Bugün serbest zaman. Karadağ ‘a geçip Unesco listesinde yer alan Kotor ve Budva şehirlerini gezeceğiz. Bu gezi tek başına da yapılabilir. Fakat rehber kitaplarda yer alan “sınır geçişlerinde problem oluyor, otobüs değiştiriliyor” vb tarzı uyarılar nedeniyle değmez diyoruz. Ama vaktiniz varsa sabahtan otobüsler erkenden Kotor ‘a Dubrovnik ‘teki gardan yaklaşık 11-12 euro ‘ya gidiyorlar. Kotor ve Budva arasında ise 4 euroya saat başı ulaşım mümkün.
Yolda Dubrovnik ‘i tepeden gören bir noktada fotoğraf molası veriyoruz. Rüzgar kuvvetli, hava kapalı ve koyu renkli bulutlardan kendini kurtaran tombul yağmur damlaları kimi zaman hedefini buluyor. Yapacak bir şey yok manzaranın tadını çıkarıp fotoğraf çekiyoruz bizde.
Kısa zamanda Hırvat sınırına varıyoruz. Güzel sahiller var. Ama görünen o ki buralarda yakın zamanda modernleşecek. Kimi köylerde bakımsız, boş binalar var. Komünist dönemde devletleşen araziler rejimin çöküşünün ardından eski sahiplerine iade edilmişse de şimdi iyi kullanılamamakta. Ayrıca civar ormanlarının yangınlardan oldukça etkilendiği görülüyor. Bosna sınırına dek uzanan tepeler ya kayalıklarla ya makilerle kaplı.
Sınırda bekliyoruz. Önce sınırdan çıkış yapılacak. Sarışın, oldukça güzel bir bayan polis otobüse girip pasaportları kaşeliyor. Her şey mükemmel. Pasaportta Suriye vizesinin olduğu sayfaya basıyor çıkışı. Sadece eşimin Yunan pasaportu ilgisini çekiyor. Epeyce bir kabına bakıyor ilk kez görmüş gibi. Sonra içine bakmaksızın ona da mührü basıyor. Artık çıktık.
Ara bölgede çok az ilerliyoruz. Duty free ‘ler kapalı. Ne zamandır yolun kenarında Euro bölgesine geldiğimizi gösterir işaretler yer almakta. Karadağ her ne kadar (şimdilik) Avrupa Birliği’ne girmediyse de parasal açıdan girişi yapmış durumda. Burada da fazla vakit kaybetmeksizin sınırı aşıp ilk benzincide mola veriyoruz. Burada tuvaletler ücretsiz ve şaşırtıcı derecede de temiz. Daha düzenli gibi görünen, daha yeşil bir ülkede gibi görünüyor bu ülke.
İlk önemli yerleşim Herseg Novi. Akdeniz tarihinde daha çok İtalyanların verdiği isim olan Castelnuovo (Yeni kale) ile hatırlanmakta. Bizim için önemli bir mekan burası. Kanlı Kule diye anılan kalesi ve Osmanlı yapısı saat kulesi görülebilir. Burayı ilk kez 1482 ‘de ele geçirmişiz 1382 yılında Bosna kralı tarafından kurulan şehri. Şehir 1687 ‘ye dek aradaki bir yıl hariç bizde kalır. Bu süreç Türklerle karşılaşan pek çok Avrupa şehrinde olduğu gibi efsaneler,rivayetler bırakır ardında hala hatırlanan… Mesela bizimkiler geldiğinde direnişçiler Türk ordusunun komutanına düello teklif etmiş. O da “düello yok” demiş. Bunu dediği yer Yok Meydan (jok megdan) olarak anılıyor artık. Mücadele o denli kanlı geçmiş ki meydandaki pınar kanla kaplanmış. Türkler bu kaynağa “Karaca” demişler. Bunu yerli halkta kullanmış. Haddi hesabı olmayan söylenceye, efsaneye konu olan Türk döneminin sonrasında Venedik, Avusturya, Rusya elinde lastik top gibi gidip gelen bir süreç başlamış. Elindeki kaydı 1685 ‘li yıllara dek inen bir arşivi de var şehrin.
1664 ‘te Evliya Çelebi’nin de yolu düşmüş buralara. Her milletten korsana yataklık ettiğini yazmış.
