Ne yapalım, nereye gidelim diye düşünürken aniden çıktı bu gezi. Elbette planlarımız içerisinde vardı. Fakat Sakız Adası ve İzmir gezisi işi suya düşünce bari bunu yapalım dedik. Yaptık da.
İznik ‘e nasıl gidilir sorusunun cevabı az sayıda insanın yazdığı İznik gezisi notlarında keşfedemediğim bir soruydu. Millet motorla, özel araçlarıyla varmıştı buraya. Resmi internet sitelerinde gelişler hep özel araca göre anlatılmıştı ve diğer sitelerin hemen hemen hepsi de kopyala yapıştır mantığı ile aynı yazıyı yayınlamakta. Şansıma İznik minibüsçüler kooperatifinin sitesini buldum. Kalkış saatleri ve rotaların çizili olduğu bir harita sitede mevcut. Oldukça yeterli bence. Tanınmış firmaları aradığımda ise sadece Metro ‘nun akşam tek bir seferi var. Sinop gibi güzel ama nedense ulaşımsız bırakılmış gibi.
İstanbul’dan iki rota söz konusu. Bursa yada Yalovaya denizden gelip minibüslerle İznik ‘e gidilebilir. Biz otobüsle Yalovaya dek geldik.
İstanbuldan Kamil Koç ‘un sabah 8 ‘de kalkan aracı ile yola koyulduk. Çocukların görsel hafızası büyüklerden daha sağlıklı. Oğlan otobüsü görür görmez “Kuşadası’na mı gidiyoruz?” diye başladı. Ben çoktan unutmuşum geçen sene ne ile gittiğimi Kuşadası’na. Kamil Koç ‘un koltuklarındaki ekranlarda film seçenekleri oldukça fazla. Kategorize edilmiş film tipleri içerisinden seçim yapılabilir. Oyunları ise sadece bir kart oyunu ile benim çocukken amcamın bilgisayarında oynadığım bir oyuna sahip.(15 TL) Yolculuk iki saate yakın sürüyor.
Yalova garının kapısında adamlar hemen soruyor. İznik ‘e giden araçlar her saatin on geçesi İDO iskelesinden kalkmakta ( 7,50 TL). Yaklaşık on, on beş dakika sonra otogara uğruyor. Biz bindiğimizde sadece iki kişilik yer şansımıza boştu. Yolcuların büyük çoğunluğu Orhangazi’de indi. Biz de oğlanı boş koltuklardan birine sepetliyoruz.
Orhangazi’den sonra sağlı sollu tarlaların, bahçelerin içerisinden ilerliyoruz. Solda verimli toprakların hemen ardında yüksek dağlar fonu tamamlamakta. Göl ise sislerin ardında gayet solgunca çıktı karşımıza ilkin. Hava nemli, boğucu, güneşin fırsatını bulsa anamızdan doğduğumuza pişman edebileceği gibi olacaklara gebe.
Önce ilerilerde bir İtalyan şehrinin kulelerine benzer çıkıntılar görülüyor sislerin arasında. Eşim biraz daha yakındaki top ağaçları baz alıp onlarında ağaç olduğu konusunda ama iddialıyım. Sis mistik bir hava veriyor. Sanki zaman tünelinin içerisinden bir ortaçağ şehrinin kapılarına geliyorum.
Şehir tam bir Roma kenti. Haritalara baktığınızda şehrin tam bir haç şeklinde olduğunu görebiliyorsunuz. Bu dini bir anlama sahip değil. Romalılar yeni bir garnizon kurduklarında şehri önce birbirini kesen iki cadde ile şekillendirmeye başlıyorlar. Kesişim noktasında bir kışla ve birde tapınak yerleştiriyorlardı. Hristiyanlığa geçişle bu tapınak kilise olmaya başladı. Bu kilisenin adı da eğer şehir İznik gibi önemli bir merkezse Aya Sofya oluyordu.
