Venedik’ten dönüş yoluna çıkıyoruz. İlk gün geldiğimiz yolun tersinden gidiyoruz bu kez. Her nedense yol bu kez daha da uzun geliyor. Hava daha da güzel. Yollarda dünyalar güzeli Autogrill ‘lerde gene kıymetli zamanımızı yitiriyoruz. Yol hep aynı. Sadece Slovenya’da şöyle değişik bir uygulama var. Turistik yada tarihi yerleri işaret eden kahverengi levhalar burada oldukça büyük ve üzerlerinde işaret ettikleri yeri betimleyen şekiller yer almakta. Yol üzerinde bir mağara işaret edilmekteydi.
Saat 2 gibi Ljubljana ‘ya giriş yaptık. Ufak bir ülkenin şirin başkenti burası. Yaklaşık 300,000 nüfuslu şehrin sokaklarında Avusturya etkisi görülmekte. Zaten Habsburg yönetiminde kaldığındaki uzun dönemde Leibach adı ile anılıyordu. Ljubljana Nehri şehri ikiye bölmekte. Sokaklarda çok sayıda bisiklette görülmekte. Pahalı markaları satan dükkanlarda mevcut.
Gelelim gezimize. Öyle çok sayıda gezi imkanınız yok. Ülke küçük, şehirde epeyce küçük haliyle. Ljubljana Nehri ‘nde tekne turu yapabilirsiniz ama tekneler pek iğreti. İçlerine adım atsanız sanki teknenin zemini delinecekmiş gibi bir intibah yaratıyor insanda. Genelde gezilecek noktalar kalenin de olduğu güney yakasında yer almakta.
Güney yakasında otobüsümüzden indik. Burada şehrin merkezi olan Canavarlı Köprü ( zmasjski most ) görülebilir. Ljubljana ‘nın simgesi kanatlı bir ejderha. Tek gözlü köprünün her iki yakasında da toplamda dört ejderha yer almakta. Zamanında etkisiyle ejderhalar yeşile dönmüş. Sırtınızı kaleye verip köprüden dümdüz ilerlerseniz tren garına gidiyorsunuz. Notlarıma göre otobüs terminali de garın yanı başında.
Nehrin güneyinde bir set oluşturulmuş, dükkanlar var. Uzunca leş gibi pis kokan bir kafeteryası var. Koku tarif edilir gibi değil. Bir iki gün dondurucunun çalışmadığı bir kasap dükkanı gibi kokuyor ortalık. Bürek almak için uğramıştık. İyi bir şans sonucu bulamadan döndük. Tam karşısındaki, diğerinden pekte farklı bir kokusu olmayan diğer dükkana gittik. Bürek bildiğimiz börek. Tatsız bir peyniri var ve aşırı derecede yağlı. Yiyemedik attık. Ayrıca menüde baklava ve tatarska omara isimli kulağa tanıdık yemeklerde gördük. Ama nasıl olduklarını öğrenemedik. Satıcı kadına laf anlatmak o denli zor oldu ki anlatamam. Akıncıların taşıdığı kültür mü yoksa Sırplardan eski Yugoslavya döneminde Slovenya ‘ya bir aktarım mı bilinmez. Hoş, gezen bazı gruplar havan vb gibi bazı mutfak araçlarını da görmüşler.
Çok çok az yürüdüğünüzde başka bir köprüye geliyorsunuz. Doğrusu üç köprüye birden gelmiş oluyorsunuz. Burası Tromostovje Köprüsü ve şehrin günümüzdeki merkezi. Köprü şehre pek çok eser kazandıran mimar Plecnik tarafından inşa edilmiş. Turizm bürosu da burada. Buradan şehirde ve ülkede yapabileceklerinizin bilgisini bulabilir ve harita vb temin edebilirsiniz. Nehrin karşı kıyısında ise pembeli, kırmızılı Fransisken kilisesi bir heykelin arkasında durmakta. Heykel ülkenin meşhur şairlerinden Preseren ‘e ait. Bu küçük meydan da şairin adını almış. Kilisenin sağında beyaz, büyük bir yapı daha duruyor. Ötelerde ise büyük art neuveau yapılar kendilerini göstermekte. Ama benim en hoşuma giden yapı solda kalan kuleli yapı oldu. Kuleli yapılara Prag’tan beri zafiyetim var.
Buradan sonra nehrin yukarı kıyısı güzel binalarla işli bir şekilde uzanmaya başlıyor, aşağı kıyı ise kafeteryalarla dolu, güzel bir yürüme yoluna sahip. Burada da güzel ve seyre değer yapılar var. Yukarıda bahsettiğim gezi teknelerine de buradan binilebilmekte.
Meydana dönerken bir paralel sokağa girdik. Meyve ve çiçek pazarları mevcut. Genelde meyve pazarında elma satılmakta. Çiçek pazarı ise gayet güzel, tam anlamıyla misler gibi kokmakta. Burada su içecek bir de çeşme var. Su serin ve tadı da gayet güzel. Amerikan filmlerindeki fıskiyeden içilebilen tarzda. Burası tam anlamıyla Vodnik heykelinin ardında kalan alanın yanında.
Zeminle işimiz bitti. Kaleye doğru yöneldik. Kaleye funikular ile çıkılmakta. Yürünebilir ama buna değeceğini sanmam. Gereksiz zaman kaybı. Çıkış 4 euro. Ama ısrarcı olunursa 2 euro ‘ya çıkılabilmekte. Bize olmadı ama başkalarına indirim yapılmış.
Kalede ise büyükçe bir kafeterya var. Onun dışında kulelerden birine çıkarak şehri değişik bir açıdan izleme imkanı bulduk. Kalede bir şapel var. Oldukça renkli ama ufak bir bölüm. Sadece manzarası için bile olsa gidilebilir bir yer Ljubljana Kalesi.
Buradan ülkenin en büyük gölü olan Bled Gölü ‘ne doğru yola koyulduk. Turizm bürosundan verilen kitapçığa göre başkentten yaklaşık elli km kadar kuzeyde yer almakta. Şehirden çıktıktan sonra huzur dolu yerleşimler, sağlı sollu sonsuz ormanlar, türlü pitoresk manzaranın eşliğinde yolculuk edilmekte. İnsan oğlu komünizm olgusunu yol boyunca sorgulamadan edememekte.
Kafanızda şöyle bir manzara kurgulayın. Keskin hatlı, neredeyse dik duran çatılarıyla Alman tarzı evler, güzel restoran ve casinoların yanıbaşında dünyanın tüm koşuşturmacasından uzakta huzur dolu bir göl Bled Gölü. Batısında yüksek bir yarın sırtladığı bir tepenin en yüksek noktasına kondurulmuş şatovari bir manastır. Kuzeyde karlı doruklarıyla Alp dağları. Ki gördüğünüz doruk Slovenyanın en yüksek noktası. Doğa gölün güney kıyılarına yakın bir noktaya birde adacık kondurmuş; insanoğlu da bu adacığın üzerine küçücük birde kilise. Yeni evlilerin uğur getirdiğine inanıp uğradıkları bir ada.
Bu küçük cennet tanımlamasına göl içinde sakin sakin yüzen ördekleri ve bembeyaz kuğuları, hiç bir dertleri yokmuşcasına kürek çeken insanları da serpiştirin.
Sahilde dolaşırken adaya gitmek yada gölde gezinmek için on beş- yirmi dakikalık sürelerle gezinme imkanı sağlayan teknelere de rastlıyorsunuz. Heveslenmeyin, bu zevki tatmak için adam başı 15 euro talep etmekteler. Tekne sahibi bize bu bedeli söyleyince önce yedi kişiye bu fiyatı istediğini sandık ve gelenektendir diye toplam 10 euro verelim dedik. Adam ağzındaki baklayı çıkardı ve “12 euro, adam başı” dedi. Dediğine de pişman oldu. Beş Türk, İngilizce ve Almanca olarak adamla öyle bir dalga geçtik ki sonunda dayanamadı, palamarı çözüp çareyi kıyıdan ayrılmakta buldu.
Şimdi detaya inelim. Manastır mı şato mu karar veremediğim yer aslında bir kale imiş. Tanıtım kitapçıklarına göreiçerisindeki rahip -ki adıda Andre imiş- 15 euroya kalede üretilen şampanyalardan satmakta, meraklılarına sabrage yada sabree öğretmekteymiş. Benimde yeni öğrendiğim ve tahminimce hayatımın bundan sonraki hiç bir anında kullanmayacağım bu fiil keskin bir bıçakla şişeye ağız açmak anlamına gelmekte imiş. Ayrıca kalede, kale tarihini anlatan küçük bir müze, silahların teşhir edildiği bir alan varmış. Nasıl gidildiğine dair bir şey yazılı değil, tabanvay yada taksi. Ama manzaranın mükemmel olacağına kefilim.
Adadaki kiliseye gelelim. Günümüzdeki kilise 17. yy işi. Ama 10. yy ‘da burada bir kilisenin varlığı bilinmekte. