Sabah erkenden kalktık diyebilseydim keşke. Buz gibi bir hava. Koca kasabaya internet bağlantısı tepedeki bir vericiden sağlanıyor. İnternetin hızından dışarıdaki hava durumunu pencereden bakmaksızın anlayabiliyoruz böylelikle.
Kadın gene bize bir kahvaltı hazırlamış anlatamam. Adam başı üç tane kızartılmış yumurta. Türlü ev yapımı reçel. Bu kadının kendi yapamadığı bir reçel türü olduğunu sanmadığım gibi reçellerin neden hazır satıldığı konusunu anlamsız bulacağından da adım gibi eminim. Yine kadın bizi doyuruyor tıka basa. Kaz olsam yağlanalım diye yapıyor bunu diyeceğim. Unutmayacağım, dualarıma eklediğim düzgün insanlardan.
Dışarı çıkıyoruz. Yukarılarda yer alan ve kullanılmayan havalimanına kadar gezecek, oradan dönüp müzeyi gezecek ve oradan da tepeye
çıkacağız. Yerler çamur içindeyse de hava açık ve güneşli. Yoldan yürümek yerine çimenlere basarak ilerliyoruz. Bir köpek peşimize takılıyor ve biz de yanımıza hazırlanan azıktan azar azar hayvanla paylaşıyoruz.
Kuleler özel mülk olduğu için içlerine giremiyoruz. Gerçi derdimizi anlatabilsek içeri buyur ediliriz, bunun farkındayız. O nedenle yıkıntıların içindeki bazı kule harabelerine giriyoruz. Kalın duvarlı yapılar olduğunu fark ediyoruz. Muhtemelen girişler kiler ve depo işlevi görürken üst katlar mutfak ve savaş alanı olarak kullanılıyordu.
Otlaklardan yürümekte akıl karı değilmiş. Durmadan havlayan ve çoğu zaman bizi kovalayan köpeklerin derdiyle uğraşmanın yanı sıra uzaktan görülmeyen çok sayıda su birikintisi, akıntısı bizi yavaşlattı ve yolumuzu uzattı. Aslında üçüncü dostumuz olan köpeğimiz bizim yerimize diğer köpeklerin tepkilerini üzerinde topladı bol bol. Bizden daha çok kovalandı, ısırıldı. Bizde müttefiğimizi koruyamamış olsak da elimizden geldiğince doyurduk.
Dağlar bizi bekler. Mestia 1800 metrelerde yer alıyor. Bizim planımız ise 3500 metredeki teleferiğe ulaşmak. Gerçi Mestia ve çevresi
trekingçiler için biçilmiş kaftan. Mesela buradan daha da otantik bir yerleşim olan Uşguliye dört günlük bir yürüyüş ile ulaşabilirsiniz. Aynı yol jip ile bir güne yakın çekiyormuş. Ya da karşı dağlardaki buzulların olduğu bölgeye de yürüyüş mümkün. Tabi bunlar için doğru ekipman gerekmekte. Kot pantolon ve kazak üstü mont bu coğrafyada geçer akçe değil.
Yokuşu çıkmaya koyuluyoruz. Müzeye uğrayıp akşam geç gelebileceğimizi söylüyorum. Geç gelirsek yani yemeğe yetişemezsek annesinin
kızacağını söylüyor. Yandık desene… Yemek hazırlamazsın diyorum, çok gecikebiliriz.
Yürü babam yürü. Yükseldikçe kar kendini gösteriyor kimi yerlerde. Gölgeler buz gibi. Gerçi manzaranın tadı eşsiz. Mestia yamacında
kaldığı dağın güneşle büründüğü renklerle çok güzel bir masal köyünü andırıyor. Yürümeye devam ediyoruz. Yanımızdan taksi içinde bir turist kız geçiyor az ileride durup fotoğraflarını çekip yoluna devam ediyor. Bütçe sorunu olmayınca neler oluyormuş diyorum.
Saatlerce yürüyoruz. Onca zaman içerisinde dikkatimi en çok çeken şey kızlı erkekli çok sayıda Alman ve Rus dağcı ve yürüyüşçünün varlığı oldu. Adamlar en kaliteli ekipmanla yollardalar. Zaten sırım gibi adamlar. Benim ayakkabılar ortama uygun ama Nuh tufanından kalmış gibi adamlarınkiyle kıyaslayınca. Üzerimizdeki kot pantolonlar da dağcılığın olmazsa olmazlarından bizim için. Ama sadece bizim için.
Nihayet teleferiğin alt ayağına varıyoruz. Bizden önceki grup ayrılırken biz hemen atlıyoruz. Teleferik dedikleri telesiyejin dört kişilik olanı. İki tane ızbandutumsu arkadaş yanımıza oturuyor ve adamlar bacaklarını battaniye ile örttükten sonra hareket etmeye başlıyoruz. Yolculuğumun böyle yaylana yaylana olacağını bilmiyordum. Yanımdaki tip geriye dönüp arkadaşlarına bağırınca cihazı durdurdular. Yanımdaki bana dönüp bir şeyler demeye başladı.
Osman’a dönüp ne kadar yüksekte olduğumuzu sordum. “Otuz metre var, yok” dedi. Yanımdaki heriflerden hoşlanmadım hiç. Durunca hem yaylanıyoruz hem de sağa sola sallanıyoruz. Herifler bizi soysa, kesip atsa kim bulur Allahın dağında bizi. Aşağı atlamak için de yüksek geliyor. Ben de adama bağırıp ne olduğunu soruyorum. Sanırım adam beni anlamayınca üstelemedi. Ya da o da beni başka bir tür manyak olarak gördüğü için bulaşmaktan çekindi. Bilinmez. Tekrar harekete geçtik. Söylenilen soğuk yok. Gayet keyifli bir şekilde gidiyoruz. Tepeye ulaştık. Durmaksızın, hızla dönüverdik. İşte o an iki şey bizi bizden aldı. İlki ileride, ardı Rus sınırını oluşturan Kafkas Dağları. Üzerleri krema gibi kar ve buzlarla kaplı muhteşem bir dağ silsilesi. Diğeri ise yol boyunca arkamızdan geldiği için hissetmediğimiz buz gibi rüzgar. Adamlar boşuna battaniye almamış, yolda az bir süre konuştuğumuz Almanlar bunu kastetmiş olmalı. Vücudum donana kadar soğuk epey etkili idi. Zamanla alıştım yada donan yerlerimi hissetmez oldum. İndikten sonra iki kafadar bir müddet kuytu bir yer aradık ve ormanlık
bir yerde olmanın avantajıyla kısa sürede rahata kavuştuk.
İnanın, o soğuğu yedikten sonra teleferik ile Mestia arasında saatlerce süren yürüyüşe ait hiçbir hatıram yok. Hatırladığım ilk şey eve girdiğimde soba üstünde güzel kokular çıkararak kaynayan çaydanlık.
Ertesi sabah için neler hazırlayalım diye soruyor Ana Tanrıça ev sahibemiz. Evin babasının kulağını iyi çekmişler ki içki teklifi yapmıyor bize ama “bi bardak çaça vermedin baba” desek elinde şişe yanımızda bitecek gibi.
Yarın görüşemezsek diye vedalaşıyoruz evdekilerle. Sabahın 5’i gibi yola düşmemiz lazım Tiflis minibüsüne binebilmek için. Güzel bir tatilin harikulade sonu oldu bu.