Çorum’dan sabah yola koyulduk. Hitit başkentini görebilmek için Çorum ilinin merkezinden 45 km kadar gitmeniz gerekiyor. Yol boyu kıraç ovaları aşarak ilerliyorsunuz.
Geride bıraktığımız yıllarda konusunu Hititlerden alan,dev bütçeli bir film çekilecekti. Film platosunda şehir surlarının rekonstrüke edilmiş yüz metrelik kısmı da yer alacaktı. Olmadı.
Şehirde şu an bir tapınak, bir yapı yok. Sadece aslanlı kapı olarak adlandırılan bir giriş belirgin. Onun dışında sadece kazı alanlarında taşlardan yapılmış duvar-sınırlar görülmekte. Bulunan eserler Ankara Arkeoloji ve Çorum Müzeleri’nin yanı sıra Berlin’de. Almanlar bu bölgedeki arkeolojik çalışmaları yürütmekte. Ama görünen o ki yürütme işlemi her anlamıyla yapılıyor.
Buradan şehrin yönetimsel bölümüne geçiliyor. Burada yığma bir piramitin içerisinde yer alan bir tünelden geçerek arka kısma ulaşılmakta. Buralardaki irice taşlar Bizans döneminden itibaren pek çok yörede çeşitli amaçlarla kullanılmış. Onun dışında güneş ışıklarının vurup sapsarı bir renge büründürdüğü otlaklar ve gri bulutlar ile çok güzel manzaralar oluşmakta.
Bunun haricinde açıklık bir alanda hediyelik eşya satılan bir pazar oluşturulmuş. Burada, yöredeki eserlerin yapıldığı taşlardan imal edilmiş çeşitli nesneler satılmakta. Boğa figürü, on iki tanrının yer aldığı duvar kabartması, kartal heykelciği popüler ürünler. Boyutlar fiyatı direkt etkilemekte. Meblağlar başlangıçta epey yüksek gelse de ( büyük bir heykelin başlangıç bedeli 50 YTL) yarı yarıya inen indirimler olabilmekte. Büyük bir parçanın yapımı bir günü bulabilmekte ve nesnelerin işlenmesi, şekle sokulması ve zımparalanması işlemlerinin tümü el emeği. Ben herhangi bir şey almadım ama gerçekten güzel ve aklımda kalan parçaları da yad etmeden geçemeyeceğim.
Herhangi bir şey almaksızın oradan ayrıldık ve Ankara üzerinden Beypazarı’na ulaşmak için uzun bir yola koyulduk.
Yol sıkıcı bir tekdüzelik içinde devam ediyor. Öyle ki hayranlıkla izlediğim kurumuş sarı bitkiler bile bir süre sonra insanın ilgisini çekmez olmaya başlıyor. Ankara’nın dışlarında kalan beldelerde bir iki gölet gördük. Ama Ankara’nın çevresi çölleşmekte olan bir bozkır.
Beypazarı değişik bir kasaba. Eski adı Lagania. Daha sonra şehri ziyarete gelen Bizans imparatoruna atfen Anastasiopolis adını almıştır. Bir zamanlar Ankara büyücek bir şehirken İstanbul yolunun üzerinde olması, Bolu ve Eskişehir’in kasabalarına yakınlığı sebebiyle büyük bir pazara sahip olmuş. Zenginken zenginliği yaşamış. Tımarlı sipahilik sisteminin merkezlerinden birisi. Bun u Evliya Çelebi’nin notlarında da görüyoruz. Günümüze gelen yada restore edilen konaklarda bunu fazlasıyla fark ediyorsunuz. İlkin gitgide kıraçlaşan yoldan ilerleyerek kasabaya giriyorsunuz. Kasabanın yeni kısmı rezil, hayal kırıklığı yaratan bir görünüme sahip. Sanki Bostancı’daki oto sanayiden geçiyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Hele bir kule var ki tam anlamıyla komedi.