Günümüzde güzel plajları olan ve Ruslar tarafından satın alınan evleri, şuursuz yapılaşmayı ve yol kenarında sıklıkla görülen palmiye ağaçlarını aşarak yolumuza devam ediyoruz. Yol boyunca yer yer küçük yerleşimler göze çarpmakta. Rehberimiz yöre halkının savaş sırasında sınırı aşıp yağmacılık yaptıklarından bahsetti. Aslında hiç bir iş yapmadıklarından olsa gerek bu kampanyaya katılmış olmalılar. Tüm yol boyu sağlı sollu daireler pansiyon olarak kiracı beklemekte. “Sobe” yazan daireler kiracılarını beklemekte. Sağda dingin,sessiz bir şekilde uzanan Kotor Körfezi, solda sıklıkla yol kenarındaki panolarda işaret edilen manastır ve kiliseye ev sahipliği yapan ormanlık yüksek tepeler… Koyu gökyüzü içinde pesimist bir atmosfer sunuyorlar. Virajlı yol bazılarını rahatsız etti.
Perast ‘a doğru bir fotoğraf molası daha verdik. Denizde iki ada var. Ağaçlıklı olan doğal bir ada. Diğeri ise insanlarca rivayete göre 200 yılda oluşturulmuş. Buna bağlı iki rivayet daha var. Birinde denizciler bir fresk bulurlar suda ve hemen demin bahsettiğim doğal adadaki kiliseye getirirler. Ertesi gün fresk kaybolur ve yine suda aynı yerde bulunur. Bu durum defalarca tekrarlayınca buraya bir kilise inşa etmeye karar verirler. Önce içi taş dolu dokuz gemi batırılarak adanın temeli oluşturulur. İki yüz yıl boyunca taşlar atılarak ada ortaya çıkarılır. Diğerinde ise burada bir kayalık vardır. İyi niyetli bir genç kız gemiler karanlık gecelerde bu kayalıklara çarpmasın diye elinde fenerle geceleri kayalıklarda bekler. Ama kimi kişiler kızın gemicilere işmar ettiğini düşünür.
Perast da güzel bir yerleşim. Çok sayıda kiliseye ait çan kulesi sahil boyunca sıralanmakta. Burada da deniz içerisinde çok sayıda midye üretim çiftliği var.
Nihayet Kotor ‘a varıyoruz. Güneşte yüzünü gösteriyor artık. Kotor, sırtını ardında yer alan dağa vermiş, sahil kıyısında minyatür bir Dubrovnik. Venedikliler tarafından inşa edilmiş surlarla sarılı şehre girmeye olanak veren kapıda “Başkalarına ait olanı istemeyiz ama bizim olanı da teslim etmeyiz” anlamına gelen sözü yazmakta.
Kapıdan girdiğinizde küçük bir meydan alışıldığı üzere sizi karşılıyor. Adı silahlar meydanı. Burada iğreti bir saat kulesi ve önünde de suçluların cezalandırıldığı piramidimsi bir kaide var. Burada cezalar tokatlama, çürük nesneleri atmak şeklinde gerçekleşiyormuş. Zamanında cephane, valinin malikhanesi ve savunma kulesi gibi yapılarada sahip kafelerle bezeli meydandan sağa doğru giderseniz bir başka meydana daha ulaşıyorsunuz. Yol üzerinde ve özellikle bu meydanın çevresinde şehrin önde gelen ailelerine ait saraylar bulunmakta. Saray biraz değil epeyce iddaalı bir kavram. Tam karşılığı malikhane olabilir bence. İlk gördüğünüz Beskuca Sarayı. Dar bir sokakta olduğundan kapısının üzerindeki zarif mermer süslemeler olmasa fark edebilmeniz mümkün değil. Biraz ötedeki daha genişçe bir alanda bulunan Pima sarayı daha dikkat çekici haliyle. Epeyce kararmış zamanın izlerini yansıtan bir yüzü var. Tüm bu zengin aileler deniz ticareti ile sahip olabilmişler bu yüksek yaşam standardına.
