İğrenç bir sabah daha. Islak ve gri. Sabah kahvaltıyı yaptık, girişteki marketteki çekik gözlü adama ”Kırgız mısın?” diye sordum.Önce “Pakistanlıyım” dedi ben üsteleyince de “Hazarayım” dedi. ”Türk müsün?” diye tekrar sorduğumda “yok” dedi. Neyse, adamla orta yol bulduk.
On dakika kadar yürüdük. Hava soğuk, Allahın dağında da kim bilir daha ne kadar berbat. Trenle Arth Goldau diye bir yere gidip oradan da Rigi Dağı’na çıkacağız. Çıkacağız diyorum çünkü tren dağın tepesine çıkıyormuş. Anlatacağım.
Zürih terminalindeki trenimizi bulduk, üst katına kurulduk. Her daim dakik İsviçre trenleri sınıfta kaldı. Kalkışı yirmi dakika geçmişti ki türlü dilde anonslarla duyuru yapmayı akıl ettiler. İyi, güzel de ne yapacağız? Karşımızda yer alan kızlar hemen alternatif treni ve kalkış yaptığı peronu bize söylediler. Suratsız, soğuk, umursamaz, burnu büyük denilen İsviçrelilerin hiç de öyle olmadıklarını bir kez daha gördük.
Yeni tren çabuk doldu. Karşımıza çok yaşlı bir çift oturdu. “Umarım ölmezler” dedim ama adam oldukça nazikti. Hatta bir ara yediklerinden de ikram edecek diye umutlanmadım değil. Bir müddet solumuza Zurichsee ‘yi sonrasında da bir müddet Zugersee ‘yi sağımıza alarak yol aldık. Kasvetli bir görüntü var. Gökyüzü tüm rengini göllere bırakmış, göllerde ince bir duman tabakasıyla kendini ayrıştırma, belli etme derdinde sanki.
Dikkatimi çeken diğer bir nokta ise her kasabanın, köyün kiliselerinin kulelerinde kocaman bir saat bulunuyor. Sonuçta saatçi memleketi. Bir de özellikle göl kıyısındaki evler tarif edilmez bir kakafoni içerisinde. Bizim gibi ülkelerde evler aynı yönde bir örnek olurken, burada kimi ev göle dönmüşken kimisi yamuk durumda. Tarzlar da bir garip. Kimisi oldukça zarif iken diğeri tam bir hilkat garibesi. Ortak olan, evlerde panjur var ama perde yok. Her şey ortada. Sormadım ama Hollanda’daki gibi burada da insanlar sadece kendi işleriyle meşguller. Belki de sadece kendi işleriyle uğraşıp başkalarını izlemedikleri için yaptıkları işlerde de bize oranla çok daha başarılılar.
Goldau durağında indik. Nereye gideceğimizi oklar gösteriyordu. Keza herkes Rigi Dağı’na gitmenin derdinde olduğu için büyük bir kalabalık öteki tren istasyonuna gidiyordu.
Biz platforma eriştiğimizde bir önceki tren henüz kalkmıştı. Evrakları adama gösterdim, baştan savar şekilde “içeri geçin” dedi. Tren dediğim bizim İstiklal Caddesi’ndeki tramvayın biraz genişi, biraz yükseği gibi. İçeride bir ton tanıtım kitapçığı var ama İngilizcesini bulamadım.
Yarım saat kadar bekledik. Planlarım bozulduğu için tren kaçta kalkar hiç bir fikrim yok. Hatta dönüş ve Luzern operasyonu nasıl olacak yaşayıp göreceğiz. İnsanlar zamanla bizim vagona doluşmaya başladı. Karı koca kırklı yaşları geçmiş olsak da vagonun yolcuları arasındaki en gençleriz derken karşımıza üç genç geldi ve ünvanımızı kaybettik.
Küçük bir not vereyim. Bu tren sistemi 150 yıldır turistleri tepeye taşımakta. Yani bilinçli turizm İsviçre’de bir buçuk asrı aşkın bir zamandır başlı başına bir sektör.
Harekete geçtik tıngır mıngır. Henüz bir kaç dakika geçmemişti ki coğrafya değişti, ben de etrafın videosunu çekeyim dedim. Arkalardaki bir adam (yetmiş küsur yaş) yüzünü kapattı, “hayır hayır olmaz” der gibi tepkiler verdi. Bir ara bizim kaçak çalışan aşk minibüsleri gibi bir yerde miyiz? diye düşünmedim değil ama üstelemedim.
Az sonra bir bulut tabakasına ulaştık, yarım dakika kadar kesif bulutun içinde yukarı doğru çıktık ve ansızın her şey derinden değişiverdi.
