Gün 2
Sabah erkenden çıktık. Otelci kadın bizi görmesine rağmen para falan sormadı. Biz ise hesaplarımız sapıtmasın diye verdik hemen.
Dün keşfettiğimiz mekanlardan birinde kahvaltı işini hallettik. Kadınlar belki de komünist zihniyetten devrolan bir zihniyetle hemen hemen her iş dalında kendilerinden gayet emin bir şekilde çalışmaktalar.
Gece kat ettiğimiz yolu gündüz gözüyle görüyoruz. Yol üzerinde ilkin Visikopetrovsky Manastırı’na uğruyoruz. Pek çok ilginç yapıyı bünyesinde barındıran bir yapılar topluluğu. Lonely Planet burası için Yukarı Aziz Peter Manastırı demekte. Şehrin en eski kiliselerinden birisi. Hatta ortasındaki katalikon kısmı ülkedeki en eski rotundalardan birisi olarak kabul ediliyor. Deli Petro ‘nun akrabası bir boyar ailesi bu kiliseye pek çok yatırım yapmış ve aile mezarlığı olarak kullanmışlar.
Kilisenin bir bölümüne giriyoruz. Yaşlıca bir kadıncağız var. “Dobre jutro moja babuska” diye seslendim ve içeri daldım. Kadıncağız uzun zamandır görmediği torununa sarılır gibi sarıldı bana. Sağ olsun, fotoğraf çekmenin yasak olduğu odada gönlümüzce fotoğraf çekmemize izin verdi hatta zorladı bile. Bizse kadıncağızın başı bizden sonra ağrımasın diye abartmadık. Ahşap işçiliği bu memlekette aşmış zamanında.
Unutmadan, karşımdaki bina belediye binasıymış.
İlerlemeye devam edip Kuznetsky ‘den içeri girdik. . Geceye nazaran sokaklar sakin elbette. Yadsınamayacak miktarda kadın sokaklarda. Bakımlı insanlar hemen hepsi. Pejmürde yada kaba birisine henüz rastlamış değiliz.
Bolşoy gündüz gözüyle pek ihtişamlı görünmedi. Bizse TSUM ‘a girdik. Yaşlı bir kapıcı bize kapıyı açtı. Gün itibariyle Moskova’nın en döküntü iki tipi olmamıza rağmen bize gösterilen bu ihtimam beni şımartmadı değil. Muhtemelen bizi berduşlar kralı ve veziri gibi algıladı da içeri aldı diye düşündük.
Katları dolaşmaya başladık. Markaların çoğunu duymuşluğum yok. Ya da fashion tv de erkeklere denk gelip kanal değiştirene dek ekranda ve dolayısıyla aklımda kalan markalar çoğu. İndirimli 100 dolara bulduğum bir çift çorabı ayağıma olmayabilir diyerek almaktan vazgeçtim. Kemerlerde de indirimler vardı. Özellikle 1200 dolardan 999 dolara düşen bir kemeri de beğenmemiş değilim.
Kadın elbiseleri ise daha pahalıca. Anadolu’nun iç kesimlerinde moda olan basma elbise Moskova’da 5555 dolara alıcı bekliyordu mesela. Anadolu kadınının bu pahalı giyim zevkini açıklamakta hala zorlanıyorum. Şaka bir yana tüm kılıksızlığımıza rağmen bir şeyler alacağımıza inanıp da bizimle ilgilenen satışçı kızları anlayamadım. En sonunda buradaki tuvaleti kullandım. İsabetli bir kararmış. Devasa bir yer, mis gibi kokan bir ortam. Ve bu lüks mekanın harikulade tuvaletinde kullanılan tüm malzeme Türk malı…
Çıktık, Kuzneysky Most‘u yani demirci köprüsünü de aşıp Kitaygorod ‘a doğru saptık. Kitaygorod Çin mahallesi demek. Çine ait ya da Çinliyle özdeşleşmiş herhangi bir şey görmedik. Aslında Amerikan filmlerindeki gibi bir Çin mahallesine benzer bir şey görebilir miyiz diye kendi kendime soruyordum. Cevabını almış oldum. Bir miktar daha ilerledik. Sadece ruhsuz binalar ve uçsuz bucaksız, sayısız park…
Kitaygorod metro istasyonundan Varvarka Caddesi boyunca yürümeye başladık. Burası bir nevi kiliseler caddesi. Sırasıyla Aziz Corç, Katedral, Aziz Maxim ‘in Kutsanmış Kilisesi ve Azize Barbara kiliseleri sıralanmakta. Buradaki eski kiliselerden Aziz Maxim ‘in Kutsanmış Kilisesi’ne girdik. İçinde pek bir numarası yoktu.
Bu sırada, tekrar geri dönüp nehir tarafında turistlerden oluşan kalabalığa karışarak ahşap bir binanın bahçesine indik. Burası Romanoflardan önceki çarlık ailesinin rezidansı ya da daha doğrusu sarayıymış. İlk dönemlerinde Romanoflarda burayı kullanmış. Girenler içerisinde pekte bir şey olmadığını söylediklerinden girmedik.
Bu sırada İngiliz evi denilen bir yapı daha var. 1. Elizabeth Korkunç İvan ‘a bir elçi göndermiş. Önceleri elçiler ardından da İngiliz tacirler burada konaklamışlar.
Yol bizi Kızıl Meydan’ın sonuna Sen Basil Katedrali’ne getirdi. Katedral girişinde Minin ve Pozorsky ‘nin heykelleri yer almakta. Bu iki tipleme 1612 yılında Moskova Polonyalılar tarafından işgal edildiğinde, Nizhni Novgorod’da gönüllülerden bir ordu oluşturup şehri kurtarmaya gelirler ve Polonyalıları püskürtürler.
Katedral ise resimlerde görüldüğü gibi bir yapı değil. Benim için daha önceden de dediğim gibi bir hayal kırıklığı oldu. Hele üç euroluk girişini duyunca girmedim bile.
Korkunç İvan katedrali inşa ettirmeye 1555 de başlamış. Kazan ve Astrakhan hanlıklarının ortadan kaldırılmasının anısına bir nevi şükür amaçlı olarak yaptırmış. Kremlin’i koruyan hendeğin hemen yanı başında, resmi adı “Hendeğin Tanrının en kutsal anasının koruması kilisesi” olarak isimlendirilmiş. Bu tarz soğan kubbeler Rus mimarisinde bir ilk. Yapıldığında kubbeler tek renk iken zamanla, özellikle de 1680 ‘lerden sonraki süreçte günümüzdeki renklerine kavuşmuş.
1919 ‘da kızıllar son baş rahibi “milliyetçi” olduğu için idam edip 1923 ‘te müzeye çevrilmiş. Stalin ‘in yapıcı planları arasında burayı yıkmakta varmış ama bir şekilde kilise tam anlamıyla bundan yırtmış. İyi de olmuş. İçi değilse de dışı gerçekten güzel.
Çıktıktan sonra Minin ve Pozarski heykellerinin az ilerisinde, sağda yuvarlak bir alan göreceksiniz. Burası “lobnoe mesto”. Halka açık idamların yapıldığı yer burası imiş.
Kızıl Meydan’dayız şimdi. Alman bir genç, komünizmin son zamanlarında pır pır uçağıyla stepleri aşıp burada iniş yapmış ve tutuklanmıştı.
Bir zamanların Moskova’sının ana merkez pazarı günümüzün turizm merkezi konumunda. İlk çarlar burada taç giyerlermiş. ( Düşünsenize çar taç giyerken birileri alışveriş derdinde olacak) Kızıl ismi (ya da kırmızı) Rusçada iki anlama gelen “krasnaya” kelimesinden gelme. Krasnaya ayrıca güzel anlamına da gelmekte.
1571 ‘de Kırım Tatarları Moskova’yı bastığında Kremlin dışında kalan şehrin önemli bir kısmını yakarlar. Kızıl Meydan o zamana dek Veliki Torg ya da Torg olarak adlandırılmaktadır Moskovalılarca. (Büyük Pazar ya da sadece pazar) Bu olaydan sonra “pozhar” (eski Rusça yakılmış yer) olarak anılır olmuş.
Ortada Lenin mozelyumu var. Biz gittiğimizde bakım nedeniyle kapalıydı.
Meydanın sonunda, sağda güzel, parlak ve canlı renklerle boyanmış bir kilise daha var. Bizdeki güdük minareler misali kısa bir çan kulesi de yanında durmakta. Bu Kazan Katedrali.
1625 ‘te ahşap olarak yapılmış ama 1632 yangınında kül olmuş. Yeniden ama bu kez tuğladan inşa edilmiş. 1936 ‘da Stalin, Kızıl Meydan‘ın halk törenleri için kiliselerden arındırılması emri sırasında yıktırılmış. (St. Basil ucuz atlatmış) 1997 ‘de tekrar inşa ettirilmiş.
Bana sorarsanız, güzel bir yapı ama o aradaki bina kalabalığı için de zoraki ve iğreti bir şekilde duruyor.
Karşımızda, meydanın sonunda kırmızı, kiremit renginde, yüksek, masif bir yapı var. Bu, Devlet Tarih Müzesi olarak çevirebileceğimiz yapı. Buna girmedik ama yanında bir müddet soluklandık.
Buradan Kremlin’e giriyoruz. Eskiden çarların günümüzde ise ahir zaman çarı Putin ‘in kaldığı yer bu iç kale. 1156 yılında Moskova kurulduğunda etrafı ahşap bir savunma duvarı ile çevrilmiş ve bu yerleşim bir gorod (şehir) olmuş.
Napolyon Moskova’dan çıkarken Kremlin’i de yok etmeye karar vermiş. İç kalenin ve içerisindeki yapılan çoğuna patlayıcılar yerleştirilmiş. Çıkan yangında Kremlin ve civarı üç gün yanmışsa da bu süreçte başlayan şiddetli yağmur önemli noktalardaki patlayıcıların infilak etmesinin önüne geçer.
Komünist devrim başkent ünvanını Moskova’ya geri getirirken bazı dini yapıların işlevinin değiştirilmesine hatta ortadan kaldırılmasına neden olur.
İçinden bahsedelim artık. Katedral Meydanı Kremlin’in kalbi olarak nitelendirilebilir. Dormition Katedrali çarların taç giydikleri katedral. Kriptası da çok sayıda patriğin son evi. Anunciation ve Başmelek Mikail katedralleri buradaki yapılar. Biraz içeride ise 12 havari Katedrali ve Meryem’in bel kuşağının bir şeyi katedrali var. (kusura bakılmasın günlük hayata bile kullanılmayan yunanca terimleri pek bilmiyorum)
Kuzey köşesine cephanelik ve hazine yer almakta. Kremlinin en görülesi yeri bu kısımlar. Vaktiniz varsa kremlin tam bir gününüzü alacaktır. Bu kısmı anlatmıyorum, çünkü neresinden başlayacağımı bilmiyorum. Rusya’nın imperyal döneminde toplayabildiği –ve komünistlere kaptırmadığı- her şey burada.
Kremlin içindeki en bilinen unsurların başında Spaskaya Kulesi gelmekte. Bu kule tepesinde kızıl yıldızın olduğu kule. Çarlık döneminde çift başlı kartal yer alırken komünist devriminden sonra 1935 yılında kızıl yıldız yerleştirilmiş. Kule girişinde yer alan önemli bir ikona komünizm döneminde üzeri kapatılarak görünmez hale getirilmişse de Yeltsin döneminde tekrar üzeri açılmış.
Yanı başında ise GUM adında daha da büyük bir alışveriş merkezi var. 1893 ‘te açılmış. Geceleri ışıl ışıl aydınlatılan bu mekanın da içine girdik. Nasıl derler,” cream de la cream” bir ortam. Böyle yerlere gireceğimi bilseydim biraz daha iyi giyinirdim.
Kremlin ‘in etrafında neredeyse yarım tur attıktan sonra dün gece turladığımız Aleksandr Bahçeleri’ne gündüz gözüyle tekrar girdik. Girişte, nöbet tutan askerlerin yanında yanmakta olan “meçhul asker anıtının” yanından geçip ilk bulduğumuz banka oturarak dinlenmeye başladık. Ortalık cıvıl cıvıl. Güneşli bir Moskova gününde herkes sokaklarda sanki. Biz ise yayılmış, güneş altında terlesek de bunu umursamaksızın geleni geçeni seyrederek vakit geçiriyoruz.
Şimdiki hedef Kurtarıcı İsa Katedrali’ne ulaşıp Kırımski Köprüsü’nü aşıp adaya çıkmak. Bunun için yürümeye koyulduk gene.
Yol üzerinde beyaz, büyükçe bir bina olan Lenin Kütüphanesi’nin yanından geçip yürüyüşümüze devam ettik. Yolun sağında Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi var. Ruslar dünyanın türlü köşesinden toplayıp da Petersburg’taki Hermitaj Müzesi’ne koyamadıkları ne varsa buraya koyduklarından oldukça zengin bir müze burası da. Vakit darlığından giremedik içerisine.
Tam karşısında, nehir tarafında özel bir galeri var. Gluzanov Galerisi. Bunu da pas geçtik.
Nihayet vardığımız Kurtarıcı İsa Katedrali oldukça yüksek bir yapı. Öğrendiğime göre dünyanın en yüksek Ortodoks kilisesi imiş. Plan aşamasında Aya Sofya benzeri bir yapının inşa edilmesi söz konusu iken bittiğinde Berlin’deki katedrali andıran bir yapı ortaya çıkmış. 1883 ‘te yapılan orijinali 1931 ‘de bizzat Stalin’in emri ile yerine Sovyet Sarayı adında bir bina yapılması için yıktırılmış. Bu bina yapılamamış bir türlü, Stalinden sonra gelen Kruşçev akıllıca bir hamle ile inşaat alanını bir havuza çevirerek “dünyanın en büyük açık halk havuzu ” haline getirmiş. 2000 yılında ise uzun süren inşaatın ardından tekrar inşa edilip halka açılmış.
Yeni bir yapı olması nedeniyle oldukça temiz bir görünümü var. Özellikle altın yaldızla kaplı kubbeleri güneşte ihtişamla parıldıyor. Özellikle yapının etrafını saran, Rus tarihinden betimlemeleri içeren rölyefler oldukça güzel. İçine giremedik, çünkü giriş sırasında Moskova’daki diğer yerlere girişte karşılaşmadığımız ölçüde bir sıkılıkta bir kontrol var. Bendeki çakıların yanı sıra zaten fotoğraf makinası ile girişe izin verilmemesi nedeniyle kapıdan döndük. Aptalı oynayalım dediysem de gene giremedik. Alt kattaki müze kısmına da girişimiz mümkün olmadı. Burada da aynı terane söz konusu.
Nehrin ortasında bir yelkenliyi andıran bir yapı var, anıtmış. Büyük Petro Anıtı. Rus Donanması’nın kuruluşunun 300. Yılı anısına 1997 ‘de inşa edilmiş. Donanmanın kurucusu elbette ki bizim Deli Rusların ise “büyük” Petro’su.
Anıt oldukça yüksek. Ama bence bunun yeri Petersburg olmalıydı, Moskova değil.
Adaya ulaşınca artık karnımızı doyuralım deyip bir McDonald’s ‘a kapağı atıyoruz. Buradaki Mc ‘ler bira da satmakta. Ucuza ve hızlıca karın doyurmak için uluslar arası fast food zincirleri ideal. Eğer yerel bir hamburgerciye girseydik inanılmaz bir zamanı kaybedecektik beklerken. Can sıkıcı olan ise yüzlerine baktığınızda Orta Asyalı akrabalardan olduklarını anladığımız kızların zerrece Türkçe konuşamaması ve Sırpça bile sorduğumda Rusça ile bağlantı kurup yanıt veremeyecek bir yapıda olmaları oldu.
Adadaki ilk hedefimiz Danilov Manastırı. Rus manastırları da kalemsi yapıları ile oldukça sağlam bir direniş noktası olarak görülebilirler. Rus- Ortodoks kilisesinin merkezi ve Rus Patriği’nin resmi ikametgahı burası.
1303 ‘te Aleksandr Nevsky ‘nin oğlu Daniil için bu yapı yapılır. 1591yılındaki Tatar akınından sonra etrafına surlar yapılıp savunma kuleleri inşa edilir. Ama gerek Polonyalıların gerekse Fransızların işgallerinde manastır yağmalanmış. Gerçi Fransız işgalinden önce manastırın önemli ve değerli parçaları ülkenin içine taşındığı için pek bir kayıp olmamış.
Manastırın için büyük bir alan kaplamakta. Ana kilise tipik, uzaktan devasa görünen ama içine girildiğinde pekte büyük olmayan bir yapı.
Buradan çıktık. Artık yorgunluk had safhada ve yeni ayakkabılarım ayağımı vurmaya başladı. Gene de Donskoy Manastırı’na vardık. Donskoy Manastırı’nın da etrafı surlarla çevrili ama ana giriş ve dolayısıyla merkezi binalar birbiri ile iç içe olduğundan devasa bahçesi geride kalmakta. Burası sanırım halka daha yakın gelmekte, pek çok insan burada umutlu bir şekilde bekleşmekteydi. Burada bulunan bir ikon çok önemli sayılıyor. 1380 Kulikovo Savaşı’nı bu ikon sayesinde kazandıklarına inanıyorlar. Ayrıca 1591 ‘de Kırım’dan gelen dedelere de bu ikonu gösterince han savaşmadan geri dönmüş.
Yürümeye devam. Ayaklarımda derman kalmadı. Tekrar Moskova nehrine vardık. İleride, köprünün karşı kıyısında, solda Novospassky Manastırı ve sağ tarafta ise …. Var.
Köprüyü geçtiğimiz de zarif bir gölete denk geliyoruz. Ördekler, kuğular içinde yüzmekte, aileler çocuklarıyla etrafında dolanmakta. Ülkeme gelen Rus turist profilinden çok farklı bireyler bunlar. İlginç olan bir nokta ise burası oldukça sapa ve tenha bir yer olmasına rağmen etrafta polis bulunmaması. Gerçi şehrin hemen hemen hiçbir yerinde polise denk gelmemiştik.
Yüksek kulesi, asacak bir yer bulamadıkları için bir kenarda tuttukları çanı görmeye değer nesneler.
Çıkıyoruz. Otelden çok uzaktayız ama yürüyeceğiz. Yürüyoruz da… Ayaklarım için öldürücü olsa da yapıyoruz bunu. Yol üzerinde Stalin ‘in Alman savaş esirlerini çalıştırarak inşa ettirdiği yüksek binalardan birisinin fotoğraflarını çekiyoruz. Moskova güzel, samimi bir şehir. GPS ‘in işlemediği yerlerde Rus halkı elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyor. Keşke bildikleri tek dil Rusça olmasaydı.