Güzel bir gün. Gerçi her sabah şöyle bir yağış var. Sahileiniyoruz. Geçen akşam Nakupenda ve Prison Island için bir çocukla anlaşmıştık. Fiyatlar bana yüksek gelse de benden önceki Türklerin ödedikleri rakamları hatırlayınca iki kişi 25 usd çok gelmedi nedense. Uzatmadım. Dediğim gibi eğer İtalya yada Fransa’da olsam neler yapardım ama burada hiç uzatmadım.
Sahilde bakınırken ufaktan bir çocuk yanımıza gelip ölümcül bir aksanla İngilizce ile kendini tanıttı. Bir şey anlamadım haliyle. Havadan sudan konuştuk ki muhtemelen o da beni, ancak benim onu anladığım kadar anlıyordu. En son “25 usd” dedi. Harika olduğunu belirttim. “Yarın gelemem iki gün sonra gelebilirim seni nasıl bulurum? “ diye sordum.
– – “Hep buralardayım. Adım çipa çipa. Beğendin mi?”
Anlamadım bir şey meğer daha ucuz daha ucuz anlamında “cheaper cheaper” diyormuş.
– – “Çok sevdim” dedim. “En sevdiğim iki arkadaşımın adına benziyor”
– – “Neymiş onlar?”
– – “Cheapest cheapest. All Free ‘nin kardeşi”
Telefonlarımızı birbirimize verip ayrıldık.
Bu güzel anlaşmanın sabahı sahile indik. Yüz hafızam yok denecek kadar zayıftır. Kendi suratımı bile “bir ağız, kalkık bir burun ve yeşil gözler demek dışında detaylıca anlatamam” Bu nedenle tüm bu tür işler için eşimin öngörülerine güvenirim. Eşim adamı bulabilecek miyiz diye sorduğunda onun bizi bulacağını söyleyerek cevapladım ama epeyce de bekledik.
Sonunda kar gibi beyaz dişlerini göstererek “çipa çipa veyts for yu” diye bize seslendi. Yanında ince uzun bir zenci çocuk ve korsan gemisi kaptanı gibi iri kıyım bir adam daha vardı. Paraları ödedik. Tekneye bindik.
Adanın yaşam şartları zor. Kazanılacak her kuruş büyük bir artı. Bize rehber diye verilen çocuk öğretmenlik yapıyormuş ama işsizmiş. Kaptan ise pek konuşkan biri değildi. “Selamın aleyküm ya mümin” diye seslenince gülümsedi, toparlandı.
Üstü branda ile kaplı, ince uzun tekne açılmaya başladı. Bize sallanırsa, rahatsız olursanız söyleyin dedilerse de sonuçta en azılı deniz korsanlarının soyundan gelen bizler için bu dalgalar bir şey değildi. –Gerçi başta epeyce tırsıyordum – Arkaya baktım. An be an küçülüp geride kalan Stone Town manzarasını izleyerek keyfime baktım.
Pek görünecek bir şey kalmadı. Ufka bakıyorum. Bir, iki balıkçı teknesi açıklarda dolanıp duruyor. Bizimki gibi birkaç tekne daha ilerliyor. Yarım saat kadar gittik. Rehber çocuk ileride görünen incecik beyaz şeridi gösterdi. “Nakupenda”
Bu arada çok ilginç bir şey oldu. Korktum da… Denizde çok geniş dalgalar var. Büyük gemileri sallar da bizim için bayır iniş çıkışı gibi. Buna karşın suyun ortasında bir yerde bir kaynaşma oldu. Farklı bir renk. Balık sürüsü olsa kuşların tepemizde uçuşuyor olması gerekirdi. Oradan geçerken sanki su daha da yoğunlaştı. Bir tepeyi çıkar gibi kasıldı ve geçtiğimizde de normale döndü.
Yerel dilde “seni seviyorum” anlamına gelen Nakupenda bir ada olarak da adeta aşk gibi istikrarsız. Sabahları en yüksek yeri iki metre olacak şekilde su üzerinde duran bu yirmi metreye yüz küsur metrelik adacık saat dörtgibi gel git etkisiyle sular altında kalıyor.
Adaya çıkıyoruz. Bir saat kalacağız. İstediğimiz kadar da kalabiliriz. Teknedekilerin zaman mevhumu yok.
Kumulun öteki tarafında denize atlıyorum. Dengeli bir şekilde derinleşiyor. İleride bir karaltı görüyorum. Aklım gidiyor. Karaya doğru öyle kulaçlar atıyorum ki… Karaya anca varıyorum. Karaltı ilerilerde sabit olarak dalgalanıyor. Ya bir balık leşi ya küçük bir su altı kayalığı… Bilmiyorum.
Adacıkta romantik bir yürüyüş yapıyoruz. Türlü deniz kabuklusu, mercan zemini kaplamış. Hiç görmediğim renkler… Ama dev denizyıldızı burada da yok.
Burada çok ilginç bir doğa olayıyla daha karşılaştım. Bunun görüntüsünü çekebildim neyse ki. Adanın en ucuna dek yürüdük. Ben suya girip devam ettim. Rüzgar tek bir yönden geliyor. Kuzeyden. Hatta adacığın benim yüzdüğüm güney kısmında su yüzeyinde pürüz bile yok. Ama bu noktada kuzeyden ve güneyden yarımşar metre yüksekliğinde dalgalar karşılıklı olarak geliyor ve birbirlerine çarpıyor.
Eşimin yanına dönüyorum. Bir ton kabuk ve mercan toplamışız. Teknelerde gelmeye, adaya yanaşmaya başlamış. Teknelerin yükleri yaygaracı İtalyanlar. Zencilere gölgelikler kurduruyorlar. Anında yayıldılar ve içtikleri yedikleri her şeyin çöpünü kumlara attılar. Gözünü sevdiğimin Avrupa medeniyeti…
Dönüşe geçtik… Küçük bir adanın yanından geçtik. Karantina adasıymış. Prison ‘un da böyle olduğunu okumuştum. Bunu rehberle paylaşınca buradakilerin uğraşılmayacak durumda olan kişilere ait olduğunu, prisondakilerin ise para eder köleler olduğunu söyledi.
Kısa sürede adaya ulaştık. Derli toplu tam anlamıyla turistik hale getirilmiş bir ada. Hemen iskelenin yanında yüzülebilecek güzel bir alan var. Yüzerim diyordum ama hava kapandı. Gerçi yaşlı Almanlar suda oynaşmakla meşguller.
Rehber çocuk bizi önce adanın idari kısımlarına götürdü. Kölelerin konulduğu ve işlerin yönetildiği yerleri gördük. Elbetteki firelerin yani satılamadan ölenlerin ya da bebeklerin suya nereden atıldığını da… Arap ve Avrupalı. Yüzlerce yıldır dünyayı sömürüp kirletmekle meşgul ve bunlarla bin yıldır uğraşıyoruz. Atalarım bu parazitlerle uğraşmasa bu garibanlara kim bilir ne zulüm uygularlardı.
Adanın devasa kaplumbağaları meşhur. Bir başka İngiliz sömürgesi olan Şeysel ‘in valisi bir kaç kaplumbağayı göndermiş Zanzibar’a. Onlarda çoğalmış – çoğalmaya da bitmek tükenmez bir inat ile devam etmekteler-. İki yüz yaşına yakın Şeysel’den gelen bir kaplumbağa bile varmış. Bize gösterdiler. Onlarca yılın yorgunluğu her hücresinden fark ediliyor.
Kaplumbağaların arasında bir kaç tane de tavus kuşu var. Hele biri kendini bir açtı. Yok böyle bir şey.
Dönüşe geçtik. Fırtına çıkmış. Kaptan ve rehber bizim için endişeli. Fakat bizim için normal dalgalar bunlar. Hele ben kafama göre davranınca kaptan biraz geriliyor ama güzel döndük.
Otele dönüp biraz pinekledik ve akşam vakti sahile inip Furudhani ‘nin gecesini görmeye gittik. Ortalık ana baba günü. Güneş batmak üzere ve zenci kardeşler hem rekabet hem de kendilerini izleyen kızlara hava atmak için denize atlamaktalar. Bu sırada da Furudhani de tezgahlar kuruluyor yiyecekler pişirilmeye başlanıyor.
Tüm bu eğlenceyi seyrederken güneş aniden kayboldu gitti. Ekvatorda böyle bir olay var. Hızlıca gün bitiyor. Gaz lambalarının arasında
tezgahları geziniyoruz. Ahtapot şişler var ama ilk kez ne zaman kızartıldı bilinmez. Sanki benle yaşıtlar. Keza acayip bulamaçlara sokulmuş tavuklarda öyle gibi. Üç, dört Türk ‘e denk geliyoruz. Bir de grup vardı. Türkler bizimle aynı sırada olmalarına rağmen bize selam bile vermediler. Bende onları galeyana getirip kavga çıkarıp dövmek için epey bir laf attım ama duymazdan geldiler. O sinirle o boydakiler gibi bir dörtlüyü daha elden geçirebilirdim.
İlginçtir, yurt dışında böyle tarikatçı, cemaatçi tipler selam bile vermez, siz selam verdiğinizde de alabildiğince küçümser tavırlarla davranırlar.
Neyse… Yıldız kendine tatlı patates, kereviz gibi yoğun bir çorba aldı. Çok lezzetliymiş. Ben cesaret edemedim bir şey yemeye.
Dönüşte kalenin yanında hep gördüğümüz acentaya girip turlara bakıyoruz. Adambaşı 20 usd denilen baharat turu burada iki kişi 25 usd. “Ok” diyoruz. Bunu da hallettik.