Palermo
Çok geç bir saatte vardık şehre. Ya da yeni günün ilk dakikalarında da denilebilir. Oteli kolaylıkla bulduk. Bulduk ama kapı duvar. Tüm zillere bastım sadece ihtiyar bir adam çıktı pencereye. O da İngilizce bilmiyor. Sonra üç kız çıktı. Amerikalılarmış. Gece hayatı çıkmak istediklerinden sorularımı pek baştan savma cevapladılar. Otelciyi aradık telefon kapalı.
Giriş katındaki bara girdim. Durumu anlattım dilim döndükçe. Tabii adamların İngilizce benim Almancamdan hallice. Birkaç kez otelciyi aradılar. Onlar da ulaşamadılar. Başka bir otel diyorlar da bu saatte nereden otel bulabilirim ki. Bizim için otelde arıyorlar. Nispeten İngilizce bilen gençlerden biri “umarım yer bulabilirler” diyor. Telefon eden adamın konuşmalarından bambinoyu, madreyi, turisti seçiyorum. “Tamam kucaktayız bu gece” diyorum, “kol böreği gelecek”. Yıldız yılgın, neyse ki oğlum durumu kaale almıyor. Benden geçen genler “anlatacak bir şey çıktı” düşünce yapısını taşımış olmalı. Ama gene de bir baba olarak ailemi bu durumda görmek ve bir şey yapamamak koyuyor derinden ince ince.
Bu sırada telefonla konuşan bar sahibi gülümseyerek omzuma bir şaplak indiriyor. Telefondaki kadar hızlı olmasa da kendi dilinde bir şeyler anlatıyor ama ben bir şey anlayamadığımdan “ok, ok” deyip gideceğim otelin adını söylüyor önce. Tüm anlayış kapasitem sıfırlandı. Üşenmiyor otelin adını bir kağıda yazıp nasıl gideceğimi anlatıyor ışık hızında. Ben gene donmuş durumdayım. Adam “bu saatte bu geri zekalıyı kim gönderdi” demek yerine taksi çağırıyor.
Gelen taksiler buraya giremediğinden yanımıza birini katıp taksiye gönderiyor bizi. Taksi ne sürede otele ulaştı hatırlamıyorum. 8 euro tutan parayı ödeyince kendime geliverdim. Başta da epeyce saydırıverdim. Ama en azından otele girdik. Eski görünümlü ama duvarları rutubet kokan bir oda ama yapacak bir şey yok.
Ertesi sabah erkenden kalkıyorum. Otelin yeri ile geldiğimiz yerin arasında pek bir mesafe yokmuş ama gece gece de yürünmezmiş. Palermo’nun adı çıkmış, hırsızı, iti, kopuğu ile anılır olmuş. Taksi ile gideriz diyoruz. Sabah kahvaltıdan sonra otelin ücretini de ödüyorum. Gece para almamışlardı, “bu saatte para ile uğraşmayın, yorgun görünüyorsunuz” demişti girişteki yaşlı kadın anlaşılır bir İngilizce ile. Meğer bu otel Palermo’nun en iyi üç butik otelinden biriymiş. Çokça da bir para ödemedim doğrusu.
Neyse elimizde bavul, yürümeyelim, zaten giren girdi, batan battı deyip taksi tuttuk. Şaka maka epey yol varmış arada ve gece ödediğim kadar bir para ödedim.
Neyse, girdik daireye. Eşyaları bırakıp bizim tayfa ile bulaşmak için onların hostele doğru ilerledik.
İlk hedef Pretoria Meydanı. Burada meydanla aynı ismi taşıyan içi çıplak su perileri ve türlü gudubet tipleme ile dolu büyükçe bir havuz var. Havuz o denli büyük ki tüm meydanı kaplamış. Etraftaki gerçektende palazzo olabilecek bir palazzo ve yanında da büyük bir kilise var. Yapılar Katanya’dan oldukça farklı. Siyah değil, bunun yerine kum rengi yapılar mevcut.
Paraya kıyıp kilisenin içine giriyoruz ama oldukça karanlık bir yer. Muhtemelen çektiğim hiç bir fotoğraftan hayır gelmez bu noktada. Altara yakın noktadaki küçük kubbeyi saymazsak bazilika tarzı bir kilise ve tavanı çok güzel boyanmış.
Burada fazla oyalanmadan sahile dek uzanıyoruz. Yol üzerinde çok sayıda hediyelik eşya satan dükkan var ama işletenler Çinliler, Romenler vesaire. Romen çocukların olduğu bir dükkana girdik. Braşovlularmış. Hemen bir Braşov muhabbeti koyarak magnetleri kaptık.