Güneş… İnsanı ısıtan, yaşatan, yaşam sevinci kazandıran güneş… Sanki sabah bambaşka bir ülkede, başka bir coğrafyadaydık. Arada insanlar iniyor ve kimliklerinde yazan doğum tarihleriyle alakasız bir enerjiyle tepeye tırmanıyorlar. Gözüm kesmiyor. Kimi yerler ıssız ve buralarda pek çok kilise var. Ama inanılmaz bir ıssızlık içinde oteller ve kiliseler. Meğer kimi kısımlar doğaüstü güçlere atfedilmiş zamanında.
Teker teker durakları aşıyoruz. Kompartıman tenhalaştı ve ayakta kimse kalmadı. En sonunda tepede iniyoruz. Zirveye yürüyerek 5 dk. yazıyor bir ok. Tren gerçekten de bizi zirveye taşıdı. Dönüş treni ne bakıyoruz. Planladığımız zamana göre bir saat rötarımız var, olsun.
Zirveye çıkıyoruz. 1797 metredeymişiz. Tam tepede bir televizyon direği var ve birazına çıkılıyor. Fazla bir şey göremeyince vazgeçiyoruz zaten. Göle bakan korkuluklara yaslanarak göle doğru bakınıyoruz. Güneş tepede dikildikçe bulutlarda aralanıyor; göl ve kıyısındaki yerleşimler iyiden iyiye belirginleşmeye başlıyor. Biraz yan tarafta bizim Karadeniz’i anımsatan evler var. Aynı yeşillik, aynı dağınık düzen ama bir fark var. Adlandıramadığım ve anlamlandıramadığım sadece hissedilebilen bir farklılık. Bizim yaylalardan tek bir fark yok.
Rigi Dağı, “Dağların Kraliçesi” olarak kabul ediliyor İsviçre’de. https://www.rigi.ch/en sitesi detayları verecektir.
Diğer tarafa yürüyoruz kocaman bir haç koymuşlar. Ötesine uzanan vadinin görüntüsü de muhteşem. Rica ettiğimiz genç işini bırakıp fotoğraflarımız çekiyor. Jestine karşılık verdiğimizde ise gayet mutlu oluyor. İndiğimiz istasyondaki üç çocuklu adam da bizim sayısız fotoğrafımızı çekmişti hatta bir ara adamın bizim fotoğrafçımız olup olmadığını bile düşünmüştüm.
Arka kısımda ise dağlar ufku kapamış durumda. Harika panoramalar çekiyorum. Doyamıyorum. Her şey harika. Trene gitmeden tuvalete uğrayalım diyoruz. Bir konteyneri tuvalete dönüştürmüşler. Umutsuz bir şekilde içine giriyorum. Sözün bittiği yer burasıymış. Allahın dağındaki tuvaletteki temizliği anlatamam. Temiz olduğunu iddia eden bir ülkenin vatandaşı olarak Abant’taki tuvaletleri düşünüp utanıyorum. Küçücük alanlar o denli verimli kullanılmış ki tasavvur edilemez.
Oyalandıktan sonra trenimize biniyoruz. Güneş artık iyice yakıyor. İtirazım yok kesinlikle. Haritaya ve fotoğraflara göre gayet dik olan bir yamaçtan nasıl aşağı ineceğiz onun merakındayım. İniyoruz, eşim trenin önüne dek gidip fotoğraf çekiyor. Adamlar trenin ön kısmını tamamen makiniste ayırmamışlar, böylece gidilen yolu da görebiliyorsunuz.
Yamaç boyu tüm evlerde biraz yamukluk var gibi geliyor. Bu his diğer yerlerde de içimizde uyandı.
Sonunda Vitznau’ya geliyoruz. Küçük bir köy. Tekne saatleri nedeniyle bir saat daha kaybedeceğiz. Göl dışında başka bir ulaşım mümkün değil gibi. Beklemek zorundayız. Kısa sahilde yürüyüp ahşap şezlonglara uyanıyoruz. Gördüğüm en büyük martı bize eşlik edip yanımızda getirdiğimiz ekmeklere ortak oluyor. İleride bir ördek sürüsü aylak aylak suda yüzüyor. Sis hala kuvvetli. Uzak kıyılar net bir şekilde seçilmiyor.
Sonunda gezi teknesi geliyor. Bizim vapurların küçük ölçeklisi. Kartlarımız bu teknelerin 2. sınıfında seyahat etmemizi müsaade ediyor. Bu açık kısımlar ve güverte demek. Kapalı yerler 1. sınıf ve sağlam pahalı. Şansımıza teknenin ardında olduğumuz için fazlaca rüzgar yemeksizin manzarayı seyrederek seyahat ediyoruz. Ölgün suları yarıp giderken doyumsuz bir manzaraya şahit oluyoruz. Hatta demin tepesine çıktığımız Rigi Dağı ve zirvesindeki televizyon kulesini de görüyoruz. Bir kaç saat önce oralardaydık.
