Yeni bir gün ve yeni bir kent. Bence daha çok yol üzerinde bir yer olmuş olsun diye uğradığımız bir yer burası. Belki de şehrin kuruluş nedeni bile bu, kim bilir. Aynı isimli otonom bölgenin başkenti olan Mursiya 825 yılında Kordoba emirince kurulmuş. Yani doğuş itibariyle bir İslam kenti. 1266 ‘yı kadar da bu şekilde devam etmiş.
Araçtan belediye binasının karşısında iniyoruz. Bir yanımızda Seguru Nehri ve üzerindeki köprüler, öte yanda ise Katolik Paskalyası’na hazırlanan şehir yönetiminin yerleştirdiği Paskalya yumurtaları. Ara sokaklara girip şehrin katedraline ulaşıyoruz. Diğer şehirlere kıyasla zayıf sayılabilecek bir kilise burası. Ama gene de oldukça zarif işlemeleri ve heykelleri ile görmeye değer. İçine de dalıyorum ama pek bir şey yok.
Meydanın yanında piskoposun ikametgahı da var. Oraya da giriyorum. Kimsenin bana ne yapıyorsun hop, hup bir şey dediği yok. Buradan çıkarak eşimle beraber şehrin sokaklarında kaybolmaya başlıyoruz. Meydanın köşesinde duran, herkesin portakal dediği ama benim turunç olduklarında ısrar ettiğim ağaçların çiçeklerinden yayılan koku her yerde…
Şehir bir üniversite kenti. Paskalya öncesi de herkes memleketlerine dönmüş olmalı ki fazla bir nüfus göze çarpmıyor. Yerel bir şeyler tadabiliriz diye daldığımız dükkanlarda da hayal kırıklığına uğruyoruz. Bu kadar turistik bir ülkede İngilizce bilen insan sayısının bu kadar az olması akıl alır şey değil.
Nehir tarafına geçiyoruz. Nehrin içine devasa bir balık heykeli yapmışlar. Görseniz sanki sudan sıçrıyormuş sanacaksınız. Rivayete göre bu sardalya imiş. Bana ilginç gelen ise nehir kıyısındaki yapıların pencerelerinin oldukça alçakta olması. Rutubet ve fare olaylarını saymazsanız her taşkında evlerin içinin de su dolacağı ortada.
Muhiddin Arabi ‘nin memleketi Mursiya’dan dönüş vakti çattı .Rehberimiz yanımıza geliyor. Barselona’daki son günümüzde, otele giren birileri masada konuşan yolculardan birinin çantasını kapıvermiş sessizce. Pasaportlar, paralar her şey de gidivermiş. Böyle bir durumda en yakın Türk konsolosluğuna gidilmesi ve geçici, pembe renkte pasaportun düzenlettirilmesi gerekmekte. Adam nedense Barselona’dakine değil de Madrit’tekine gitti eşiyle. Adamların Alhamra giriş biletlerini cüzi bir paraya al, nasıl olsa gidemeyecekler ve biletleri yanacak diyor. Bilet bulamamış, turun 65 euroluk bilet ücretini de uçuk bulmuştum. Teklif akılcıl geliyor ve biletleri alıyorum.
Yollardayız. İlerilerde, karlı sırtları ile ufku kaplayan Sierra Nevada dağları Endülüs ‘ün sınırlarını belirliyor. Burada bizim Kapadokyadaki gibi duvarların, dağların içlerini oyarak oturan insanlar var sanırım. Bu tarz ama genelde boş olan yapılar gördük. Belki depo belki de mevsimlik olarak kullanıyorlar. Ayrıca ekili alanların zeytinlik diğer kısımların ise kavaklarla yeşil tutulduğu da fark ediliyor yol boyunca.
Ve sonunda Endülüs ‘ün kalbi Granada’dayız. Ya da bizim tarihi kaynaklardaki adıyla Gırnata.