Neyse, minibüs önce şehrin dört ana girişinden biri olan İstanbul kapısından giriş yaptı. Yine Romalılardan bize geçen bir gelenek daha. Eğer şehrin kapıları başka bir önemli kente ulaşan yolun başlangıcıysa kapı yolunun gittiği kentin adını almakta. Halep’teki Antakya Kapısı, İstanbul’daki Belgrad Kapısı gibi. Giriş yaptığımız kapının yıkıntılar arasındaki mermer parçalarının çokluğu ve büyüklüğü bir zamanlar sahip olup da yitirdiği ihtişamı için akıl veriyor. Halbuki Siena da onarılmış kapılardan şehre giriliyordu. Belki küçük bir detay, belki Siena’ya giren insanların çok küçük bir yüzdesi bunun farkında. Ama bu tip detaylar üst üste sıralandığında sıradan bir şehri bile turistik bir cazibe merkezi haline getirmekte.
Bir zamanlar ismi Via bilmem ne olan yolun adı günümüzde Atatürk Caddesi. Araçla cadde üzerinde ilerlerken önce yolun solundaki 1. Murat Hamamı’nı ardından şehri kesen diğer ana cadde olan Kılıçarslan Caddesi ve Aya Sofya’yı geçip kısa sürede otogara varıyoruz. Yarını organize edebilmek için çevre kasabalara gidişi soruyoruz. Yalova’ya, Osmaneli’ye, Bursa ve Yenişehir’e çeşitli saatlerde seferler var.
Daha sonra Bitinya’nın bir parçası olur. Devletin paraları burada basıldığından “Altın Şehir ” olarak da anılır. Fakat Roma fırtınası burayı da etkisi altına alır ve şehri ele geçirir. Fakat şehir öneminden bir şey kaybetmediği gibi yaklaşık beş km uzunluğunda surlarla çevrilir. Burası Bizansla beraber büyür ama bu kez doğudan gelen başka bir fırtına, Selçuklular 1071 ‘ de Bizans imparatorluk ordusunu Malazgirt’te alt ettikten sonra kısa sürede şehri ele geçirir. Artık Selçuklu Türklerinin başkentidir.
Başkent olmuştur olmasına ama dönem öyle karışık ve çalkantılıdır ki bu süre çokta uzun sürmez. Genç Kılıçarslan başarılı seferler yapar çevreye ama uzaklardan alışılmadık tarzda kalabalık bir ordu gelir. İlk kalabalık Yalova’da yok edilir. Öyle ki kaynaklara göre 30,000 kişi yarım saatten kısa sürede etkisiz hale getirilmiştir. Ama esas birlikler gelince işin rengi değişir. Haçlılar şehri kuşatır. Kuşatma uzadıkça kuşatanlar ittifak halinde oldukları Bizanslı Rumların şehirlerine de saldırırlar. Yapılan vahşet öyle dehşetlidir ki kuşatılanların da içini korku kaplar. Haçlıların nihai saldırısından önceki gece Bizanslılarla anlaşan Selçuklular şehri Bizans generali Tarkanoides ‘e ( Türk kökenli olduğu tahmin edilmekte) teslim ederler. Bu Haçlılara atılan büyük bir kazıktır ki bunu unutmayacaklardır.
Yüz yılı aşsa da Haçlılar bu kazığı unutmaz. Benzerini İstanbul’u ele geçirerek yaparlar. Prenslerden biri İznik’ e sığınır ve burada bir devlet teşkil eder. Haçlılar birkaç kez kuşatsalar da şehri alamazlar. Villeheurdin bu kuşatmalardan bahsederken Aya Sofya Kalesi’nin çok güçlü olduğundan bahseder.
Osmanlılar şehri iki sene kuşatır ve alırlar. 1331‘de Orhan Gazi şehri alır.
Önce Aya Sofya’ya doğru yürüdük. Birkaç tur otobüsü de gelmiş, çok sayıda genç yapının etrafında. Turizm ofisi de burada ama içinde kimsecikler yok, kapısı da kapalı zaten. Yandaki parkta bir lahit ve birde stel var. Steli okuduk Hristo Hristos adlı birine aitmiş.
