay değildir. Allaha inandıkları için idam kararı verilir haklarında. Ama idam için soğuk bir havada göle sokulurlar. Allah’ı inkar ederlerse canları bağışlanacaktır. Onları gözleyen askerlerden biri hariç hepsi uykuya dalarlar. Kırk kişiden biri inkarcı olur ve sıcak hamama giderken yolda fenalaşıp yere yığılır ve ölür. Bunu gören asker diğer nöbetçileri uyandırır ve diğer Hristiyan askerlerin yanına göle girer. Yetkililer ertesi gün geldiklerinde askerler halen göl içinde ama canlıdırlar. Roma affetmez. Askerler sudan çıkarılıp hapse atılır. Önce bacakları sonrada tüm vücutları türlü işkencelerle beraber balyozlarla kırılıp parçalanır. Ama kırk askerin kırkı da Allah’ı inkar etmez ölmelerine rağmen.
Konu ile ilgili olarak İstanbul’dan Haçlı seferleri sırasında çalınıp Almanya’ya gönderilen bir parçayı şu linkten görebilirsiniz.
http://en.wikipedia.org/wiki/File:Relieftafel_40_M%C3%A4rtyrer_von_Sebaste_Bodemuseum.jpg
Kilisenin içeri kısmında ise gene pek bir numara yok. Sadece, anlatım yapan görevli eskiden apsiste gümüşten üzüm salkımları olduğunu ama Timur ‘un yağması sırasında bunun ortadan kaybolduğunu, yalnızca küçük bir parçasının kaldığını söylüyor.
Mor Gabriel Kilisesi’ni de ancak uzaktan görüp içine girmeden yola devam edip Kasımiye Medresesi’ne ulaşıyoruz.
Medrese konum olarak oldukça harika bir yerde. Ayaklarınızın altında pusların arasındaki Mardin Ovası yayılıyor. Artuklu Sultanı Cihangir Bey ‘in oğlu Kasım için yapılan külliyenin bir parçasıdır.
Güzel işlemeli bir taç kapıyı geçerek iç avluya geçiş yapıyoruz. Burada da anlatımı müzede görevli polislerden biri yapıyor. Adam olaya oldukça hakim ve gayet esprili bir şekilde anlatıyor. Burada da bir “hayat ağacı” var. Defalarca adını zikrettiğim hayat ağacını anlatma vakti geldi sanırım.
Duvardan su aşağıya doğru akar bu sistemde. Doğuş anlamına gelir bu. Ardından küçük, dar ama uzunca bir havuza ulaşır bu sular. Uzaktan durgun hatta akmaz görünse de aslında en hızlı burada akar. Bu kısım gençliği temsil eder. Farkında olmaksızın hızlıca geçip giden günlerimizi birebir karşılar aslında. Bir sonrasında çokça ufak başka bir havuza gelirsiniz. İşte bu yaşlılığınızdır.
Burada sol duvarda kırmızımsı bir leke var. Rivayete göre, Sultan Kasım öldürüldüğü sırada kız kardeşi yerde biriken kanını alıp, “kanın yerde kalmasın” diyerek duvara serpmiş. Lekeler ne ile silinirse silinsin çıkmamış.. Yapılan araştırmaların sonucunda lekelerin kan değil de bir çeşit kına olduğu ortaya çıkmış.
Bu medrese ayrıca sibernetiğin yani Türkçesi ile otomatların mucidi El Cezeri ‘nin de çalıştığı yerdir. Büyük bir bilgin. Sıvıların, dengenin ve mekaniğin efendisi. Şanssızlığı üyesi olduğu Türk ırkının okumak araştırmak gibi bir alışkanlığının atalarını anmak gibi bir huyunun olmaması bence. Hakkında şu dosyayı okumanızı salık veririm.
http://80.251.40.59/humanity.ankara.edu.tr/unat/yu/M14.pdf
Da Vinci ‘den 150 yıl önce yaşamış, ilginç buluşlara imza atmış bir bilim adamı. Hatta burada abdest makinalarından birisi de varmış ama yurdum insanı kurcalarken bozuvermiş.
Üst katlara çıkış mümkün değil. Denedik ama karanlık merdivenleri bir kaç kez döndükten sonra kapalı kapılara ulaştık yalnızca. O nedenle ancak avluyu çevreleyen odaları ziyaret etme imkanınız oluyor
Hala burasını anımsayamadınız mı? Son ipucunu da vereyim o zaman. Hani Cemil İpekçi ‘nin defile yapacağım diye tutturduğu buna karşılıkta halkın tepki verdiği yer burası.
Medresenin önünde küçük kızlar el emeği göz nuru küçük hediyelik objeler satmakta. Hem çok ucuzlar hem de çok çok güzeller. Alın, öneririm.
Buradan daracık sokakları, güzel evleri aşarak Mardin Müzesi’ne geçiyoruz. Güzel bir Mardin evi müzeye dönüştürülmüş. Merdivenlerle çıkılan ilk katta etnografik eşyalar, bir üst katta ise çevreden bulunan tabak, çanak (arkeolojik buluntular için devletin resmi nitelendirmesi) vb sergilenmekte. Ayrıca alışılageldiği gibi bahçenin sağında solunda mezar taşları ve türlü başka buluntu da mevcut.