Meydanda en belirgin yapı şehrin katedrali olan ve meydana da adını veren 1166 yılı yapımı Aziz Tryphon Katedrali. İçerisini gezmek 1,5 euro. İki çan kulesine sahip kilise iyi bir restorasyondan geçmiş. Aziz Tryphon aslında ayyaş bir kişi olarak biliniyor. Günün birinde bağlarına doğru yürürken karşısına Meryem Ana çıkmış. Tryphon da bunun sonucunda kendini şarap dünyasından inanç dünyasına yöneltmiş. Meydanın etrafında, güzel bir yapı olan Drago malikânesi ve belediye binası yer almakta. Ayrıca bir sonraki meydana (Sn. Luka Meydanı) giden yolda şehir arşivini, dedikodu meydanı denilen küçük alandaki su kuyusunu da görebiliyorsunuz. Ayrıca şimdilerde Denizcilik Müzesi olarak kullanılan Grigurana malikhanesi de burada.
Fazla bir vaktimiz yok. Tur kısa sürüyor olsa da şehrin manzarasını seyredebilmek için tepeye çıkmak gerekli ki buda epeyce dik bir yokuşu çıkacağız anlamına gelmekte. Önce Sırp kilisesine girdik. Aziz Nikola Kilisesine merakımdan girdim. Daha önceden Sırp kilisesi gezmediğim için farkı bulmaya çalıştıysam da yeni boyanmış beyaz badanalı kiliseden bir şey anlayamadım. Zaten Bizans kilisesinden bozma imiş. İlginç olan kiliseye yardım için toplanan paranın öyle ortalarda duruyor olması oldu. Ortada epeyce para vardı ama bir Allah’ın kulu da birazını alayım demiyor. Benzeri bir ilginçlikte şehri turlarken karşımıza çıktı. Adam evinden çıkıyor, sokaklar ana baba günü. Kapısını çekiyor ve anahtarı kapının yanındaki duvarın bir aralığına sokuşturuyor. Çok mu dürüstler, hırsızlık hiç mi yok, cezalar mı ağır, İtalyan turistte mi gelmiyor diye cevapsız soruları sorup yukarılara ilerliyoruz.
Kasaba çok ama çok küçük olmasına rağmen üstteki mahalleler biraz daha fakirce. Dubrovnikten alışageldiğimiz, pencereden balkondan sarkan türlü renkteki pılı pırtı, don gömlek ,envai çeşit çamaşıra da gözlerimiz alıştı. Bizim Saint John yerlilerin Sveti İvan dedikleri kaleye çıkan yolun başlangıcında pek zarif olmasada sevimli bir tak kapı görevi üstleniyor. Bu tak şehrin en eski eczanesini de simgelemekte imiş. Yanında bulunan Grubonja sarayı 1326 yılında yapılmış. Arnavut kaldırımı döşeli yolların kenarları basamak halinde döşenmiş. Dar sokaklar serin,loş. Ama ayrı bir havası var. Yere döşeli taşların arasında fışkıran yemyeşil çimenler hoş bir kontrast oluşturuyor.
Şehrin kalesine dek çıkmaya üşendim. Vakit yokluğu, açlık ve ağırlıklı olarak üşengeçlik gibi etkenler ağır geldi. Bununla beraber şehrin tarihini inceleyince üşengeç davranmayan çok millete denk geliyorsunuz. Romalılar tarafından kurulup Bizanslılarca geliştirilen şehir 840 ‘da Araplarca yağmalanmış. Bulgarlar, şunlar bunlar derken şehri en uzun süre yönetip kültürünü de yerleştiren Venedikliler olmuş. Bu arada defalarca bizim korsanlar tarafından da saldırılara maruz kalan kent 1538- 1571 ve 1657-1699 yıllarında bizim elimizde kalmış.
Kalede saldırganları izleyen askerlerden biri olmadığım için kasabanın binalarının çatılarına, Adriyatik ‘e kadar uzanan körfezin kendine bakıp fotoğraf çekmek dışında bir şey yapmadım. Tüm bu sur duvarlarının arasında kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde bir kilise daha var. Burada da her bir burç ayrı bir kale olarak nitelendirilmiş. Her bir burç ayrı bir azizin adı ile anılıyor.
Huzurlu, sessiz bir kasaba. Umumi tuvalette bile müzik yayını yapılan, hesaplı kafelere sahip, meydanlarında, daracık sokaklarında oldukça bakımlı ve bir o kadar da güzel, uzun boylu hatunun dolaştığı sevimli bir yer burası.
Deniz inanılmaz derecede temiz. Öyle ki surların yanından içeriye giren suya köprüden geçerken baktığımda çok sayıda balığın karınlarını vurarak yumurta döktüklerini gördüm.
