Zorlu bir gün olacak. Bugün iki yada üç noktaya uğrayacağız. Kahvaltıdan sonra “Ya Allah” diyerek yola çıkıyoruz.
Darucani merkezinde para bozup Paje için araç bulacağız. Bu kez bu kadar basit olmuyor. Birincisi Paje minibüsleri söylendiği gibi buradan bile kalkmıyor. İkincisi sabah sabah gene çılgın bir yağmur yağdı ve her yer taştı. On beş dakika sürmemiştir ama yetti.
Cumhuri Bahçeleri’nin ötesinde bir devlet dairesinde bir minibüse bindik. Şehir dışında bir durakta indirdiler. Oradan da az biraz bekleyerek başka bir minibüse bindik, arkaya kurulduk.
Gene bir şiki şiki baba minibüsündeyiz. Radyoda bir kanal durmadan “maykıl jakson” (evet telaffuz bu şekilde) çalıyor. Şoförün üstünde ise Rihanna en baygın bakışlı fotoğraflarından birisi ile duruyor. Muhtemelen “şoförsün dediler seni vermediler” gibi bir şey yazıyor. GPS ‘den Jozani Forest yazısını takip ediyorum. Kelebek çiftliğini görüyorum ama pas geçiyoruz. Jozani girişinde iniyoruz.
Zanzibar’da vahşi bir yırtıcı yok. Aslına bakarsanız bu ormanda yaşayan Kızıl sırtlı Columbus maymunları dışında vahşi bir hayvan bile yok. Biz de bu arkadaşları gözleyeceğiz. Zamanında bu maymunlar adanın her yerindeymiş. Halkta her yerde olan bu taze etten biraz fazla istifade ederek neredeyse yeryüzünden silmişler. Kalan maymunlar bu ormanda koruma altına alınmış.
Zanzibar halkı saf. Böyle bir yerde bilet gişesi giriş kapısında ya da bir kaç adım içeride olurdu. Burada belki yüz metre içeride bir yerlerde. Sağda solda okul öğrencileri öğretmenleri gözetiminde maymunları çığlık çığlığa izliyorlar. Yaşlı maymunlar gri iken gençlerin sırtında çok hoş bir kahverengi ton var. Ellerinde bir şeyler olan çocuklara doğru öyle hızlı hareket ediyorlar ve bağırırken dişlerini öyle tehditkar bir şekilde öne çıkarıyorlar ki huzursuz olmamak elde değil. Bir çocuk grubunun peşinden ormana giriyoruz. Hayvan öyle çok net de görünmüyor.
Yola çıkıyoruz bir görevli geliyor. Bilet soruyor.
–
“Selam, Henüz almadık. Stone Town’dan grubun kalanı gelecek. Onları bekleyip beraber gezeceğiz. Zaman geçirmek için turluyoruz. Buradaki restoranda beklemek daha iyi olabilir ama orası nerede bilmiyoruz”
– “Tamam” parmağının ucuyla bilet ofisini işaret edip “ileriden biletinizi alırsınız. Restoran içinde ilk sağdan ormana girin on dakika yürürseniz restoranta ulaşırsınız.”
– “OK”
Adam başı 10 usd vermek böyle boş beleş bir iş için nedense gereksiz geldi gözüme. Restorana gidelim dedik. İlk başta ağaçlık bir alanı geçtik. Her yerde hışırtılar, sesler. Maymunların hızı ve rahatsız eden görüntüleri gözümün önünde. Boş bir alana ulaştık. Nefes aldık. Epi topu iki yüz metre girmemişizdir ormana. Nefesimiz kesildi. Durup bakındık. Maymunların ağaçların arasından hızla bir görünüp bir kayboluşlarını izledik. Kaç fotoğraf çektim bilmiyorum.
Üstelemedik. Çünkü tüm maymunlar – görebildiğimiz- yabancı tek unsur olan bize bakınıp bağırmaya başlayınca tırstık. Parktan da çıktık.
Şimdi hedef Paje. Minibüs beklerken yol kenarında satış yapan tiplerle laflamaya başladık. 1 usd gibi bir paraya 1,5 kilo kırmızı muz aldım. Namını çok duymuştum bulmuşken tadayım dedim. Normal muzdan bir farkı yoktu.
Nihayet bir minibüs geldi. Ayakta gidecek şekilde bindik. Yıldız kısa süre sonra oturmak için bir yer buldu ama ben epeyce ayakta kaldım.
Bizi bir köşede indirdiler. Şuradan gideceksiniz dediler. Dönüşte de şurada bekleyeceksiniz diyerek bizi salıverdiler. On numara J
Paje ‘ye ulaştığımızda hava kapandı. Rüzgar da var. Gerçi rüzgar anladığım kadarıyla burada hep var. Paje rüzgar sörfü gibi atraksiyonlar için dünyanın en uygun yerlerinden birisi kabul edilmekte. Hatta adanın en iyi plajı sayılıyor, üstüne üstlük Hint Okyanusu’nun en iyi on plajı arasında gösteriliyor. Dünyanın her köşesinden onca malzemeyi sırtlayıp geliyor millet. Genelde İtalyanlar.