Buradan sonra yolun karşısına geçip önce Atatürk İlköğretim Okulu ‘na gidiyoruz. Dehşet bir yer. Muhteşem taş işçiliği, zarif detaylar. Sınıflara dalıyorum. Hayal gücünü kamçılayabilecek küçüklü büyüklü her şey var. El yıkanacak küçük bir kurna. Taş işçiliğini gel de anlat. Onu işleyen usta ne düşünde, ne hayal etti. Bitirdiğinde eserini karşısına alıp ilk kez baktığında aklından ne geçti? Ve bunun gibi pek çok detay. Bence Mardin ‘in ruhu bu okulda saklı. Geri kalan her şey bana yapay göründü. Turizmin destekleyici unsuru onlarca yapının yanı sıra bu okul olanca işlevselliği ile yaşayan bir müze.
Şimdiki durak yakınlardaki süslü minaresi, zarif işlemeli taç kapısı ile Ahmetlatif Camii. Bunun da avlusunda bir yaşam ağacı var.
Ardından restore edilmekte olan başka bir harika yapı, Mardin Ulu Camii ‘ne geçiş yapıyoruz. Buranın da bir rivayeti var. Mardin’deki evlerin önemli bir kısmı taş ve kerpiç olduğu için yılan ve akrep sokması cok fazlaymış. Bunun üzerine ulemalar bir araya toplanıp altın bir zincirin üzerine tılsım yapıyorlar. Bu tılsımda akrebin kuyruğunu yılanın ağzına bağlıyorlar. Bu tılsımı iki minare arasına ve Sultan İsa Medresesi arasına bağlıyorlar. Depremde minarelerden biri yıkıldığı için akrep tılsımı işlevini yitiriyor ama yüzyıllardır yılan tılsımı camide olduğu için Mardin’de yılan sokması vakası olmuyor.
Çaktırmadan. Hızlıca, kısa bir süre içinde olsa o loş ışıkların arasından tarihi kafama, hafızama sokmaya çalışıyorum. Zarif minaresinde kufi yazı ile Kelime-i Tevhid işlenmiş.
Buradan ara sokaklara dalıp o dar sokaklarda dolanıyoruz. Burada abbara denilen bir kavram var. Abbara, Antep’te “kabaltı”da denilen üzerinde ev gibi yapıların olduğu sokakları birbirine bağlayan geçitler için kullanılan Arapça kökenli bir sözcük. Siena’da, Prag’ta hatta Ohri’de de benzerlerini gömüştük ama Mardin ‘de hem sayıca daha çok abbara var ve göze daha hoş görünüyorlar.
Dediğim gibi rehberimiz yöreye ve olayları hakim. Sonrasında konuşuyoruz. Bunları kontrol edebilecek bir kişiyi tanıdığını ve olay için “ona söyleyeceğim, ben ne uğraşayım bunlarla” diyor. Pratik çözüm.
Biraz soluklanmak için bir kafeye giriyoruz. Üst kattaki tuvalete çıkınca yapayalnız durduğum terasta şehri seyredip sessizce düşünüyorum. Karı koca dolaşırken bu tip bir durumla karşılaşsaydım, hele eşime dokunan olsa? Bir gruba bile bu şekilde yaklaşabilen çocukların iki sade turiste ne şekilde saldıracakları aşikar.
Kafamdan düşüncelerimi silerek aşağıya eşimin ve arkadaşlarımın arasına dönüyorum. Turdaki kadınlar alışılageldiği gibi alışverişe girişiyorlar. Giyim kuşamın yanı sıra sabunlar, bakır işleri ve leblebiden bol bol alınıyor.
Burada tur ikiye ayrılıyor. İsteyenler ki bunların arasında biz de varız, dar sokakların içinden, abraraların altından geçerek Zincirli Medrese ‘ye gidiyoruz.
Buradan sonra günümüzde otel olarak işletilen eski PTT binasına giriyoruz. Burası da oldukça güzel bir yapı. Daha sonra tur Sabancı Müzesi”ne giriyor. Burada Abidin Dino sergisinin yanı sıra Mardin vb fotoğrafları sergilenmekte.
Mardin derken Serkiz Lole ‘den bahsetmek gerekiyor. İstanbul’da nasıl Balyanlar kalıcı izler bıraktı ise Mardin’de de yukarıda adını andığım mimar izler bırakmış. Taş evlerin ve tarihi yapıların bir çoğu elinden geçmiş. Yanılmıyorsam Şehidiye Camii ‘nin minaresini bitirdikten sonra müslümanlığa geçmiş.
Şehidiye Camii’ne gidiyoruz son durak olarak. Burada Artuklu sultanlarına ait lahitler var.
Buradan yemek faslı başlıyor. Ben güveç yiyorum ama epeyce zayıf. Gene de karnımın doyduğunu hissediyorum. Uzunca bir yolculuk başlıyor. Git git bitmiyor. Sonunda Antep’teki otelimize varıp odamıza kendimizi attığımızda ne kadar yorulduğumuzu, yürürken çokta kendini hissettirmeyen güneşte ne kadar çok yandığımızı fark ediyoruz.