Son yıllarda özellikle de Yunanistan ‘ın ekonomik kriz nedeniyle turizm sektöründe yapmış olduğu mantalite değişikliği ve vizelerdeki katı tutumundan vaz geçip AB ‘nin neredeyse en kolay vize veren ülkesi durumuna dönmesi sonucunda “Klasik Yunanistan” turlarının yanı sıra Ege Adaları ve Halkidiki turları gibi yeni seçenekler ortaya çıktı.
Halkidiki
Son iki senedir aklımda olan Halkidiki ‘ye geçenlerde gitme ve burada dört gün geçirme fırsatı buldum. Şimdi gözlemlerimi paylaşayım.
Halkidiki de neresi ki?
Açın bir Yunanistan haritası. Edirne’yi bulup parmaklarını sola kaydır. Önce Gümülcine sonra İskeçe ‘ye denk geleceksin. Buralarda Türkiye sayılır ya neyse, başka zaman anlatırız buraları. Biraz daha sol yapın. Kavala ardından Selanik.
Buradan aşağıda güneye doğru uzanan üç parmağı andıran bir uzantı göreceksiniz. İşte burası Halkidiki yarımadasıdır. En doğudaki parmak Yunanlıların Agia Oros bizim ise Aynoroz diye bildiğimiz yarı özerk dinsel yerleşimdir. Bayansanız giremezsiniz çünkü hayvanların dahi dişi cinsinin girişi yasaktır. Erkekseniz eğer türlü bekleyiş ve bürokrasiyi aşabilirseniz günlük yüz kişilik kontenjana dahil olabilirsiniz içeri girebilmek. Detaylarına sonra ineriz.
Ortadaki parmak Sithonia ‘dır. Batıdaki Kassandra gibi Selanik ‘e yakın olmadığından daha az rağbet görür, sessizdir. Turlarda buraya gelmez zaten.
Yörenin esas oğlanı ise en batıda yer alan Kassandra ‘dır. Selanik ‘e yakındır, kaliteli tesisler buradadır dolayısıyla eğlenceli mekanlar ve de kalabalıkta buraya gelir. Turlarda sizi buraya getirecektir.
Ee, peki nasıl geleceğiz?
Arabanız varsa onlar gelirsiniz. Uluslar arası ehliyet ve triptik gibi atraksiyonlara girip bu süreçleri başarıyla tamamlamanız gerekiyor.
Artık İstanbul – Selanik arası çalışan tren yok. Kriz nedeniyle Yunanistan tüm uluslar arası tren seferlerini bilinmeyen bir tarihe dek askıya aldı.
Uçuşlar için ise en yakın havalimanı Selanikte. İstanbuldan Selanik’e THY ‘nin düzenli uçuşları var ama göreceli olarak pahalı denilebilir.
Bir alternatif ise otobüsler. Metronun gece 22:00 ‘de seferleri var. Ertesi sabah 10 gibi Selanik ‘e varmış oluyorsunuz. Ayrıca Alpar gibi bir iki firma daha aynı rotada sefer düzenlemekte.
Selanik ‘e vardık. Buradan sonrası?
Selanik ülkenin ikinci en büyük kenti ve bizim içinde çok önemli özellikleri var. Başka bir yazının konusu olarak gelecek karşınıza elbette.
Alışılagelenin dışında iyi bir Halkidiki tatili için yapılması gereken bir tur firması ile gelmek olacaktır. Firmalar genellikle Kassandradaki 4 yada 5 yıldızlı otellerde konaklama sağlayacak, sizi otele kadar teslim edecektir. Daha az yorucu olur ve daha da ucuza gelir.
Nerede kalacağız?
Tur ile gelmeseniz bile son zamanlarda büyük tesislerin fiyatları düştü. Ayrıca kolaylıkla pansiyon vb bulunabilir ama gene de garanti olması için yapılması gereken www.booking.com gibi sitelerden daha önceden rezervasyon yapmaktır. Balkanlardan sağlam kalabalıklar Halkidiki ‘ye gelecektir.
Neler var? Nasıl vakit geçireceğiz?
Denize gireceksiniz bol bol. Muhteşem temizlikte bir deniz ve harikulade kumsallar var. Bunlardan birisi Sani Beach. Gerçekten tatil operatörlerinin dediği gibi Maldiv Adalarını andıran görüntüler mevcut. Şezlong parası, giriş ücreti burada olmayan kavramlar. Nasıl olsa harcayacaksınız, sıkmaya gerek yok diye düşünüyorlar.
Onun dışında güzel ormanlık alanlar ve yürüyüş rotaları mevcut.
Selanik ve hatta biraz abartıp Meteoraya yada Kavalaya ‘da gidebilmek pekala mümkün.
Ama ne yazık ki ciddi anlamda tarihi bir şeyler burada yok. Bizans dönemine ait bir iki gözetleme kulesi ve kalıntı dışında geçmişe ait bir şeyler en azından ben bulamadım.
Yemek vakti
Yunanistandaki nadir güzel şeylerden birisi yeme içme kültürü. Bizim aldıklarımız ve bizden çaldıkları ile neredeyse ortak bir mutfak ortaya çıkmış.
Halkidiki tıpkı ülkenin başka bir yarımadası olan Mora gibi zeytinciliği ile meşhur. Bunun yanı sıra deniz kıyısında olduğu için balık ve diğer deniz ürünleri oldukça uygun fiyata bulunabiliyor. Turla gitseniz bile yemek işini kendi başınıza hallederseniz karlı çıkarsınız.
Öte yandan nispeten büyük yerleşimlerde yeterince market vb var. Uluslar arası fast food olan hamburger kolaylıkla erişilebilecek yiyeceklerden. Bunun yanı sıra yunan döneri giros ve şiş kebabı suvlaki de önerilir. Ama domuz etini kullanırlar yemeden önce sorun mutlaka.
Özetle – Halkidiki tatilini turla yaptığınızı varsayıyorum- kahvaltıyı otelde geçiştirir öğle yemeğini takıldığınız plajlarda fast foodla yada gezindiğiniz kasabalarda salaş balıkçılarda yaptığınızı varsayıyorum. Biz Kasandra bölgesinde kaldığımız için gece atraksiyonunu Nea Skioni ‘de halletmiştik.
Dondurmada güzel.
Gece hayatı
Gözü dönmüş arkadaşları daha kuzeyde yer alan ülkelere gönderirken hepinizin bildiği o Yunanca kelimeyi fısıldayayım. “Taverna”
Taverna bizde ne yazık ki buzuki çalınan, tabakların kırıldığı, milletin hop hop oynadığı bir ortam olarak biliniyor. Sanırım bunu bize Fedon aşıladı ve turizm firmaları da bunu sağlayan mekanlara insanları yönlendirerek bu düşünceyi perçinledi. Tıpkı bizim Kapadokyadaki saçma sapan Türk geceleri gibi.
Tavernalar aslında –özellikle Selanik taraflarında- rembetiko ağırlıklı müzik eşliğine takılabileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz, dostlarınızla takılıp sohbet edebileceğiniz ve müziğine göre hop hop zıplayıp kopabileceğiniz mekanlardır. Turlar sizi bunun için özel tur adı altında Selanik ‘e götürecektir ama önermiyorum. Altınızda araba varsa kendiniz gidin yada başka bir Yunanistan gezisinde Selanik yada Atina ‘ya saklayın.