Yok paraya iki şezlong ve şemsiye kapıyoruz. Cüzdanlar, fotoğraf makinaları her şey burada çantalar içinde. Bir gözüm orada ama kimsenin takıldığı yok. Ivır zıvır satacak insanlar bile şöyle bir seslenip yollarına devam ediyorlar. Mesela bir Masai savaşçısı geliyor.
– “En iyi Rolexler… uygun fiyata” diye sesleniyor ve olumsuz cevabı
alıyor.
– – “Hakuna matata” deyip yoluna gidiyor. Ne surat asma, ne asılma ne başka bir can sıkan jest
Denize girdim. Açıl babam açıl derin değil. Bir metre önümden bir kitesurf geçti gitti. Avrupalı dostlarım eğleniyor. Eğlenirken orada sen varmışsın, sana çarparmış, kaza olurmuş gibi sorular kafasında yok. Dellenmemek mümkün değil.
Güneşleniyoruz. Paje sarmadı. Hiç sevmedim. Ansızın dev dalgalar sahili dövmeye başladı. Hemen suya daldım. Dalganın biri beni sahile savurdu ve kendime gelene dek tekrar açığa çekti. Can havliyle ayağa kalktım. Su göbeğime geliyordu. Şakaya gelmez deyip kıyıya çıktım. Aslında kıyı diye bir şey kalmamış dalgalar bizim şezlonglara dek gelmiş.
Kurulanıp giyinene dek kıyı namına hiçbir şey kalmadı. Halbuki bizi iyice kurumak için bir tesisin beton duvarlarına oturmuştuk. Baktık dalgalar duvarlara çarpıyor, başka bir alternatif yok; tesisin içinden geçtik az bir minibüs bekleyişi ile Stone Town ‘a döndük.
Bizim mekana gittik. Uyduruk bir mekandı ama çalışan çocuğun içtenliği ve garibanlığı – defalarca bahşiş bile bıraktım – mekanın bizdenliği nedeniyle buraya bağlandık. Yarım dünya bir adam ile beraberiz. Metin Akpınar güneşte kaldı ve bu kadar yandı deseler itiraz etmem. Birebir aynı. Neşe ve komiklik tipte saklı olmalı ki bu konuda da aynı gibiler. Adam bize döndü “kako si ”ile başlayan bir cümle kurdu ve ben boş boş bakarken “nerelisiniz ben sizi Yugoslav sandım” diye sözüne devam etti. “Türk’üz” dedik Türkçe de bir şeyler dedi.
Turizm acentesi varmış. Darüsselam’daki safari parktan bahsettik. Harikulade esprili, neşeli bir adamdı. Tekrar Zanzibara gidersek bu adamdan tur alacağız.
Artık gerçek Masai kalmadığını söylüyor. Masailer arasında çok sayıda insan Hristiyanlığa geçiyormuş. Kol saati olanların çoğu Masai bile değilmiş. Bize hizmet eden ufak çocuk gerçek bir Masai ‘ymiş.
Bir, iki kere gördüğümüz bir adam vardı. İlk gördüğümde adamı eşime gösterip “İdris Abi de gelmiş” demiştim. Gerçekten de yüzüne baktığınızda Trabzon eşrafından olma ihtimali oldukça yüksek görünüyordu. Bizim Metin Abi ile selamlaştılar.
Metin Abi,
– “Bu da Türk, sizin gibi” dedi.
– “Çok Türk var” dedim. “Bir ton lokanta açmışlar. Oralarda mı çalışıyor?”
– “Yok bunun dedeleri gelmiş denizden, kalmışlar adada. Asr – i Osmaniden. – aynen bu tabiri kullandı- Türkçe de bilmez ama Türk. Var bunlardan bir kaç tane daha adada.”
Sustum. Portekiz donanmasının ada kuzeyinde iki korsan gemisine denk gelip birini batırdıklarını bir diğerinin ise ağır yaralı halde ellerinden kaçtığını okumuştum. Kim bilir belki o gemiden belki başka bir gemiden karaya çıkan Türklerin bakiyesi bu adam.
Acı olan ben bile beş günde bu adamı fark ettim ve Türk olduğunu öğrenebildim. Karşı kıyıdaki konsolosluktaki şebek acaba bu konularda her hangi bir şey araştırdı mı? Yoksa dün akşam elimden kaçan tarikatçı, cemaatçi tiplemelerin işleri ile uğraşmaktan başka bir şey yapamıyor mu?
Adamı bir daha göremedim.