Burada Romalıların kurduğu kent daha sonrasında Vizigotların eline geçer. Sonrasında da Emeviler tarafından fethedilir. Bize okulda öğretilen Endülüs Emevileri bu arkadaşlar olmaktadır. Daha sonra genelde birbirleri ile didişip savaştıkları için değişik Müslüman emirlik ve hatta fraksiyonlar arasında el değiştirir. Misal, Granada’nın son sultanı 12.Muhammed aslında Nasri Hanedanı’na bağlıdır.
Neyse hızlıca geç kaldığım bir bilgiye vermeliyim artık. Biz de, artık geri dönülemeyecek bir karar alındığında kullanılan “gemileri yakmak” deyimi bu topraklardaki bir olaydan gelmiştir. Emevi komutan Tarık bin Ziyad 600 adamı ile buraya çıkar. Askerleri kaçmasın ya da geri dönmeyi düşünmesin diye gözlerinin önünde gemileri ateşe verir. Ve askerlerine der ki, “ardımızda düşman gibi deniz, önümüzde deniz gibi düşman var. Artık geri dönmek yok”
Sürekli artan topraklar, zenginlik ve serbestlik sanat ve ticaretin gelişmesine ama halkın gevşemesine neden olur. Ama artık Pirenelerin ötesine geçiş mümkün olamayınca Arap emirlikleri birbirlerini yemeye başlar ve küçük hristiyan prensliklerini de görmezden gelir yada savaşlarında kullanırlar.
Ama ne demişler; su uyur düşman uyumaz. Hristiyanlar otorite boşluğundan istifade ederler ve krallıklar kurulmaya başlanır. Hatta İspanya’nın kuzeyi ve Portekiz Müslümanların ellerinden kayıp gitmiştir ama ne gam… Vurdumduymazlık had safhadadır. 1236 ‘da Kordoba ve 1248 ‘de Sevilla Hristiyanların eline geçerken Granda da Müslüman sultanlar Alhamra Sarayı’nı inşa etmekle meşgullerdir. Hristiyanlara karşı birlik olmak yerine birbirlerini yemeye devam ederler hatta ihtiyaç duyduklarında Hristiyan krallardan destek de almışlar.
Sonrasında yarımadanın en büyük iki krallığının başındaki Aragon Kralı 2.Ferdinand ve Kastilya Kraliçesi İzabel evlenerek güçlerini birleştirirler. Bu olay “reconquista” denilen seferberliğin en büyük ittifakı olmuştur.
İzabel yobaz bir kadındır ve hayali Müslümanlardan arınmış, tek bir İspanya’yı yönetmektir. Elinin altında da Turkomeda adında aşırı yobaz bir din adamı vardır. Ferdinand hakkında türlü söylentinin olduğu, gününü gün eden neşeli bir kişiliktir ama bu durumun kendisine getireceği avantajları fark etmeyecek kadar da hodbin değildir.
Granada’yı da alırlar. Granada son kale ve en gelişmiş İslam kentidir. 12.Muhammet (Avrupa kaynaklarına göre Boabdil) şehrin kanlı bir şekilde istila edilmesini önlemek için şehri can güvenlikleri karşılığında teslim eder. Fas’a doğru giderken bir ara durup geri döner ve yitirdiği kentine bakar. Göz yaşları sessizce akmaya başlar. O sırada annesi tarihin en acımasız ama gerçekçi sözlerinden birini söyler. “Zamanında erkek gibi savaşsaydın şimdi karı gibi ağlamazdın”
Boabdil Fas ‘a geçer. Başlangıçta Endülüs’te her şey iyidir. Göreceli olarak tabii. Müslümanlar ve Yahudiler de şehirde yaşamaktadırlar. Gün geçtikçe baskılar artar. Fakat kraliyet Yahudilerle Elhamra Kararnamesi’ni, Müslümanlarla da Gırnata Kararnamesi’ni imzalayarak yaşamlarını güvence altına alır. Sonunda, Hristiyan efendiler tarafından önlerine iki seçenek sunulur. Ya Hristiyanlığa geçeceklerdir ya da şehirden gideceklerdir. Canlı olarak başka bir dine inanan birisinin canlı olarak şehirde olmasına artık imkan yoktur. Kimi şehirden ayrılır ve yollarda soyulur, kurda kuşa yem olur. Kalanlar ise çoğunlukla görüntü olarak Hristiyan olmuş, evlerinde yada kendi oluşturdukları çevrelerde dinlerine devam etmişlerdir.