Buradan önemli bir yerleşim olan Budva ‘ya doğru yola çıkıyoruz. Kotor çıkışında, sağda bir mezarlık var. Mezarlık karma. Müslüman, ortodoks, katolik kim öldüyse gömülmüş. Bundan önceki rejimin dinleri birbirinden ayırt etmeksizin, normal yönetimden komple ayrı tuttuğu uygulamalardan biri. Fakat bu adamlarda ilginç olan mezarlıklar canlı çiçekler ile rengarenk bir ortama kavuşuyor. Tüm Yugoslav kentlerinde denk geldiğim mezarlıkların ortak manzarası rengarenk çiçeklerin varlığı idi.
Eski rehber kitaplarında Kotor ‘u Budva ‘ya bağlayan yok için uzun zaman alan, virajlı bir yol tanımlaması bulunmaktaydı. AB fonlarının yardımıyla uzun bir tünel kazarak kısa sürede bu yol aşılarak Tivat ‘a giden yolun yakınlarındaki pejmürde havalimanına ulaşılıyor.
Budva Avrupa sosyetesinin son gözdesi. Çok çok iyi bir tanıtım ile bu 10,000 kişilik kasabaya Madonna, Rolling Stones gibi tanınmış simalar getirilmekte. Rolling Stones konserine 700 bine yakın insan geldiği söyleniyor ki Karadağ devletinin bu kadar nüfusu yok. Konserler kasabaya giden yolun sağında kalan Jaz isimli plajda verilmekte. Uzun bir kumsalı var. Buna karşın buradan Budva ‘ya uzanan yol için epeyce emek harcandığı aşikar. Dağın yamacı delinmiş, kazınmış bir koridor oluşturularak yol açılmış.
Önce burada bir lokantada yemek yiyoruz. Ben içinde ne olduğunu bilmediğim bir spagetti alıyorum. İçinde domuz eti olmaması benim için yeterli. Büyük bir tabak geliyor. Fesleğen kokan ağır bir bulamaç ve dev boyutta çok sayıda karides spagettinin içinde ne olduğunu anlayamadığım içeriği imiş. Karideslerin kimi kabuklu kimi ayıklanmış. Kimi yerlerde ise sadece kabuk atılmış içine. Sos o denli ağır ki sadece karidesleri yiyor ve yemeğimi bitiremiyorum.
Lokantanın önündeki küçük havuzdaki kıskaçları bağlanmış dev istakoz ve diğer kabukluları bir müddet seyrettikten sonra sahilde dolanıyoruz. Çok sayıda tekne yer alıyor. Tam karşımızdaki dağların ardı Arnavutluk. Sağ tarafta haçlılardan kaldığı iddaa edilen Aziz Nikola Adası görülüyor. Bu ada ülkenin en büyük adası. Karadağlılar ada yönünden komşuları Hırvatlar kadar şanslı değiller.
Uzaktan eski şehir fena görünmüyor. Bir kaç küçük kapıdan şehre giriş mümkün. Bunlardan limana yakın olanının yanında devasa bir çan var. Tahminen çanı yaptılar ama kapıları yıkmaya cesaret edemediklerinden burada bırakmış olmalılar. Yanındaki üç dört musalla taşı benzeri mermer necidir çözebilmiş değilim.
Kapıdan içeri girip az biraz ilerlediğinizde şehrin arkeoloji müzesine denk geliyorsunuz. Netten okuduğumda matah bir yer sanan beni şaşırtacak derecede ufak tefek, çalışanları tarafından insanın iplenmediği bir yer olduğunu görünce içeri girmekten vazgeçtik. Milattan önce 5. yy ‘a tarihlenmiş İllirya miğferi müzedeki en eski parça. Halbuki yörenin en eski yerleşimlerinden birisi burası. Butua adıyla Fenikelilerce kurulmuş. Yunandı, Romaydı derken yörenin baskın devleti Venediklilerin etkisi ve yönetimi altında kalmış. Zaten şehri saran tek sıra surlarda Venedik inşası. Uluç Ali 1572 ‘de şehri ele geçirmiş. Sanırım kağıt üzerinde geri verilmiş. Bizim taife-i korsaniyye de benim gibi burayı beğenmemiş olacak ki burası ile fazla ilgilenmemiş. Venedik ‘in gözden düşüsü yani Fransız yönetimi ile başlayan süreç burada da geçerli.