Selanik
O zaman Selanikten bahsedelim isterseniz. Muhtemelen eğer bu şehirde bir büyük insan, büyük bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk doğmuş olmasaydı Türklerin unutma yeteneğine sahip hafızası, İstanbuldan bile daha eski bir Türk yurdu olan Selanik ‘i de unutmuş olurdu.
Haydi gidelim o zaman…
Şahsi aracınız ile nasıl gideceğiniz konusunda Halkidiki yazımızda bir şeyler yazmıştık. Artık “Dostluk Treni” yok. O nedenle tek seçeneğiniz otobüs. Metro ve Alpar bu iş için biçilmiş kaftan. Eğer THY ‘nin 99 euroluk seferlerini yakalayamadıysanız uçağı da listenizden silin.
Selanik ‘e araba ile gelecekseniz şu uyarıyı yapmam gerek. En son özel araba ile Selanik ‘e gittiğimizde park yeri aramak için bir saatten fazla gezmiştik. Sonunda adamın biri kendi şahsi park yerine bizi aldı da şehri gezebilmiştik. Yunanistandaki kentlerde park önemli bir sorun. Bunu Gümülcine gibi küçük bir kentte dahi yaşayabilirsiniz.
Eee geldikte nereyi gezeceğiz ki…
Ben Selanik ‘i üç parçaya ayırıyorum. Şunu söylemeliyim ki eğer müzelerini vb de gezecekseniz iki gün ama genel hatlarıyla tam bir gün ayırmanız gereken bir şehir Selanik.
Şehir izmirin küçük bir modeli.Zaten eskiden izmirin kızkardeşi olarakta adlandırılmaktaydı. Gözünüzde bir kordon ve ona paralel üç cadde hayal edin. Temelde Selanik bu. En dıştaki caddenin sonunda Türk elçiliği ve bahçesinde Atatürkün evi var. Zaten selanikte kalan tek Türk evi de bu olmalı. İlk parça İzmiri bilenlerin, görenlerin benzetmiş olduğu “kordon” kısmı. Bir sonraki kısım Egnatia caddesi ile Dimitru Caddesi arası. Son olarak da panorama da denilen kale kısmı.
Kordon kısmı gezerken karnınızı doyurabileceğiniz mekanlara ve bir şeyler içerek dinlenebileceğiniz kafelere sahip. İç kesimlere göre biraz daha pahalı kalmakta. Yunanlıların meşhur içeceklerinden birisi soğuk kahve olan Frape. Denemenizi öneririm.
Sahildeki en belirgin unsur Yunanlıların “Kanlı Kule” de dedikleri “Beyaz Kule”. Kule aslında şehir surlarının güneybatı burcu. Osmanlı zamanında nezarethane olarak kullanıldıysa da Yunanlılar burada işkence yapıldığından bahsetmekte. Yunanlılar şehri bizden teslim alınca ilk iş olarak kuleyi vaftiz edip beyaza boyarlar. 2007 ‘de bakım bahanesi ile zamanla orijinal rengine kavuşan kaleyi yine boyamışlardı. Yer yer şehir surlarından kalanları görebiliyor olacaksınız.
Burada kordonda sizi dolaştırabilecek bir fayton var. Meydanda İskender ve falankslarının olduğu güzel bir heykel var. Denize sırtınızı verdiğinizde sağ tarafınızda kalan parkın hemen girişinde, ağaçların arasında da babası Filip ‘in bir heykeli var.
Madem Osmanlı, İskender diye başladık hızlıca tarihe girelim konu daha fazla dağılmadan.
İdari olarak Makedonya bölgesinin başkenti. Öte yandan Makedonya Cumhuriyeti paralarında bile Selanikteki beyaz kuleyi göstermekte, şehrin Yunan işgalinde olduğunda ısrar etmekte. Her ne kadar Yunanistan tüm komşularıyla sorunlu olsa da bu Arnavut ve Makedonların da kaşındığı yadsınamaz.
Mö 3. yy da Makedonya Kralı Kassandros tarafından kurulur ve kral tahtı sağlamlaştırmak için Büyük İskenderin kızkardeşi ile evlenmiştir. Kızkardeşin adı Tesaloniki ‘dir ve zamanla bizim dilimizde Selanik olarak şekillenir.
Romalılar alır şehri. İki Roma arasında uzanan Via Egnatia ‘nın üzerinde, korunaklı bir limana da sahip şanslı bir kent olduğundan hızlıca serpilir. Arada salgın hastalıklar, Attila gibi unsurlar yoklama çekerler elbette. Fakat 1204 ‘teki Haçlı seferi sonucunda başkent düşünce Selanik de düşer ve bu oldukça can yakıcı olur. Bizans 1246 ‘da emaneti alır.
Osmanlılar devrededir iki yüzyıl kadar sonra. 2. Murat 1430 ‘da şehri ele geçirir. Kalın şehir surları akıncıları durduramaz. Engizisyondan kaçıp Osmanlıların koruyuculuğu altına giren Sefarad Yahudileri Selanik ‘e yerleştirilir. Şehir önemli bir Yahudi nüfusuna sahip hale gelmiştir. Bu durum ekonominin canlanmasını sağlar.
Buna karşın 1666 ‘da şehri başka bir fırtına vurur. Sabetay Sevi ‘dir bu. 1666 dünyanın yok olacağı zamandır ve yeni bir dünya kurulacaktır. Sabetay Sevi beklenen mesihtir. İzmirden başlayan macerası İstanbulda Müslümanlığa dönüp bu şehre sürülmesine ve takipçilerinin değişik bir Yahudi cemaati oluşturmasına vesile olur. Sabetayist yada Müslüman kisvesi altında bir yaşam sürmeleri nedeni ile dönme olarak anılırlar.
Milliyetçilik ve devletin çöküşü Selanikteki azınlıkları da azdırmıştır. Dağlarda Makedon ve Bulgarlar, şehirde ve ovada Rumlar. Türklere ve askere mütemadiyen saldırırlar. Etki tepkiyi doğurur. Jön Türkler burada doğar. Serpilir İttihat ve Terakki haline gelir. Azınlıklara karşı bir Türk milliyetçiliği beden bulmuştur. Ama meşrutiyetin ilanı ile İttihat ve Terakki İstanbul ‘a geçer ve Sultan Abdülhamit ‘i Selanik’e sürgün olarak gönderir.
Balkan Savaşları patlar. Ordu taktiksel açıdan hazırlıksızdır. Bulgarlar Egeye çıkmak ister Yunanlılar ise kuzeye. Yunan ordusu saldırı için başbakan Venizelos ‘un emrini bekler. Manastır mı Selanik mi sorusunun cevabı “her ne pahasına olursa olsun Selanik” ‘tir.
Şehirde 25,000 tam techizatlı Türk askeri vardır. Depolarda henüz kutularından çıkarılmamış binlerce Amerikan yapımı seri atış yapabilen tüfek vardır. Bulgar ordusu teçhizat açısından geridir. Yunan ordusu ise Bulgar ordusuna göre biraz güçlüdür sadece ama bu Türk ordusundan üç kez daha kalabalık olmasından kaynaklanır.
Sarandaporon ve Vardar Yenicesinde üst üste iki kez Türk ordusu savaş kaybeder. Gerçi iki tarafında kayıpları fazla olmamış ve Türk ordusu bir şekilde şehre dönmüştür. Şehrin yöneticisi Arnavut Kara Hasan Tahsin Paşa ‘dır ve İstanbulun emri kesindir. “Sonuna kadar direneceksiniz”
Şaşırtıcı bir şey olur ama. Şehrin dışında, dönemin zenginlerinden birinin köşkünde, kendisini iki kez yenen Yunan ordusunun komutanı Prens Konstantin ile barış görüşmeleri başlar. El sıkışırlar. Şehirde kan dökülmemek şartı ile şehir Yunanlılara teslim edilir. Paşa ayrıca kendisini ve ailesini koruyucu maddelerde ekletmiştir anlaşmaya.
Binlerce sandık silah ve cephane Yunan askerlerince açılır ilk defa olarak. Silah bırakan pek çok Türk askeri ve binlerce Müslüman ve fakir Yahudi o gece katledilir. Zengin Yahudiler canlarını satın alabilmişlerdir. Ertesi sabah şehre ulaşan Bulgarların ise burunlarından adeta ateş çıkmaktadır. Paşaya sitem ederler ve Bulgar kaynaklarına göre paşanın cevabı çok düşündürücüdür. “Elimde teslim ettiğim Selanikten başka Selanik yok”
İstanbuldan gelen silahlı 5000 gönüllü vardığında şehir çoktan el değiştirmiştir. Kös kös dönerler.
Bugün, Balkan Savaşları Müzesine gitmek isterseniz Yunan ordusunun elinde kalan o tarihi binaya gitmeniz gerekir. İki tane bakımlı mezar göreceksiniz. Biri Hasan Tahsin Paşaya aittir diğeri ise oğluna. Avrupada zengin ve refah içinde geçen hayatları bittiğinde düşmana sattıkları Selanikte yatmaktadırlar. Konu ile ilgili tamamen tarafsız bir yazı usta bir kalem tarafından yazılmış.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20987030.asp
Şehirde anarşi biter. Türkler artık dışarıdaki köylerdedir. Bununla beraber ekonomi halen Yahudilerin elindedir. 18 Ağustos 1917 ‘de garip bir yangın çıkar. Bir buçuk günde şehrin üçte biri yanar. Ellibini Yahudi, onbini Türk yaklaşık yetmişbin kişi evsiz kalmıştır.
Avrupadan gelen mimarların da etkisiyle şehir –mecburen- yeniden yapılanmaya ve yapılaşmaya gider. Pek çok cami ve sinagog bu süreçte sağlamda olsa yıkılır yada dönüştürülür.
Yunanlıların Küçük Asya macerası kendileri için tamamen bir felaket ile sonuçlanınca Selanik ekonomik açıdan çöker. Buna birde 1924 ‘teki mübadele sonucunda gelen Anadolulu Rumlar eklenince kriz derinleşir. Kriz ve gruplar arası çekişme gerilimler günümüzde Aris ve Paok takımlarının maçlarında halen göstermektedir. Bununla beraber mübadeleden sonra artık burada Türk kalmamıştır.
İkinci Dünya Savaşında ilkin İtalyanlar bombalar şehri ama ele geçiremez. Almanlar şehri işgal eder. 50,000 Yahudiyi şehirden alıp gaz odalarına gönderirler. Bugün bile Batı Trakyadaki en ilginç konulardan biri Almanların Yahudileri evlerinden adres adres, isim isim toplamasıdır. Kim bilir belki de birileri Almanlardan önce hazırlamışlardır bir liste…
Gezmeye devam edelim.
Beyaz Kuleye sırtınızı vererek Egnatia Caddesine doğru ilerleyin. Yolunuzun üzerinde, solda Bizans Müzesi var. Gezilmesi gereken bir yer. Egnatiada sola dönün. Yolun karşısında şehrin eski surlarından geriye ne kaldıysa onu göreceksiniz.
Karşınıza eski Zafer Takından kalanlar çıkacak. Harika bir şey. Galeriusun zaferleri işlenmiş. Buranın sağında ise Rotunda var. Muhtemelen Galerius ‘a mezar olarak inşa edilmiş. Hristiyanlık gelince kiliseye çevrilmiş ve Aya Yorgo adını almış. Türkler şehri alınca da cami haline getirilmiş. Selanik ‘in son minaresi burada. Bir ara halk galeyana gelip bu son minareyi de yıkmak için ayaklanmış. Ama günümüzde müze olan yapının müdürü bunu yapmak istiyorlarsa öncelikle kendisini öldürmeleri gerektiğini haykırmış. Bu dik duruş halkın ateşini söndürmeye yetmiş. Yıllardır restorasyonda ve yıllardır da bu nedenle de kapalı.
25 m.lik yapım zamanına göre devasa bir kubbesi var. Şehrin en eski kilisesi. Tabii Yunanlılara göre dünyanın en eski kilisesi.
Düz gidin ve sola dönün; Aya Pantaleimon Kilisesine bir göz atıp caddede yürümeye devam edin.
Tekrar sola dönüp Zafer Takının oraya dek dönüp sağa girin. Az ilerlediğinizde rastlantı eseri bulunan, İmparator Galerius ‘a ait sarayın kalıntılarına denk geleceksiniz. Burada ücretsiz gezebilirsiniz. Girişteki görevliler isterseniz size bazı dokümanlar verebiliyorlar.
Burada soluklanıp çevrenize bakının. Türkler ve Yunanlıların olumsuz konularda oldukça benzer olduğunu fark edeceksiniz. Özellikle şehirleşme. Yunanlılar için Balkon ve teras her şeydir ama binalar o kadar rahatsız edici ki… En iyisi görmeyin.
Selanik ‘in Aya Sofyasına ulaşacaksınız. 8. yy yapısı. İstanbuldakine benzetilmeye çalışılmış. Her ne kadar ilk dönemlerinde hristiyan görünümündeki paganların kriptada kendi ritüellerine devam ettiği söylenmekte.
Buradan Ermou Caddesinde ilerleyerek gezinizi sürdürebilirsiniz. Ermou şehrin ana caddelerinden birisidir ve özellikle Fransız mimarların şehre taşıdığı art neuveau yapıları sağlı sollu görebilirsiniz. Yolculuğunuza Aristotelise dek devam edin. Bu parkta ve dolayısıyla meydanda bir müddet dinlenmeyi hak ettiniz.
Yunanistanda dükkanlara ve internet kafelere tuvaleti kullanmak için girebilirsiniz. Ücretsizdir ve kimse ses çıkarmaz.
Öte yandan yorulduysanız günlük sınırsız otobüs bileti 4 euro’dur. İlk binişte okutmanız yeter. Ayrıca bu sene üstü kapalı bir hop on hop off servisi de başladı.
Yürüdüğünüzü varsayıyorum. Dümdüz ilerleyin. Şehrin en büyük kilisesi ve dolayısıyla da katedrali olan Aya Demetrius Kilisesine varaçaksınız. 9. yy yapısı. Unutmadan ekleyeyim Demetrius şehrin koruyucu azizi. Yunanlılar buna sıkı sıkıya inanıyorlar. Zaten şehrin Yunanlılara tek kurşun sıkmadan tesliminin yapıldığı günde Demetrius Yortusu‘nun olduğu günmüş.
Buradan Dimitrius Caddesi boyunca doğuya doğru epeyce bir yürüyün. Çok önemli bir yere gidiyoruz beraber. Bulamazsanız bir dükkana girin ve Türk elçiliğini sorun. Orta yaş üstündeki insanlar, özellikle de yaşlılar içinde Türkçe bilen, anlayan çok insana rastlayacaksınız.
Köşede, eski tip, iki katlı bir Türk evi göreceksiniz. Pembemsi ama koyu bir tonda. Çok değil, yüz sene önce tamamen Türk olan bir mahalledeki sıradan evlerde yaşayan sıradan bir ailenin evi bu. Bu evde doğan çocuklardan biri ise gayet sıra dışı biri, Mustafa Kemal Atatürk.
Yöreden bahsedelim hemen. Burası bir Türk mahallesi. 1917 yangını burayı da dümdüz etmiş ve şehrin Türk özellikleri silinmiş. Tıpkı bir yangının Saraybosna ‘da, Belgradda, Podgoriçada aynı şeyi yaptığı gibi. Evin kalıntılarını bir Rum alır. Yunanlılar ise bir jest olarak Türkiyeye hediye eder. Zaten günümüzde Türk elçiliğinin bahçesinde yer almakta.
İçi standart bir Türk evi. Mustafa Kemal ‘in ailesi biraz varsıl sayılacak düzeyde bile olsa Zübeyde Hanım ‘ın altı çocuğunun sadece ikisinin yaşamını sürdürebilmiş olması imparatorluğun en gelişmiş şehirlerinin birindeki durum hakkında kafanızda bir fikir uyandırmıştır sanırım. İmparatorluğun durumu pek iyi değildir anlayacağınız.
Elçiliğin kapısını çalmanız gerekiyor gezebilmek için. Grupla gelirseniz sorun yokta, öğle saatlerinde gelirseniz alışılageldik Türk elçiliği konukseverliği ile “neden geldin be kardeşim” moduyla da olsa kapı açılacak ve size verilecek bir mihmandar rehberliğinde ev size gezdirilecektir.
Günümüzde sergilenen eşyalar Dolmabahçeden ve Topkapı sarayından getirilmiş. Atatürk ‘ün Şahsi eşyaları da sergilenmekte.
Küçük bahçesine çıkıp soluklanın ve küçük, sarı saçlı, yaramaz bir çocuğun koşuşturduğunu düşleyin. Hayal gibi. Ama o günlerden canlı bir hatıra var bahçede. Ali Rıza Efendi ‘nin kendi elleriyle ektiği nar ağacıdır bu şahit. Selanik ‘in Türk günlerini de bilir, Mustafa Kemal ‘in çocukluğunu, ailesinin ve kendisinin acılarını ve mutluluklarını da. Yangını da, işgali de, katliamı da görmüştür. Belki de Selanikteki son Türk toprağında, hüzünle göğe uzanıyordur dalları. Kim bilir.
Atatürk ‘ün evinin civarında çok leziz börekler üreten, hesaplı, küçük ama salaş dükkanlar var. Ayrıca çok sayıda Türk turist geldiği için çevresinde hediyelik eşya satan dükkan sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Fiyatları da makul sayılabilir.
Zorlu bir yürüyüşle yada otobüsle Ana Poil yada bizim deyimimizle “Yedi Kule” ye çıkın. Buradan şehri panoramik olarak göreceksiniz. Bizans dönemi bir kale olan Yedi Kule Osmanlı döneminde berkitilir. Hem garnizon burada barınır hem de ilerleyen dönemlerde şehir hapishanesi olur. Bu kısım eski kent olarak geçiyor ve yangının ulaşamadığı bir yer olduğu için Arnavut kaldırımı yolların iki yanı tıpkı Cumalıkızık gibi eski Türk evleri ile çevrili.
Ara sokaklarda pek çok şey var. Zamanla haritayı daha da detaylandıracağım. Elbette ki bu yazı da değişim geçirecek bu süreçte. Rota doğrultusunda yürürken pek çok Bizans dönemi kilise göreceksiniz. Ermou ve Tsimiski Caddelerindeki art neuveau binalara bayılacaksınız. Çok sayıda Osmanlı hamamı ve cami kalıntısını aşacaksınız. Resmi binaların çoğu zaten Abdülhamit döneminden. Tıpkı bu şehre kadar uzanan tüm demiryolu ağı gibi. Zaten Selanik Tren Garı Mimar Kemalettin ‘in elinden çıkma. Mimar Kemalettin kim diye sormayın. Cebinizden yada cüzdanınızdan bir 20 TL çıkarıp resme bakın. Öğrendiniz.
Selanik sizi bekliyor…
Kavala
Dedeağaç-Gümülcine-İskeçe üçlüsünden sonra yolunuza Kavala çıkar. Kavala belediyesinin güzel bir internet sitesi var ama bize karşı oldukça önyargılı ve agresif.1361-1913 arasını Türk işgali olarak tanımlamaktalar. Bunca yıl içerisinde tek bir isyanın çıkmamasını neye bağladıklarını çözebilmiş değilim. Baskın olan Türk nüfusunun şu an nerede olduğu yada Türk yapılarının akıbetinden de bahseden yok.
Kavala isminin kökeni için mantıklı bir açıklama yok. İtalyanca atlı anlamına gelen “cavalo” bir olasılık. Wikipedia ‘ya göre ise şehrin –bir zamanlar- kalabalık Yahudi nüfusu Kabala kelimesinden türetmiş.
İskeçe ile Kavala arasında Türklerin Karasu dediği Nestos nehri var. Rafting yapıldığından vb bahsedilmekte nehirde. Nehir bizler için önemli. Yine bir rivayete göre karasu Türk-Yunan sınırını oluşturacakken Lozanda Türk kafilesi katakulliye getirilip sınırın Meriç olarak çizildiği söylenmekte. Tabii ki safsata. Ama gezerken kulağınıza çalınabilir.
Yol üzerinde, bir zamanlar Türk kesiminden aşağıya kanlar akan bir Kıbrıs haritası yer alan bir levha vardı. Tayyip Erdoğan geçecek diye kaldırmışlardı fakat tekrar yerine koymuşlar. Şehrin meydanında İstanbulu gösteren yön levhasının sarı zemine siyah harflerle Konstantinopolis yazılı ve bir Bizans kartalı ile birlikte gösterildiğini de eklemek gerek .
Kavalayı kıyısında palmiyeler olan bir Marmaris olarak gözünüzde canlandırabilirsiniz. Kıyıda oldukça sarp bir tepenin üzerinde yer alan Kavala kalesi bulunmakta. Kaleye giden daracık yolun üzerinde Kavalalı Mehmet Ali paşa sarayı ve cumbalı Türk evleri var. Kaleye girişin cüzi bir ücrete tabi olduğunu hatırlatayım. Kale, şehre oldukça hakim olduğundan harika bir manzarası var. İnsan saatlerce orada kalıp fotoğraf çekebilir. Kale ortasında şu an saçma sapan sergiler yapılan tahminime göre eskiden cephanelik olan bir yer var. Bu gezide en mantıklı hareket araba vb yi park edip (park Yunanistanda en büyük sorun, özellikle selanikte bunu daha net göreceksiniz) yürüyerek kaleye çıkmak. Yoksa arabayla kaleye çıkmak tam bir işkence. Hem etrafı göremiyorsunuz hem de karşıdan gelen bir arabanın şoförüyle münakaşa edebiliyorsunuz. (Yunanlılar oldukça gürültücü böyle durumlarda, ama iş fiziki mücadeleye varmıyor.)
Kaleden şehre doğru baktığınızda ince, zarif bir su kemeri görüyorsunuz. Ama ufak bir yapı. Kanuni döneminde şehrin ekonomik ölçüde geliştiği görülünce inşa ettirilmiş. Tepelerde Bizans dönemi manastırlar mevcut. Freskoları ile övünülse de pekte bakımlı oldukları söylenemez. Osmanlı özellikle 2.Bayezıd döneminde İstanbuldaki kiliseleri camiye çevirirken buradakilere dokunmamış. Halbuki İstanbuldaki rum nüfusu o dönemde buradaki rum nüfusundan defalarca fazla iken. Osmanlının akıl almaz, tutarsız işleri.
Kavala tarihine bakarsak şehri Taşoz adasından gelen yerleşimciler kurmuş. Konstantin Egnatia yolu üzerindeki şehrin etrafını surlarla çevirtmiş. Kale için Venedik yapısı denilse de daha önceden Bizans yada Roma yapısı bir kale olması muhtemel. (Bu benim şahsi fikrim, egede her sahilde kale yapan zihniyet Kavala gibi bir limanda neden yapmamış olsun ki) Tabii ki Trakyadaki tüm Bizans şehirleri gibi 4.haçlı seferlerinde yakılmış, yıkılmış ve halkı çoluk çocuk katledilmiş.
Neyse bizimkiler şehri alınca surları yıktırmış ama kaleyi berkitmeyi ihmal etmemiş. Kalede az asker bırakıldığını gören Venedikliler şehri ele geçirmiş. Osmanlının yanıtı bu kez sert olmuş.15,000 süvari ve çok sayıda piyadeyle şehri yirmi günlük bir kuşatmadan sonra tekrar ele geçirmiş. Sürenin bu kadar uzun olmasının nedeni kalenin konumu. Ben olsaydım yeniçeriler ile saldırırdım. Kaleye atlılarla saldırmak çılgınlık, büyük bir cesaret gerektirmekte. Şehir Kanuni zamanında oldukça büyümüş ve son sur kalıntıları da bu dönemde yıktırılmış. Selanik ‘in büyük bir ticaret merkezi olması nedeniyle zenginlik ve refah buraya da yansımış.
Günümüzde sakin bir yerleşim. Sahilinde güzel mekanlar var. Buralarda hesaplı bir şekilde taze balıkta yiyebilir, bir şeyler atıştırıp vakit geçirebilirsiniz de.
Şehirde bir de arkeoloji müzesi mevcut.
Şehirde güzel plajlar var.Varış saatimiz itibariyle pek gezemedim ve sahillerini inceleyemedim. Uzaktan gördüğüm kadarıyla oldukça güzel kumsallar varsa da denizinin oldukça yosunlu ve derin olduğu söylenmekte.
Kurabiyeleriyle meşhur şehrin hemen karşısında feribotla yarım saatte ulaşılabilen Taşoz adası var.
İskeçe
Kavaladan Türk sınırına doğru ilerlerken bir ırmağı aşarsınız. Yunanlılar Nestos, Türkler ise Karasu derler adına. Yerel bir rivayete göre aslında Lozanda sınırlar çizilecekken Türk – Yunan sınırı bu olacaktır ama bir katakulli ile Meriç ‘e çekilir. Elbette bunun aslı yoktur ama inananı da az değildir.
Az sonra bir Türk kenti olan İskeçeye ulaşırsınız. Osmanlı dönemindeki merkezi Yenice ‘dir. Bir de Eskice diye bir yerleşim daha vardır bitişikte. Tütüncülüğü ve doğasıyla meşhurdur. Bir yangın Yeniceyi yakar ve merkez Eskice ‘ye taşınır. Eskice zamanla İskeçe ‘ye dönüşür halkın ağzında. Yunanlılar son noktayı vurur, Xanthi olur şehrin adı.
1371 ‘de Türk hakimiyetine geçer. Tüm Batı Trakyada olduğu gibi Konya ve Karaman kökenli Türklerin iskanıyla nüfus Türkleşmeye başlar. Tütüncülük ile büyür de büyür. Osmanlı sarayının yazlık sayfiyelerinden biridir. Abdülhamit sürgününün bir dönemini bu şehirde geçirir.
Kim bilir kaç kez geldim bu şehre. Genelde kışın ve pazarına. Çok soğuktur. Ayazı buz keser insanı. Benim gibi 12-13 derecede bile terleyen adamı titretir, serseme çevirir geldiğine pişman eder. Elbette ki bunun nedeni şehrin sırtını yasladığı ormanlarla kaplı Rodop Dağlarıdır.
Otobüs durağından az biraz ilerler saat kulesinin olduğu ana meydana ulaşırsınız. Elbette ki Abdülhamit döneminin ürünüdür saat kulesi. Meydanın etrafında bir şeyler yiyip içeceğiniz türlü türlü mekan bulunur.
Yokuşa yürür de eski kente girerseniz Balkanlardaki hatta yeryüzündeki en iyi korunmuş Türk mahallerinden birisine ulaşırsınız. 1850 ‘lerden sonra tütüne bulaşan herkesin bir evi vardır burada. Şehrin eski bir konaktan bozma etnografya müzesi de buradadır.
Buradaki en güzel işlerden biri her bir tarihi eve çakılı olan ve o evin kısa tarihçesini anlatan levhalar. O levhalardaki isimlerden şehrin ticaret hayatının neredeyse imparatorluğun tamamı gibi gayrimüslüm unsurların elinde olduğunu anlıyorsunuz.
Şehir merkezine dönerken de genelde depo benzeri aynı tarz yapılar ve art neuveau binalar vardır. Türk nüfusu Gümülcinedekilerden oldukça farklı bir görünümdedir.
Şubat ayı sonunda bir festivali olur.
Anlatacak şeyi az ama görecek yeri çok olan sevimli bir yerleşimdir.
Portolagos ve Fanari
İskeçeden bizim sınıra doğru ilerlerken İskeçe – Gümülcine yolunu henüz yarılamışken güneye uzanan yol Yunanistan ‘ın doğal alanlarından ilginç bir tanesine ev sahipliği yapar. Vistonida Gölü denilen bu sulak alanlar kuş gözlemi ve balıkçılık için idealdir. Uçsuz bucaksızmışcasına denize uzanan bu yerin kış manzarası harikadır. Kuzeyde tepeleri karla kaplı olarak uzanan, Balkanların Rodop kolu donuk maviliğin altında pürüzsüzce yayılan sulak alan ile karışır. Özellikle gün batarken sakin havalarda tozlu bir pembe kaplar göğü.
Gölün kıyısındaki iki küçük adacığın üzerinde Aya Nikolaos Kilisesi ve Pantanassa Şapeli yer alır. Kıyıyla bağlantısı uzunca ama dar bir tahta iskeleden ibaret olan Aya Nikolaos Kilisesi arka planında yer alan harika seyirlik görüşünün yanı sıra arada sırada mucizeleriyle de gündeme gelir. Nikolaos zaten çocukların da azizidir.
Son mucizesi Yunanistan ‘ın en ilginç vakalarından birisidir. Kıbrısta kanserden ölüp gömülen dokuz yaşında bir kızın bir süre sonra bir rahibenin elini tutarak tahta yoldan geçip şapele girdiği görülmüştür ama daha sonra girenler ne kızı ne rahibeyi ne kadar ararlarsa arasınlar görememişlerdir. Rahibenin Meryem Ana ‘nın kendisi olduğu kabul edilir kimilerince. Zaten Panagia Yunan dilinde Meryem Ana demektir. Mantıklı açıklaması elbette yoktur. Bence olması da gerekmiyor. Bazı şeyler gerçekten de biz sıradan insanların anlayabileceğinin çok ötesinde.
Kıyıya indiğinizde ise hafta sonları kalabalık ve eğlenceli bir pazarın bulunduğu yerleşim bölgesine ulaşılır. Pazarında türlü şey satılır ve her ne hikmetse AB normlarına uymayan Çin üretimi mamullerdir ekseriyetle.
Onun dışında büyük bir balıkçı barınağıdır. Bir zamanlar işlek bir ticari liman iken günümüzde kerhen yer alıyormuş gibi görünen gümrük binası yerleşimin geçmişle olan son bağıdır.
Bir iki küçük restoran vardır. Uğranılabilir.
Ama yazın plaj atraksiyonu bir daha doğuda kalan Fanari bölgesinin uzun ve canlı kumsallarında gerçekleştirilebilir. Gençlerin takılabileceği büfeler, kafeteryalar had safhadadır. Kimse kimseye karışmaksızın keyfine bakar. Tıpkı bizim Dalyan gibi bir tarafı deniz bir tarafı yüzülmeyen ama balık tutulan göletler şeklinde uzanır gider.
Denizde kıyısı gibi ince kumludur ve boyunuzu aşabilmeniz için epeyce açılmanız gerekir. Yemek işini çözümleyebilmeniz için yol boyunca pek çok karavandan bozma satıcıya da denk gelirsiniz. Genelde fiyatlar makuldur.
Gümülcine
Bir sonraki durak bölgenin başkenti Gümülcine. Aslında bir zamanlar iki kere kurulmuş Batı Trakya Türk Cumhuriyetinin de başkenti olan bu kente Yunanlılar Komotini demekteyse de yaşlı Rumlar bile köylerin halen Türkçe adını kullanmakta. Türk nüfus ağırlıklı bir yerleşim burası. Türkler yaka ve ova olarak iki parça adlandırmakta. Ova köyleri pamuk, yaka tütün, kiraz vb ile geçim sağlamakta. Köylerdeki Türkler feraceli vb de olsa bu geleneksel bir kıyafet. Yobazlıkla bir ilgisi yok. (Bazı zihniyet buralara da el atmaya başlamış)
2.yy da Mosynopolis olarak kurulmuş. Şu an şehrin on km kadar kuzeyinde devrin en büyük yerleşimi olan Maximianopolis ‘in hemen ardından en büyük ikinci şehir haline gelmiş. İlginçtir, Maximianopolis günümüzde tütün tarlalarının arasında yitip gitmiş, belli belirsiz bir kahverengi levhanın işaret ettiği, benim bile köpek vb çıkarda önüne katar kovalar diye girmediğim bir yerde duruyor.
1321’de Koumutzina ismi ilk kez kullanılmış. Bunu bizimkiler Gümülcine olarak kullanmış, günümüz Yunanlıları ise daha da bozarak Komotini yapıvermişler.
Draçla İstanbul arasındaki ana yolda olmasının yanı sıra Nimfea denilen yerdeki bir geçitten Filipe ve Stara Zagora ‘ya ulaşan ticari bir yola sahip olduğu için çok hızla büyümüş. Hatta günümüzde bu geçidin orada yapılan bir yol Bulgaristan ve Yunanistanı birbiri ile bağladı. Ama gümrüğü açmamakta direndikleri için bir şey değişmedi haliyle.
Her büyüyen şehir gibi başı dertten kurtulmamış. Haçlılar olsun, Bulgar çarı meşhur Kaloyan olsun şehrin tek sıradan ibaret surlarının ardına geçip dönemin geleneksel yağma ve katliam işlevlerini yerine getirmiş. Hatta şehrin hemen dışında Bulgar ordusu Latin ordusunu ezip yoluna devam etmiş.
Bölgenin fethi Türklerce 1400’ lere varmadan tamamlandığı için yöredeki yapılaşma kuruluş döneminden izler taşımakta. Misalen, camilerin hepsi standart beylikler dönemi yapılarını andırmakta, yani, İstanbuldaki gibi Aya sofyaya karşı yapılan Ayasofyacıklardan burada yok.
Dediğim gibi iki kez kısa süreli bir bağımsızlık macerası yaşamış. İttihatçıların gerçekten muhteşem organizasyon yeteneği, posta, basın, eğitim, diplomasi ve 30,000 kişilik bir orduyu tamamen bağımsız ve kendi kaynakları ile ortaya çıkarmış. Köylülerden oluşan ordunun 1878 savaşı sırasındaki yerel mücadelede Rus destekli Bulgar ordusunu maymuna çevirdiği yörenin az bilinen gerçeklerinden.
1913 yılında kurulan cumhuriyeti ilk tanıyanların arasında sıkı durum Yunanlılarda var. Hatta çok derin ittifak talepleri ile gelmiş Yunan delegasyonu Gümülcineye. Fakat diplomasi ve İstanbul ‘un basiretsizliği Gümülcine hükümetinin düşmesine neden olmuş. Ardından yapılan seçimde ise 7-6 Yunanistana bağlanma kararı çıkmış. Rivayete göre 7 kişilik Türk heyetinden Yunanistana bağlanma kararı veren zat ve günümüze kadar ulaşan türevleri halen Yunan hükümetleri tarafından kollanır ve korunur durumdaymış.
Balkan savaşlarında Bulgar girmiş. İkinci Dünya Savaşında da benzeri bir durum yaşanmış. Halen yaşlılar içinde Nazi askerlerini anlatan bir iki kişi var. Almanların sistematik ilerleyişi, her alışverişlerini nakit yapmaları ve en önemlisi bir gecede Tüm Yahudileri teker teker, ev ev toplayıp toplama kamplarına sevkettirdiği unutulmayanlar arasında. Bakmayın merkezdeki parkın girişinde bu Yahudi cemaati için kolpadan bir “Soykırım” anıtının olduğuna. Yahudilerin adreslerini kim vermiş onu açıklamalı Yunan hükümeti yada kilisesi.
Buradaki Türkler cunta döneminde çok çekmişler. Gerçi Yunanistandaki herkes istisnasız çok çekmiş o dönemlerde ama Türkler, Türk oldukları için biraz daha çekmişler diğerlerine oranla. Tarlalarına gidip de bir daha dönemeyen çok kişinin hikayesi gizlidir. Hatta, Batı Trakyalı gençlerin biraz vurdumduymaz vb olmasının bir nedeni de bu dönemlerde çok çeken ebeveynlerin çocuklarına aşırı düşkünlüğü ve bu acıları onların yaşamaması için yaptıkları fedakarlıklardır.
Türkiye insanı pek bilmez Yunanistandaki Türkleri. Zaten bilenlerde rahmetli Sadık Ahmet sayesinde duymuştur adını. Batı Trakya Türklerini örgütleyen, Yunan seçim sistemi ile dalga geçerek meclise girince Yunanistan seçim barajı uygulamasına gitmek zorunda kaldı. Yunan hükümetine göre Batı Trakya Türklerinin aslında Türk değil de Müslümanlaştırılmış zavallı Yunanlılar olduğu tezini yerle bir ediverdi. Sadece tek bir çağrısı köylerdeki Türkleri merkeze indirmeye yetti. Şaibeli bir trafik kazası ile öldü. Neden şaibeli derseniz, ölümüne sahip olan şoför “Sadık Ahmet ‘i öldürdüm” diyerek teslim olur. Kazanın olduğu yeri bende gördüm. Öyle pekte kazayla iki aracın çarpışacağı bir yer değil. Gerçi Türk cemaatinin içinde de Sadık Ahmet ‘in gözleri kötü görürdü, çok kaza yapardı diyenler var ama onlar her konuda Yunan düşüncelerini destekledikleri için olaylara ne kadar tarafsız yaklaşırsam yaklaşayım onların tarafsızlıkları konusunda pek emin olamıyorum.
Önce Gümülcine içinden bahsederek başlayacağım. Şehrin katedrali diyebileceğim Bizans stili 1976 yapımı güzelce bir kilise var. Önündeki alanda Trakyanın Türklerden alınmasına önemli katkıları olan metropolitin bir heykeli bulunmakta. 6 Ocakta yortu olduğu için kilise bayraklar vb ile süslenmişti. Parkın önünde halkın kılıç dediği ama ne olduğunu, neden dikildiğini kimsenin bilmediği bir kılıç heykeli var. Kılıcın tipi gladyoyu andırmakta. 2.Dünya Savaşındaki kayıpların anısına dikilmiş bir anıt gerçekte. Genelde şehir ile ilgili yer anlatımlarında burası tarif edilerek yapılıyor. Benim tercihim katedral mantığı. Kılıca göre tarif edersek yine de sol omzunuza göre, parkın yanında yunan haçı stilinde yapılmış beyaz bir kilise daha var. Yine sol omzunuz doğrultusunda ilerlerseniz tanımış markaların satışının yapıldığı mağazalar sıralanmakta. Avro bazında bizim fiyatlara eşit yada az bir fark var. Ama birim gelire orantılarsanız ortalama Yunanlı ortalama Türke göre daha ucuza adidas giyebilmekte.
Bu yolda giderken hemen sağda bir ermeni kilisesine denk geleceksiniz. Osmanlı döneminde inşa edilmiş bu yapı azda olsa kubbe kısmında Ermeni mimarisinin etkilerini yansıtmakta. Ardından ara sokaklara girdiğinizde gene güzel bir Bizans tarzı kilise ile karşılaşıyorsunuz. Yapıdan ayrı bir çan kulesi daha var. Oldukça yüksek olan kulenin manzarasının da oldukça iyi olduğuna inandığım için tırmanmayı düşündüm ama yetkili birini bulamadığım için cesaret edemedim. Burada yorum yapmadan duramayacağım.1250 ila 1850 yılları arasında bu mimari ile yapılmış bir kilise İstanbulda bile yok. Hatta patrikhanenin içerisindeki Aya Yorgi kilisesi bile bu tarzda değil. Fakat yunan milliyetçiliğinin yükselişi, diplomatik başarılarla topraklarının genişlemesi sürecinde Türk hakimiyetindeki alanlarda bile bu tarz mimari söz konusu olmuş. Bundan alınacak dersler var. Uyanık olmazsan başına gelene katlanmak zorunda kalıyorsun.
Ara sokaklardan platiaya gidene dek bir sokakta eski Türk evlerini görebilme şansınız oluyor. Zaten bu evlerden biri folklör ve etnografya müzesi gibi bir yer halihazırda. Ayrıca aynı yol üzerinde Heybeliadadaki eski rum evlerini andıran yapılarda çıkmıyor değil. Ara sokaklar sizi her mahallenin küçük meydanlarına çıkartmakta. Platia şehrin meydanı ve anladığım kadarıyla gece hayatına başlamak için buluşulan nokta. Aslında kılıcında tam karşısında kalıyor.
Platiadan yukarı doğru yürürseniz Pontus kilisesi ve manastırının yanında eski surlardan kalanları görebiliyorsunuz. Surlar burada da oldukça kalın. İç taraf otopark olarak kullanılmakta. Eğer düz devam ederseniz güzel, kagir, Osmanlı döneminden kalmış olması muhtemel bir yapı sizi karşılayacak. Özellikle bu civarda güzel binalar oldukça çok.
Öte yandan çarşı tipik bir Anadolu kasabasının çarşısı gibi. Hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Tahminen merkezdeki caminin vakfiyesi. Zaten saat kulesi, günümüzde var olmayan hamam caminin vakfiyesindeymiş. Yönetim, saat kulesini sular idaresine bağlamış. Cami çok çok güzel değilse de manevi açıdan duygular uyandırmakta. Elbette ki bakıma çok ihtiyacı var.
Gümülcine büyüyen bir şehir. Özellikle üniversitenin de açılmasıyla inşaat sektörü şahlanmış. Emlak fiyatlarının çok yüksek olduğundan yakınılmakta. Ayrıca gecelerin daha da hızlanmasına aracılık etmiş.
Kasaba içerisindeki Türkler küçük esnaf durumunda. Zaten Selanik’e değin ciddi bir sanayiden söz etme imkanımız yok. Kasabadaki Türkler içinde Yunanca konuşabilme olayı köydekilere oranla kat be kat fazla. Yaka köylerinde nüfus tütün ve kirazdan, ova köyleri ise pamukçuluktan ağırlıklı olarak gelir kazanmakta. Her ne kadar yıl be yıl gelirin düşmesinden, primlerin azalmasından yakınsalar da ciddi bir değişikliğe yönelik bir hareket yapılmamakta. Bunda yaşlıların yeniliklere karşı önyargıları ve kaygılarının yanı sıra genç kuşakların geleceğe yönelik herhangi bir planının olmamasının da payı büyük. Özellikle tütün inanılmaz derece angaryası olan bir iş.
Köylerde evler duvarlarla çevrili avlularda yer alan bir iki katlı hanelerden müteşekkil. Pek çok avlu birbirine bitişik ve küçük kapılarla bağlantı kurulan bir yapıda. İkiden fazla kat yok, zaten birkaç yıl öncesine değin kat çıkarmak, çatı aktarmak, köpek kulübesi, tandır vb yapmak izin gerektirmekte ve zorlu bürokratik prosedürlere sahipti. (Babamın böyle bir ortamda sakin kalabileceğini hiç sanmıyorum, düşünün adam adadaki gibi bahçesine havuz yapacak ve hükümette o Japon balıklarının, nilüferlerin üzerine beton dökecek). Öte yandan rum köyleri ise sokak dizaynı açısından daha düzenli. Kimi evler amerikan filmlerindeki gibi önlerinde sundurmaları, çim alanlarıyla göz okşamakta.
Gezim açısından Gümülcine merkezi taş çatlasın 3-4 saat sürebilir. Daha önceden de defalarca belirttiğim gibi gecelerin çok hızlı olduğu. Camiler, saat kulesi, birkaç Türk evi dışında bir şey kalmamış gibi görünse de 19.yy Osmanlı yapıları hala ayakta. Örneğin, askeriyedeki iki büyük bina Osmanlıdan. Pek bilindiğini sanmıyorum. Yöredeki ilk cami olan, Evrenos Gaziye ait cami adına yakışır şekilde zamanla savaşıyor. 2003’te Selçuklulara ait bir mezar taşı tahrip edildi. Bu tarih adına çok acı. Ama daha da acı olan Türkiyeden tek bir tarihçi bile ilgi göstermedi. Kim bilir tarih nasıl tezahür etti.
Yörede Maronya diye bir yer var. Sanırım yarım gün alabilecek bir alan Yakada, Rodop dağlarının yamacında Susurköy civarlarında Bizans döneminden kalan birde köprü mevcut. İskeçe ‘ye doğru eski bir Bizans yerleşiminden bahsediliyor. Tabii tüm bu yerler ancak hususi arabayla ulaşılacak yerler. Ben bisiklet ile gideceğim.
Ayrıca Balkanlar yazında kışında insanı çağırmakta. Tepelerin ardı Bulgaristan. Her gittiğimde tepelerine çıkmak istediğim; kışın kurt çıkar, yazın jandarma vb çıkar diye engellendiğim zirveler. Elbette çıkacağım Tatar inadını ne durdurmuş ki.
Geçtiğimiz yazlardan birinde tepedeki köylerden birine gitmiştik. Hakkında muhtelif rivayetleri olan bir mağara var. Mağaranın bir ucunun sınırın öteki yakasına, Bulgaristana ulaştığı ve kaçakçıların kullandığı denilirken, içine giren ve oldukça ilerleyen birisinin çıktığında dilinin tutulup saçlarının beyazladığı anlatılmakta. İçinden buz gibi bir su akan mağaranın içine girdim. Aşırı bir rutubet ve küf kokusu var. Ekipman ile biraz ilerleyebilirim sanıyorum.
Mağaranın olduğu yerin gidişi de dönüşü de Camel Trophy adeta. Yakınlarında bir kaç haneden oluşan izbe bir köy bulunmakta. Mağara yakınlarında da birkaç metruk ev yer almakta.
Gümülcine ‘nin çevresi
Gümülcinede kalıyorsanız vakit geçirmek için çeşitli atraksiyonlar yaratabilirsiniz.
Fenari ‘den bahsetmiştik. Yaz sezonunda olmazsa olmazlar arasında yer alır.
Otobandan değilde “yaka ” denilen Türk köylerinin arasından geçen eski yolu takip ederseniz Türk köylerine uğrama şansınız olur. Susurköy ‘ün biraz ötesinde eski bir Bizans köprüsü vardır. Zaten Gümülcine ‘den Selanik ‘e den uzanan yol mağaraları, pek bir şeyi kalmamış eski kentleri ve manastırları işaret eden oklarla bezelidir.
Bununla beraber Rodoplarda da çok sayıda yürüyüş ve tırmanış rotası vardır. Eğer gençlerden tanıdıklarınız varsa Gürlek denen yere ve oradaki mağaraya ulaşma şansınız da olabilir. Yolculuk gerçek bir işkence yada eğlencedir bakış açınıza göre. Toprak yollar şiddetli yağmurlarla yarılmıştır pek çok yerde. İlerleyemeyeceğinizi düşündüğünüz de olur vardığınızda nasıl döneceğinizi de.
Tüm gençleri çalışmak için yurtdışına giden Gürlek ‘te çok sayıda ev çoktan harabeye dönmüştür. Mağaranın önünde gençler mangal yaparlar ama fazlaca mağaraya girmezler. Bir ucunun Bulgaristan ‘a açıldığı söylentisi bir zamanlar giren gençlerin çıkmadığı, kurtulan tek gencin ise dilinin tutulduğu, saçlarını beyazlayıp delirdiği rivayeti ile süslenmiştir. İşin ilginci Bulgar tarafında da buna benzer rivayetleri olan mağaralar vardır ve düşen melekler efsanesi ile iş çığırından çıkarılmıştır.
Bir keresinde elimde ekipman olmaksızın şansımı denedim. Girişin hemen üç – dört metre ötesinde mağara alçalıyor ve daha alçak ve zeminle bütünleşik bir yarığa denk geliniyor. Rutubet kokusu da cabası. Gelmişken ilerleyeyim dediğimde yarığa kafamı vurdum ve ekipmansız karanlıkta gitmenin ahmaklığa ilk adım olduğu kararına vardım ve geri döndüm.
İşin acı yanı eğer buraya dek yanınızda yaşlılardan birisi varsa onun anlattıklarını dinlemek olacaktır. Eskinin kaybolan adetleri, Yunan hükümeti tarafından yok edilen köyler. Köylerden geriye kalan boş araziler işaretlenmiş ve Yunan tankçı ve topçusuna hedef olmuştur çoktan. İnsanın çocukluğunun geçtiği sokakların, ataların gömüldüğü mezarların hiçbir iz kalmaksızın yok edilmiş olması anlatılabilir bir şey olmasa gerek.
Bir başka atraksiyonumuz Nimfea ‘dır. Bir zamanlar Bizansa ait bir kale varmış. Gece geldiğim için görebilmiş değilim ama günümüzde şık bir restoran tepeden tüm Gümülcine ovasını görebilmenizi sağlar. Yine buraya çıkan yolunda virajlarla bezeli olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
Türkiye sınırına doğru giderken solda, ilerilerde büyükçe bir kayalık göreceksiniz. Burası da Petrion denilen yerdir ve tam tepesinde yer alan kilisesinin oradan gördüğünüz manzarası dışında bir numarası yoktur. Gene de treking için ideal bir yerdir ve zaten Maronia ‘ya doğru gidiyorsanız bir durup bakmakta fayda vardır.
Maronia bölgenin en büyük tarihi merkezidir ve gerçekten de eğlenebileceğiniz atraksiyonlar sunar. Bir zamanların bu önemli antik limanına ev sahipliği yapan şehrin küçük antik alanı görmeye değer. Bununla beraber sahili beni hayal kırıklığına uğrattı. Deniz kıyısı çakıllık, fırtına nedeniyle giremedim. Ama, özelikle karavanla gezegenler için güzel bir kamp alanı var ve gördüğüm en güzel ve temiz seyyar tuvalette burada yer almakta.
Burada güzel sahiller sadece Maronia ile sınırlı değil elbette. Etrafta güzel pek çok plaj var. Hep dediğim gibi genelde gençler tarafından tercih ediliyorlar ve ne satıcılar ne de başkaları tarafından rahatsız edilmeniz, kazıklanmanız mümkün değil.
Son olarak Feres olarak geçen ve bizim Ferecik dediğimiz köy irisi yerleşim de uğranması gereken yerlerden. Balkanlardaki ilk sultan camisi günümüzde kiliseye çevrilmiş şekilde varlığını sürdürüyor. Arada, hatta otobanın yakınında bile su kemerlerinden kalanlar dikkatli gözlere kendini ele vermekte. Dedeağaç ‘a giderken bir uğranılması gerekir diye düşünüyorum.
Dedeağaç
Benim ilgimi hiç çekmeyen ama son zamanlarda Türk turistlerce keşfedilen ve gözde bir mekana dönüşen bir yerleşim olan Dedeağaç aslında yörenin en genç şehri. Yunanlılarca Alexandropolis denilen yerleşim 1900’lü yıllarda tütüncülerle iş birliği yapan tren kumpanyasınca kurulmuş denilebilir. Yunan yönetimi gelince ismi de bu oluvermiş.
Güzelce, İstanbulla kıyaslandığında hesaplı bir şekilde deniz mahsulleri yenilebilen restoranlara ev sahipliği yapan uzun bir sahile sahip. Semadirek ve diğer Yunan adalarına da giden feribotlar buradan kalkıyor ve özellikle metronun otobüsleri İstanbul yolunda buraya girip bir iki kişiyi topluyor.
Ayrıca küçük bir kumsalı ve hemen bu kumsalın ardında yer alan bir kamping alanı var.
Tarihi nesi var derseniz çalıştığını hiç görmediğim deniz feneri kıyıda kendini göstermekte. Zaten şehrin simgesi de bu.
Ara sokaklarda da pek bir numarası yok. Ama gene de güzel ve hesaplı restoranlar arada da görülebilmekte.