Hikaye böyle bitmiyor tabii… Avrupa tarihinden bahsediyoruz. Şehrin ele geçirildiği gün bir bayram olarak kutlanmaya başlanır. Bitmek bilmeyen şölenlerde şarap su gibi akmaktadır, evlerine gidenlere de yolluk niyetine domuz etleri verilir. Ama kilisenin adamları şüphelendiklerini izlemektedir. Her kim aldığı eti yemeden atarsa askerler hemen o evi basar. Ardından Turkomeda ve acımasız engizisyonu çalışmaya başlar.
Müslümanlar, orduların gelemeyeceği dağlık alanlara kaçıp oralarda yerleşimler kurarlar. Bu sırada Türk korsanları ve hatta İstanbul bu insanlara din ayrımı yapmaksızın yardım etmeye başlar. Türk korsanları on binlerce insanı Kuzey Afrika’ya naklederken Katolik devletlerin donanmaları pek limanlarından dışarı çıkmazlar. Bir, iki İspanyol denemesi şimdiye dek görmedikleri tepkilerle karşılaştığı için sürdürülmez. Aydın Reis, Kurdoğlu Muslihiddin ve Barbaros Kardeşler insanları taşımaya devam ederler. Kimi Yahudiler İstanbul, İzmir ve Selanik ‘e kadar getirilir. Endülüslülerin beklediği “Büyük Türk” gelmese de Türkler oradadır artık.
Bu durum pek çok kelime türetti. İspanyolca Mudejar, Arapça Müdeccen hristiyan toprağında yaşayan Müslüman anlamına geldi. Marrano din değiştirmiş Yahudi demek iken Morisko ise Müslümanlıktan Hristiyanlığa dönen Arapları betimlemek için kullanılmaya başlandı.
Araçla direkt Alhambra’ya gidiyoruz. Bu saray kenti parça parça bir yerleşim. Gezilecek yerlere göre farklı fiyat gruplarına ayrıştırılmış. Özellikle Nizari Bahçeleri’ne gitmek için belirttiğiniz saatte orada olmanız şart. Bilet almak için internetten bir, iki ay önce işinizi bitirmenizi öneririm. Rivayete göre kaçak girişler mevcutmuş. 5. Karlos Sarayı’nın oraya girdiğinizde aradan sıvışma imkanınız varmış. Açık söylemek gerekirse eğer rehber sayesinde bilet bulamamış olsaydım burayı deneyecektim. Böyle bir şey yok. Burada da kontrol var. Zaten belirli noktalarda, kapılarda vb bilet kontrolü yapılıyor. Her yeri gezmek için internetten alacağınız bilet kabaca 14 euro kadar. Son dakika bileti internette adam başı 65 euro idi.
İçeri giriyoruz. Saray kompleksinin en eski kısımları buralar. Eskiden bu tepe alelade bir kale iken askeri kısım olarak inşa edilmiş. Buradan havuzlarla ve selvi ağaçları ile bezenmiş bir yoldan ilerleyerek “generalife” kısmına ulaşıyoruz. Generalife arif ‘in cenneti anlamına gelen “cennet-ül arif” kelimesinden türemiş. Rivayete göre bu kısmı kışın kadınlar yazın ise erkekler kullanmaktaymış. Uçtaki saray kısmına gelene dek ekstra bir güzellikten bahsedemeyeceğimiz bir şey. Fakat saray kısmına girdikten sonra mukarnas sanatının en iyi örneklerine denk geliyorsunuz.
Buradan başka bir bahçeye geçiyoruz. Burada uğursuz olduğu söylenen bir ağaç var. 7. Muhammet ‘in karısı sarayda yaşayan ailelerden birisinin oğluyla işi pişirmektedir. Zaten gayet kıskanç olan sultan bir gün bu ağacın altında karısını bir adamla görür ama kimle olduğundan emin olamaz. Bildiği tek şey Abencerrajes ailesinden birisi olduğudur. Bir kaç gün sonra aile tüm fertleri ile beraber saraya yemeğe davet edilir. Hiç biri yemekten dönemez.
Buradan dönüp öteki kısma geçiyoruz. Burada karşımıza çıkan kısım “medina” oluyor. Saray aslında başlı başına bir şehir ve bu şehrin ihtiyaçlarını karşılayan kişilerin yaşadığı ve yaşamını idame ettirdiği yerlerde buralarda. Çoğu yıkılmış, sadece temel izleri kalmış bunlardan. Yıkıntılardan biri yukarıdaki ailenin mülkü. Sarayın eğercisi imiş bunlar.
Yol üzerinde sarayın katedrali ve camisi olan yapı var. Katedrale dönüştürürken güzelliği de törpülenmiş.
Bu kısmın son önemli parçası ise belki tek başına, bağımsız bir yapı olarak inşa edilmiş olsa zarif bir yapı olabilecekken Elhamra içerisinde sırıtan 5.Karlos ‘un sarayı. Dışarıdan masif bir yapı olarak görünen yapının arka tarafı ise yuvarlak ve avlulu.
Sarayın girişe göre elinizdeki biletle ücretsiz olarak girebildiğiniz müze kısmında saraydan geriye kalan son orijinal kapı, Nasri sultanların mezartaşları gibi pek çok enteresan objeye ev sahipliği yapıyor. Ne yazık ki burada fotoğraf çekmek yasak.
Sarayın diğer kısmı ise güzel sanatlar müzesi imiş. Üst katına kadar çıktım. Turla gezmenin handikapları işte. Kafanıza göre takılamıyorsunuz.
Buradan sonra “alkazaba” kısmına geçiş yaptık. Bu kısım anladığım kadarıyla sarayın askeri kısmı. Ferdinand ve İzabel burada çok büyük çatışmalar olacağını düşündüğü için çok büyük bir yığınak yapmış. Bu askerleri gören sultan ise savaşın kanlı geçeceğini ve sonucunun ise başlamadan belli olduğunu görmüş. Şehrin ve halkın korkunç akıbeti yerine gururunu feda etmiş.
Bu kısmın hemen girişinde hayatım boyunca gördüğüm en büyük erguvan ağacı vardı.
Çıktık. Sağlı sollu zarif binaların arasından yokuş aşağıya ilerleyerek ana yola çıkıyoruz. Yol üzerinde devasa bir heykelde İzabel, kocası ve Kristof Kolomb baş köşede. Anlıyorum ki İzabel İspanya için her şey. Doğru zamanda doğru yerde olduğu doğru ama doğru kararları aldığı da yadsınamaz bir gerçek.
Granada’nın daha doğrusu Endülüs ‘ün favorisi “tapas”. Bu bir ana yemek değil. Aslında başlangıçta bir yemek bile değilmiş. Şarap şişelerinin içine sinek, böcek vb kaçmasının önüne geçmek için şişelerin ağzına ekmek parçalarını koymuşlar. Sonra ekmek tek başına yavan gidince yanına başka bir şeyler daha katmışlar.
Barselona’da vb tapas yemek dünya para iken Endülüs’te bu ne içerseniz için yanına ücretsiz olarak gelen bir garnitür. Biz de böyle bir yere girdik, gelen garson çocuğa, müslüman olduğumuzu, domuz etli olmayan bir şeyler getirmesini istedik. Bize gelen tapaslar Amerikan salatasını andıran bir görünüme sahip ama yanlarında ekmek olmayan her biri avuç içini doldurabilecek büyüklükte mezelerdi.