Luzern’e geliyoruz. Çok bir zamanımız yok. Aslında çok gezecek bir yeri de yok. Bunu derken ne hata etmişim anlattığımda göreceksiniz. Siz siz olun Luzern ‘i mutlaka hakkıyla gezin. Harika bir yer.
Luzern gördüğüm resimlerde ahşap köprüsü, su içerisinde inşa edilmiş burçları ve gölde tembelce süzülen kuğularıyla kalmış. Aslında bunlar buzdağının su üstünde kalan kısmı gibi ilk bakışta görünür kısmı. İçlerine girdikçe ağzınızı açıkta bırakacak güzelliklere denk geliyorsunuz.
İskele ve tren garı birbiriyle karşılıklı. Büyük bir çember çizerek tüm şehri gezebiliyorsunuz. Kapellbrücke denilen ahşap köprüyü geçeceksiniz. Burada eskiden bir kilise varmış ama yanmış. Gölden gelen saldırıları engellemek ve ticareti kontrol etmek için bir kaç tane burç görüyorsunuz. Bunlar 14. Yüzyıldan kalma orijinal yapılar. Köprü çok uzun ve üstündeki her kirişte tarihten ve İncilden alıntılar resmedilmiş. Orijinali 1614 yılında yapılmış ama 1993 yangını yok etmiş. Ama tekrar yapıldığında o kadar güzel bir işçilik yapılmış ki orijinal olup olmadığını ilk bakışta anlamanız epeyce güç. Aslında sadece bu köprü epeyce zamanınızı alır ama öyle bir trafik var ki durup da hak ettiği zamanı ayırarak seyredebilmek güç görünüyor.
Karşı kıyıya geçtikten sonra hafif sağ yapıp yolun karşısına geçtiğinizde şehrin önemli kiliselerinden birini görüyorsunuz. Bizim hedefimiz yaralı aslan anıtı ki ona da kısa zamanda ulaşıyoruz.
Yaralı Aslan Anıtı Fransız kralı tarafından yaptırılmış. Ölümcül derecede yaralı bir aslan tasviri bir yamaca işlenmiş ve saray baskınında son adamına kadar savaşıp ölen İsviçreli muhafızları simgeliyor. İsviçreli askerler ve subaylar sadakatleri ile biliniyorlar. Tam önünde de içinde çok sayıda bozuk paranın bulunduğu bir süs havuzu var. Ama benim kafamdakileri uygulamaya sokmaya niyetli uyanıkları hesaba katarak derin tutmuşlar. Bele kadar girmeden paralara erişmek mümkün görünmüyor.
Fotoğraf çektim ama ışığın sertliği ve çiğliği yüzünden pek randıman alabildiğimi söylemem güç. Buradan da ayrıldık ve Luzern ‘in eski kent kısmına geçtik. Şehir yaşamın ve tarihin iç içe geçtiği bir öğrenci kenti. Güle oynaya dersten çıkan üniversite öğrencileri başka bir sokakta liselilerle karışıyor. Ortak görünüm herkesin suratında geniş bir gülümsemenin olması.
Luzern şehrinin surları da parça parça durmakta. Yokuş yukarı çıkarken garip bir binaya denk geldim. Bizimki de dahil olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin arması vardı ama anlamış değilim, öğrenemedim de…
Ara sokaklara daldık. Harikalar asıl şimdi başladı. Luzern ‘i kerhen eklemiştim ve hazırlığım da zayıftı. İşin enteresan tarafı Rough Guides da Lonely Planet de benden farklı değildi. Ara sokaklar da harikalar var. Binalar harika, kimi binaların üzerindeki süslemeler muhteşem. Luzern’i görmemek ise bir kayıp. Hem de epey büyüğünden.
Nehir kıyısına ulaştık. Güzel bir meydan. Mühleplatz deniliyor. Buradan baktığınızda karşı kıyıdaki tepelerde güzel bir bina var. “Şato desem eksiği yok. Muhtemeldir ki eski bir kasino olmalı” dediğim yapı “Gütsch Şatosu” imiş ve şu an booking.com üzerinden odalarına rezervasyon yapılabilmekte.
Gene ahşap bir köprüden karşıya geçiyoruz. Bu da Spreuerbrücke. Bu köprünün başındaki türbinden vakti zamanında elektrik üretildiği yazmakta. İsviçreli denen şahsiyet akan su gördü mü allem etmiş kallem etmiş önce bu suyu durdurmuş sonra akmasını sağlamış kendine lazım olan enerjiyi de üretmiş. Bu köprünün de tavanını taşıyan iç kirişlerde çizimler var ve bunlar orijinal. Köprü 14. Çizimler ise 17. yüzyıldan kalma.
Geçtik karşıya fotoğraf çeke çeke yola düştük. Tahminimden bir on beş dakika erken terminale erişip ilerideki günlerde sıklıkla yapacağımız gibi insanları gözlemlemeye koyulduk.