Sonunda Piazza Spiasimo ‘yu da aştıktan sonra deniz kıyısındayız. Nasıl desem bilmiyorum; biraz mağribi, biraz Avrupai acayip bir yer burası. Burada turist trenini görüp kalkış noktasını keşfederek araca atladık. Böylelikle yürüdüğümüz yerlerden tekrar geçip çift dikiş yapmaktan kurtulduk. Görmediğimiz yerlerden de geçerken görmeğe değer mi, gideceksek ne kadar taban tepeceğiz sorularının yanıtlarını da bulmuş olduk. Buradaki turun en artı ve diğer gezi trenlerinden farklı tarafı ise katedralde 15 dakika kadar bir mola veriyor olmasıydı.
Sicilya’nın başkenti Palermo’nun katedrali şehrin Ulu Camii’nin üzerine kurulmuş devasa bir yapı. Bir iz kalmamış tabii. Devasa yapının içinde, zeminde burçları gösteren bir çizim var. Yapının içi beyaz ve bu da yapımı iki yüz yıldan uzun süren katedrali diğer gördüğüm benzeri yapılara oranla çok daha aydınlık yapıyor. Sicilya’yı yöneten Norman Kralları’nın da mezarları da burada.
Çıkıyoruz ve trenle yolumuza devam ediyor ama son durağa kadar gitmiyoruz. Palermo’nun en meşhur ve en dehşetli yeri Kapuçin Manastırı’nın kriptası. Ama yol uzun.
Porto Nuovo denilen kapıyı aştık. Burada İnebahtı Savaşı’nın anısına kapının girişinin iki yanına da ikişer tane Osmanlı denizcisinin heykeli yerleştirilmiş. Solda müze olarak kullanılan Norman Sarayı ve onun şapeli var. Anlaşılan bir nevi askeri müze gibi bir şey. Bahçesinde turluyoruz. Birazca yüksek bir yer olduğu için sağı solu görüyoruz. Farklı bir yerlere giriyor gibiyiz.
Palermo bu yıl lige çıktı ve daha da önemlisi Katanya küme düştü. Yer gök Palermo’nun eflatun renkli bayrakları ile bezenmiş. Sanki bizde bir Anadolu kentinin yada İstanbul’un kenar mahallesinin seçim öncesi görüntüleri gibi. Manzara değişti. İnsanlar kılıksızlaştı, binalar hırpanileşti.
Sonunda manastıra varıyoruz. Aslında manastırın kendisinin bir numarası yok. Burasını meşhur eden 17.,19. yy arasında gömülen on bine yakın Palermolunun konuk edildiği kriptası. 3 Euro verip geziyorsunuz. Başta Mete’nin burada rahatsız olacağını düşündüm ama takılmadı. Pek bir mantık dışı bulmuş olacak ki pek tınmadı. Bana gelince canım sıkıldı, ölmüş gitmiş insanların halen böyle freak show gibi sergilenmesine karşıyım.
İnsanlar cinsiyet, yaş hatta meslek gibi ayrımlarla çeşitli dehlizlerde, raflara yerleştirilmiş. Pek çok ceset çoktan çürümüş gitmiş ya da bir anlam ifade etmeyecek şekilde deforme olmuş. Bununla beraber azımsanmayacak sayıda örnek de sağlam kabul edilebilir durumdaydı. Giysiler vb her şey duruyor. Kadın, erkek çoğu yerde ayrı ve kadınlarda ilk sıra bakirelere verilmiş.
Ama burada en meşhur mumya iki yaşında ölen ve doktor babası tarafından mumyalanan Rosalia Lombardo‘nun cesedi. Koridorda, bir camekanın içinde sergileniyor. Meşhur, çünkü çok canlı duruyor, meşhur çünkü kimi gözleri kapalı diyor kimisi ise açık. Bunu fotoğraflamışlar da. Bu da gizem katıyor duruma. İşin aslı, gözler hafif aralık bırakıldığı için bulunulan açıya göre algıda farklılık oluşuyor. Buna karşın öyle fotoğraflar var ki insan “acaba” demekte. Hatta aşağıda kızın iki saatlik bir süreyle çekilen seri fotoğraflarından oluşan kısa bir film var ki… Yorum sizin.
Ben fotoğraf bile çekemedim hatta doğru dürüst çocuğu göremedim. Camın kirliliği, durmadan yasak olmasına rağmen flaş patlatan ahmaklar nedeniyle zaten loş olan ışıkta iyi bir fotoğraf alamadım. Görebildiğim kızın epeyce sarı bir benzinin olduğuydu.
Neyse ki paraya kıyıp manastırdaki resimleri içerir bir set satın aldık çıkışta.
Çıkışta bir nikaha denk geldik. Böyle şeyleri kaçırmadığımız için hemen daldık. Ama papazlar konuştukça konuşuyor, tören uzadıkça uzuyordu. Sonrasında papazların biri elinde haçla sokağa çıkıp yürümeye, kilisedeki kalabalıkta ilahilerle onu takip etmeye başlayınca biz de dayanamayıp kente dönüşe geçtik.
Görmemiz gerektiğini düşündüğümüz yerlerin listesini tamamladıktan sonra sokaklara bıraktık kendimizi. Mafyaya denk gelmedik ama bir güzel gezdiğimizi söyleyebilirim.