Aya Sofya’nın vakti zamanında epeyce büyük bir yer kapladığı aşikar. Zaten yapının doğusunda, dışarıda koruma altına alınmış mozaikler ve apsis alanına ait tuğla kısım görülebilmekte. Simetri gereği bunun batı tarafında da olması gerekirken orada bir iz yok. Yapı şu an parka göre 1,5-2 yola göre 4 m. den biraz fazla kot farkına sahip. Yapının pencere boşlukları camlarla kapatılmış.
Kapıdan içeri baktık. Müzekart geçmemekte. Giriş 3 TL. Yerli iseniz bu fiyat. Yabancılardan 7 TL alınmakta. Kapıdan içeriye kafamı soktum. Girişte hemen aşağıda mozaikli bir alan var.
Sahile gidip soluklanmak için Kılıçarslan Caddesinden sahile doğru ilerledik. Göl Kapısından pek bir şey kalmamış. Gölün suları kirli. Daha doğrusu doğal bir kirlenme bu. Çamlardan ve diğer ağaçlardan dökülen polenler, kurumakta olan yosunlar suya bulanık bir görünüm vermiş. Halbuki bu tamamen işgüzar bir zihniyetin sonucu. Gayet verimli ve temiz bir göl olan İznik’e 80 ‘li senelerde diğer pek çok göle de yapıldığı gibi gölün habitatında olmayan, yabancı türler getirilir. İznik’e gelen etçil bir gümüşbalığı türüdür. Hayvan gölün baskın topluluğu olan sazanların yumurtalarını yer. Böylelikle otçul sazanlar yok oluş sürecine girince besinleri olan yosunlar ise engelsizce çoğalmaya başlar.
Senato sarayı Hristiyanlık tarihinde çok önemli bir yere sahip. Konsül toplantısının yapıldığı yer burası. Günümüzde sahil surlarının kuzeye doğru dönüş yaptığı yerde, deniz kıyısında 325 yılında temelde Ariusçularla Atanasiusçular arasındaki fikir ayrılığı üzerinde bir karara varılması için toplanıldı. Arius‘a göre Tanrı dünya yaratılmadan önce yaratılmıştır, Atanasius ‘a göre ise İsa ta varoluştan beri vardı. Bununla beraber Paskalya gibi pek çok unsur bu konsülde resmen Hristiyanlığın içerisine alınmıştır. En önemli karar ise bizzat Büyük Konstantin tarafından burada Hristiyanlığın Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak ilan edilmiş olmasıdır.
Günümüzde konsülün yapıldığı alanda sahil tarafında ince tuğladan yıkık dökük bir duvar bulunmakta. Kahverengi bir levhanın üzerinde yazıyor olmasa bulunması mümkün değil. Hoş, son yıllarda “Da Vinci Şifresi” kitabında yazmasa hatırlayana pek olmazdı gibime geliyor.
787 ‘de gene İznikte ama bu kez Aya Sofya da 7. Konsül olarak anılan bir konsül yapılmıştır. Bu gerek Roma gerekse İstanbul tarafından kabul edilen son ortak konsül olup ikonoklasma sona erdirilmiştir.
Arada Yenişehir Kapısı’na gelmeden bir giriş daha var haritaya göre. Sahildeki kadınlara eşim yolun tiyatroya çıkıp çıkmadığını soruyor. Geçmiş tecrübelerim duymamış olduklarına dair. Yanılıyorum. Ne güzel, ülkemde yaşadığı yerde ne olup olmadığını bilen insanlar da varmış. Yakıcı güneşin altında ilerliyoruz. Burada bir kapı daha var. Yüksek duvarlarda yer yer ama ağır hasarlar göze çarpmakta. Kimi yerlerde büyük kesme taş kütleler var. Ama kapıyı geçip de arkasından baktığınızda yapının orijinal halinin ne denli yüksek ne denli heybetli olduğu konusunda az çok bir fikir sahibi olabiliyorsunuz.