Kasaba sanırım Safranbolu’dan daha büyük. Ama emin olduğum nokta Beypazarı Safranbolu’dan daha büyük, canlı bir çarşıya sahip. Çarşısında gezerken, tarımsal kesimden bir ailenin ihtiyacı olabilecek her türlü alet edevatın satılmakta olduğunu görebiliyorsunuz.
Çarşıda ayrıca yörenin meşhur kurabiyesi Beypazarı kurusunu da bulabiliyorsunuz. Beypazarı kurusu taş fırınlarda yapılan rivayete göre tazeliğini bir yıl kadar koruyan bir kurabiye bu. Ayrıca cevizli sucuğu, höşmelimi, baklavası, dolma ve güveci de meşhur.
Yöre ülkenin en büyük havuç üreticisi olduğundan havuçla bağlantılı pek çok çeşni söz konusu. Havuç döneri, havuç lokumu, havuç dondurması vb satılmakta. Havuçlu lokum fena değil
Havuç kasaba için gerçekten bir simge. Havuçlu sabun bile var. Hoş aslında yörede türlü türlü ilginç sabun satılmakta ama havuçlu sabun daha çok rafta, tezgahta yer kaplamakta. Ama havuç suyu mükemmel. Cennetin ırmaklarının bir kaçının Beypazarı havuçlarının suyu ile akıyor olması fena olmazdı. Gerçekten havuç suyunu damacanalarla almak, İstanbul’a götürmeyi bile düşünüyorsunuz. Ne yazık ki havuç suyu çok da dayanıklı bir meşrubat değil. İstanbul’daki en kaliteli kafelerde bile bu denli güzel bir havuç suyu içmemiştim.
Haziran’ın ilk haftası Beypazarı şenliği yapılmakta. Anlatılanlar ve yazılanlar 2008 de şenlikte benim de olmam gerektiğini söylemekte.
Gelelim köyün mimarisine. Beypazarı, Mudurnu, Cumalıkızık yada Göynük gibi ormanlık alanlara pek yakın değil. Aslında uzak olduğu da söylenemez ama yine de mesafe var. Buna karşın genelde iki-üç hatta dört katlı ahşap, beyaz boyalı pek çok konak görülmeğe değer bir şekilde kasabada sıralanmakta. Bir kaç tarihi cami var. Bunlardan birine girdik. Yıldırım döneminde inşa edilmiş, büyükçe sayılabilecek bir kubbesi var. Kapı girişinde de iç tavanda bir süsleme görülmeğe değer.
Tepenin solunda ejderha sırtına benzer bir tümsek var. Doğal, ilginç bir oluşum. Arkası anladığım kadarıyla kasabanın çöplüğü. Belediyenin sanal ağ sitesinde “çöplüğü bile turist çeken ilçe” diye anılan yer burası olmalı. Yöredeki tepelerde bir yerlerde yuvalanan akbabalar besin ihtiyaçlarını çöplükten karşılamaya çalışırken turistler tarafından izlenebilmekteymiş.
Genel olarak güzel, görülmesi gereken bir kasaba. Belediyecilik açısından ise izlenmeli, örnek ve ibret alınmalı.
Göynüğe dek uzanan yol ilginçliklere gebe. Sol yanınızda ufuktaki silüet halinde duran dağlara değin uzanan altın sarısı, kurumuş otlar. Sağınızda ise yamaçlar. Yamaçlarda üç renk hakim. Kil kırmızısı, haki ve kum rengi katmanlar birbirine paralel şekilde sıralanmakta. Gün batımında vuran ışıkların etkisiyle insanı zevk veren, kendine baktıran, büyüleyici anlar sunmakta. Burası İnözü Vadisi. Vadide yamaçtaki mağaralarda Bizans döneminden kalan kaya mezarları ve kiliseler olduğu söylenmekte. Ama henüz arkeolojik bir çalışma yapılmamış.
Kirmir çayı, Gönen vadisi, Tekke yaylası, Sarıyar Barajı ve çevresi de gezilebilecek diğer yerler.
İki saati biraz aşan bir yolculuğun ardından Bolu’nun Göynük kasabasını geçerek orman içindeki otelimize yerleştik.