Müzeye girmeksizin dar sokaklarda ilerliyoruz. İtalyan etkisi burada da kendini güçlü bir şekilde göstermekte. 1979 depremi ile yerle bir olan şehir iyi restore edilmiş. Kısa sürede bir katolik kilisesi olan Sveti Jovan kilisesine geliyoruz. Şehrin uzaklardan görülen en yüksek kulesi bu kilisenin çan kulesi. Hemen yanında Roma döneminden kalan hamam kalıntıları görülüyor. Burası şehrin en önemli meydanı. Tüm kiliseler, Roma hamamı ve kale burada. Şehrin ilginçliği 12 ile 16:00 arasında genellikle kiliseler kapalı. Hatta Avusturyalıların yaptığı kale de kapalı. Müze olarakta kullanılan kaleye giriş diğer yerlerde de olduğu gibi 2 euro. Kalenin adı Azize Meryem ( St.Mary ) olarakta geçmekte.
Adamlar yer yokluğundan olsa gerek meydanı amfitiyatro haline getirmişler. Etrafı kiliselerle çevrili. Bunlardan biri, denize bakarken sol omzunuzun biraz gerisinde yapılan Kutsal Üçleme Kilisesi.1804 yapımı Ortodoks kilisesi halen aktif (ama saati nedeniyle tabii ki kapalı) ve mezar kilisesi olarak da kullanılmakta. Meşhur bir yazarın mezarı içeride. Kapısının üzerinde güzel ve temiz bir ikona ar. Sağınızda ise Amasra’daki şapeli andıran Aziz Sava kilisesi var. Burada aziz kelimesi crkva haline dönüşmüş. Ortodoks kilisesi olarak yapılan yapı Fransiskenlerce Katolik kilisesi olarak kullanılış. Daha sonra tekrar ortodokslarca kullanılmaya başlanmış.
Surların oradaki küçük bir kapıdan sahile çıkıp birer kapuçino daha içiyoruz. Sokaklardaki dükkanlardaki uçuk fiyatların aksine buradaki kafeler çok ucuz. Kapuçino 1,50 euro.
Dönüşte Kotor üzerinden dönmüyoruz. Havalimanından tünele girmeden saparak Tivat kasabasına gidip buradan küçük bir arabalı vapur ile karşı kıyıya geçiyoruz. Bir saatten fazla bir zaman kazandık sanırım.
Herseg Novi ‘den geçiyoruz tekrar. Karanlıkta Kanlı Kule bir silüet olarak görünüyor. Bakıyorum, dönüp hüzünle bakıyorum. Ve hissediyorum. Gelmiş geçmiş nesiller için dua etme isteği uyanıyor içimde. Sanki kalenin surlarında dolaşan ruhlar birbirine “ bak bu hatırladı bizleri “ diye fısıldıyorlar gibi geliyor bana. İçime inanılmaz bir huzur doluyor ansızın.
İstanbul ‘a dönünce Herseg Novi ‘yi araştırdım epeyce. Tüm bu yöre gibi folkloru bizim üzerimize kurulu.
Dönüşte, karanlıkta Dubrovnik göze gayet güzel görünüyor. Şehrin aydınlatılması çok güzel. Surlar soğuk ışıkla aydınlatılmış. Şehrin sokakları ise sıcak tonlu ışıklarla aydınlatılmış. Böylece göze hoş gelen bir kontrast oluşturulmuş.
Otele varıyoruz. Dışarı çıkıp çevre sokakları dolaşıyoruz. Bu kez bir fırın buluyoruz. Hırvatistanda hemen hemen her satışçı derdini anlatacak, malını satabilecek ve yardımcı olabilecek düzeyde ingilizce biliyor. Aksansız konuşuyorlar ama konuşurlarken çok doğal davranıp kasmıyorlar.
Ortalama yarım euro ‘ya doyurucu poğaçalar alınabilir. Süt ucuz. Kola vb bizdeki fiyatlarda.
Günü özetlemek gerekirse Karadağ yönü gezilebilecek bir yer. Tabii günübirlik bir geziyi kastetmiyorum. Sabah erkenden Karadağ ‘a geçerek öğleye dek Herseg Novi ve Perast gezilebilir. Akşam ise Kotor ‘da kalınabilir. Bir sonrasında ise Budva ve civarında yer alan Sveti Stefan gezilebilir. Buradan başkent Podgorica ve tarihi başkent Çetinje ‘ye ulaşmak mümkün. Yörenin plajları oldukça meşhur.