Az sonra tiyatronun olduğu sokağı görüyoruz. “Tiyatro Sokağı ”. Biraz ötede iş yapan bir adama sormuş, adamda işini gücünü bırakıp bize yolu tarif etmişti. Meğer yolumuzun üstündeymiş. Bir zamanlar -ki bu zaman imparator Trajan zamanı olmakta- yörenin en büyük tiyatrosu. 15,000 seyirci kapasiteli imiş. Bir zamanlar sahip olduğu zenginlik sağda solda gerek toprak gerekse otların arasında kalan yerlerdeki mermerlerin üzerindeki işlemelerde saklı adeta. Oysa şimdi seyircilere ait sıralar bile neredeyse belli belirsiz. Bunda Bizans döneminde tiyatronun taşlarının surların güçlendirilmesi için kullanılmasının da büyük payı var. Bu alan Bizans’ın şehirdeki son yüzyılında mezarlık, Osmanlı zamanında ise çiniler için hammadde üretilen bir alan olmuş. Şimdiyse tüm benzeri yerlerde olduğu gibi içki şişelerine vb ev sahipliği yapıyor.
Tiyatro sahnesi epeyce çamurlu bir alanda diye oğlanı tribünün kenarındaki sağlam bir yere çıkartıyoruz. Şiirimsi konuşmasını yaptırıyoruz. Geçip geçen küçük çocuklarda bizi seyrediyor. Ardından tribünün en tepesine çıkıyoruz. Her taşın üstü kertenkele dolu. Yukarıdan minnacık görünen eşim küçük bir çocuğun uçurtma uçurmasına yardım ediyor. Yere indiğimizde çocuğun uçurtmasının yandaki çalılara dolandığını görüp geçiyoruz. Bir yandaki yolda gelini almak için bekleyen bir kalabalığı yarıp ilerliyoruz güç bela. Kız tarafıyız, erkek tarafıyız diye girelim diye düşünmüyor değiliz ama gezecek çok yer var daha.
İlkin Hagios Tryphon kilisesini bulmaya çalışıyoruz. Atatürk Caddesi’nin üzerinde ama bir iki tuğla duvarı duran bir yapı burasıda. Moral bozucu , can sıkıcı bir durum. Bari karnımızı doyuralım diyoruz. Cadde üzerinde “Köfteci Yusuf ” var. Oldukça hesaplı ve çok lezzetli köftesi var. Köfte ile beraber verilen biber sosu çok lezzetli. Piyaz tabağı gayet dolu. Ayranlarına ise laf yok. Mutlaka uğranılması gereken bir mekan. Paranızın her kuruşunu hak ediyor. Yalnız epeyce kalabalık oluyor ve masalar genelde önceden kapatıldığı için istediğiniz yeri kapamama durumu söz konusu olabiliyor.
Caminin tek kubbesinin üzerinde büyücek bir leylek yuvasındaki leylek ve yavrusu ise yaşayacağımız ilginçliklerin başlangıcıydı sanırım. Önce bir araç durdu ve yuvayı fotoğrafladığımız için bizi kutladı. Muhtemelen bizim saçlardan, hanımında boyundan dolayı bizi turist sandılar.
Ardından Kılıçarslan Caddesinden müzeye doğru yola koyulduk. Önce bir kalabalığa karıştık. Kermes gibi, kadınların yaptığı, ürettiği eşyalar yada gıda malzemeleri satılmaktaydı. Eşrefzade Camii’ne uğramak için köşeyi dönmüştük ki şehrin en eski Osmanlı yapısı camii olan Hacı Özbek Camii’nin önünde bize bakan ihtiyarlara denk geldik. Selam verdim ayaklandılar. Bir şey dediler anlayamadım. Eşim “pilav varmış” dedi neyse ki. Adamlara tok olduğumuzu söylüyorum, dinleyen yok. Gerçekten tıka basa doymuşuz. Ama adamlar ısrarcı. Karı koca kendimizi bir anda pilav kazanlarının önünde bekleşen çocukların arasında buluyoruz. Adamlara ısrar ediyorum bari az koyun diye. Tavuklu pilavları alıp oturup yiyecek bir yer arıyoruz kendimize. Herkes yer veriyor. Yaşlıca bir adam gelip çocuklar kirletti oraya oturmayın diyor. “Haybeye mi oturduk baba şimdi tertemiz oldu “ diyorum ; “Allah iyiliğini versin yeğen ” diyor gülerek. Öteden biri iki ayran kapmış bize ikram ediyor. Rüya gibi. Kuran kursunun hatim pilavı imiş. Helalleşip, teşekkür edip ayrılıyoruz aralarından. Tekrar buradan teşekkürlerimizi, selamlarımızı gönderiyorum hepsine, tüm İznik’e. Allah tüm dualarını kabul eylesin.
Eşrefoğlu Camii ve batısındaki sandukaların önünden sağa dönüp Nilüfer Hatun imaretine yani günümüz İznik müzesine doğru ilerliyoruz. Ters T tipinde, Bursa’da örneklerine sıklıkla rastlamamızın mümkün olduğu bir yapı burası.1388 ‘te Sultan 1.Murat tarafından annesi adına yaptırılmış. 19.yüzyıl sonrasına dek imarethane olarak görevini yerine getirmiş ama kasabayı işgal eden Yunanlılar tarafından tahrip edilmiş. İznik gibi tarihte büyük bir öneme sahip bir yerleşim için oldukça zayıf bir müze burası.
Yenilediğimiz müze kartlarımız ile giriş yapıyoruz. Kartınız yoksa giriş 3 TL. Bahçe girişinde bir iki lahit, şteller dikkat çekmekte. Özellikle sol tarafta çok güzel bir lahit bulunmakta.
Müzenin girişinin sol ve sağ yakalarında özellikle çini eserler sergilenmekte. Ana kısımda ise sikkeler, gene şteller, bir lahit ve çeşitli parçalar mevcut. Burada civar tümülüslerde bulunan örnekler hakkında açıklamalar asılı. Sıklıkla, küpler içerisinde, katlanmış durumda cesetler bulunmuş. Bunlardan bir tanesi de müzede sergilenmekte. Kısa sürede etrafı geziye gelen ilkokul çocukları ile sarıldı. Burada girişe göre sağ tarafta çok güzel bir kapı kenarı süslemesi var. Mükemmele yakın.
Tekrar bahçeye çıktık. Müzenin arka tarafında sol tarafta mezartaşları, tam arkasında hristiyan mezar taşları ve sütunlar yer almakta. Taşların önemli bir kısmında Sezar (Caesar) yazmakta. Fazla bir şey çeviremedim. Sanırım tarih koymak için dikilmiş olmalı. Diğer tarafta da gene şteller mevcut. Çok kaliteli işçilikleri olan örneklerde mevcut. Özellikle Medusa ‘nın öldürülmesi sahnesinin olduğu taş, hayvan kafası şeklindeki su olukları görmeye değer.
Yapının doğusunda yine devşirme malzemenin kullanıldığı küçük, şirin eski mi eski bir camiye bakıyoruz. Şeyh Kudbettin Camii burası.
Şimdiki hedefimiz bu meydanın köşesindeki Yeşil Camii. Bu caminin en dikkat çekici yanı tamamen çini kaplı minaresi. Turkuaz, siyah ve kahverengi-kırmızı parçalar birbiri ile geometrik şekiller oluşturacak şekilde birleştirilmiş. Zevk meselesi ama göz yoruyor. İçerisine girdim. Beyaz badananın neleri sildiğini bilmek mümkün değil. Mermer mihrap, ve duvarı çevreleyen mermer panolar zamanında buraya oluk oluk paranın aktığını göstermekte. Çok kalmadım çıktım. Yapının ana giriş kapısı etki tarz tapınakları andırmakta. 1378 ‘de Mimar Hacı Musa tarafından Halil Hayrettin Paşa’nın emri ile yapımına başlanan cami 1392 ‘de tamamlanmış. Tek kubbeli camilerin en güzellerinden birisi olarak kabul ediliyor.
İmaret, Yeşil Cami ve cadde arasında küçük bir meydan var. Biz burada hediyelik eşya satan dükkanlarda İznik magneti ararken orada da sahne kuruluyordu. Dükkancı aradığımız İznik magnetini bulamayınca başka dükkanları önerdi bize halbuki ben İznik anahtarlığı alıp da mıknatıs yapıştırıp magnet haline getirilebileceğini söylemişken. Fatih ‘in tebdili kıyafet çarşıya inip de dükkanlarda alışveriş yaparken benzeri bir duruma denk gelmiş olduğu hikayeyi hatırladım. Kendi malını bir şekilde bana satabilecekken başka bir satıcıya yönlendirmeleri hala bir şeylerin kaybolmadığını göstermekte. Kaybolmaz da inşallah.
“Lefke Kapısı’na gidelim” diyorum eşim “nasıl olsa yarın oradan geçeceğiz” diyor. İkna ediyorum. Köşede bir yıkıntı var. Haritaya göre özel hamam. Ben özel hamam yıkıntı olmaz diyorum. Eşim diretiyor. Sonuçta haklı çıkıyor. Suyu bitmiş, kendi yıkılmış. Viran bir yapı
İlerliyoruz kapıya doğru caddeden. Solda Çandarlı İbrahim Paşa ‘nın türbesinden kalanlar restore edilmekte. İznik’te Çandarlı ailesinden kalan çok şey var. Özellikle Lefke Kapısı’na yakın yerlerde. Ama isimleri ve yıkıntıları dışında pek bir şey kalmamış nedense. Burada cadde kenarındaki evlerde hatta caddenin kendinde gayet sakin bir yapı, bir hava var.
Kapı gayet zarif. Baba oğul içeri dalıyoruz. Kapı girişinin sağında sonunda odacıklar yada daha doğrusu bölmeler var. Soldakine giriyoruz. Güzel işlemeleri olan duvarın karşısındaki kirişte Yunanca yazılar var. Müzedeki Latince ortamdan sonra epey zorlu geliyor. Yıldız’ı çağırıyorum okuması için. TO SEBASTO yazıyor. Sebasto birisi mi yoksa Sivas ismi ile aynı kökenli bir başka yerleşim mi şimdilik bilmiyorum. Ama Lefke yada Leukea yazan bir satıra dahi denk gelemememin hayal kırıklığını yaşamadım diyemem. Yıldız bir de sanatoryum yazısı okudu ama haritada sanatoryum yada hastane tarzı bir şey görebilmiş değilim.
Kapının girişinde merdivenle çıkılan bir odacığa çıktık oğlumla. Çıkarken kapının eşiğindeki demire ayağını kötü çarptı. Ağlamak ile ağlamamak arasında gidip gelirken kapının orada fotoğraf çektirme bahanesi ile konuyu dağıttım. Kapının sağında ve solunda ikonaların konulacağı bir kaç niş var. Kim bilir zamanında bu kapı ne kadar da güzeldi.
Yine kapı civarında hediyelik satan biriyle lafladık. Sur dışındaki Abdülvahap Sancaktari türbesine 10 TL ‘ye gidip gelinebileceğini söylüyor. Oradan Topkapı Çınarına doğru yollandık. Sakin sokaklarda yürüdük. Burada kapı numaraları bile çini işlemeli plakalar ile gösterilmekte. Belediyenin zarif bir uygulaması. Burada çöp kutuları bile çini işlemeli gibi. İnsanın içine çöp atası gelmiyor doğrusu. Bir çınar gördük. Tahminlerimize göre Nilüfer Hatun imaretinin arkasındaki alanda olmalı idi.
Eşrefzade Camiinin önündeki banklarda soluklanıp sahile doğru gidiyoruz. Yorulmaya başladım. Artık gerçekten paslanıyorum. 1.Murat Hamamı’nın yanında su içerken kot farkından dolayı aşağıda kalan kısımdaki düzgün taş yola gözüm takılıyor. Tipik Roma yolu. Hamama bakarken hediyelik eşya satan dükkanlar olduğunu görüp Yıldız’a sesleniyorum.
Dünümüzdeki kara yolunun daha doğrusu Atatürk Caddesi’nin yaklaşık dört metre kadar aşağısında gerçek yol var. İlginçtir şu an bir nevi müze gibi kullanılan hamamın giriş kapısı da eski Roma yolunun hizasında. Kim, hangi amaçlı yolu bugünkü seviyesine çıkarttı Tanrı bilir.
Buradaki hediyelik eşya satan dükkandan bizimkiler bir şeyler seçerken ben her zamanki gibi dükkancı ile konuşuyorum. Adam elime bir İznik kitapçığı tutuşturuyor. İngilizce ama işimi görür. Turizm bürosu kapalı olduğundan temin edememiştim. Şehir hakkındaki düşüncelerimi soruyor içimden gelenleri ve dileklerimi söylüyorum bende. “Barındırmayız” burada diyor haşere tayfası hakkında. Başka parçalarda gösteriyor satmak için. Gönül almak istiyor hatta kırmızı bir fincan takımı var ki parasından bile geçtim ama nakliyesi yok mu. İşte o beni caydırıyor.
Yalova’ya giden yolun çıkış yaptığı surların dibinde sahile çıkıyoruz. Şiddetli bir rüzgar var ama dinlenmek için oturduğumuz banktan kalkamıyoruz bir türlü. Göl dalgalı. Ben biraz panoramik çekim yapmaya çalışıyorum. Sonra kalkıp yine hediyelik eşya yapan standlarla takılıp biraz daha bir şeyler alıyoruz. İlerilerde gölde iki kanoda çocuklar dalgalarla boğuşuyor. İzci çocuklar müzeden sonra burada da karşımıza çıkıp yanımızdan yürüyüp geçip öylece yollarına devam ediyorlar. Sahile bakan kafeler, çayhaneler dolmaya başlamış. Biz de önce sabah eşimin kahve içtiği dükkanda çay içmek için oturuyoruz. Oğlum çoktan arkada tavla oynayan kişilerin yanına gidip onlara laf yetiştirmekle meşgul. Çok durmuyoruz. Amacımız yemek yemek daha doğrusu “yayın şiş” i tatmak.
Kılıç balığının şişini yedikten sonra balıktan da pekala çok iyi şiş yapılabileceğini öğrenmiş bulunuyorum. Siparişimizi veriyoruz. Kısa bir süre sonra bir tabakta dört iri parça yayın balığının takıldığı iki şiş, domates, biber ve salatası geliyor. Balık yağlı, üzerine çeşni versin diye zeytin yağı da katılmış. Ayrıca koku versin diye defne yaprakları da şişte yerini almış. Adadan, Rumlardan bildiğim ama haz etmediğim bir gelenek bu balıkta defne yaprağı katmak. Defnenin kokusu ve tadı en yakınında ne varsa onu ezer geçer. (Defne yaprağını mangalın üzerine atın; o yapraklar öyle çıtır çıtır yanar öyle bir koku yayar ki) Onun dışında bir parça tavuk şişi andırıyor. Ama daha yavan, daha gevşek bir tadı var. Ama salata oldukça iyiydi.
Yemekten sonra bitişikteki otelimize geçerken güneşin yavaş yavaş indiğini görüp gün batımı çekmeye çalışıyorum. Bu sırada yoldan insanlar, bisikletliler dünyan hiçbir derdi kendilerine tesir etmiyormuşcasına yürüyüp gidiyorlar. Güneş iyice aşağıya inince bende çekip gidiyorum.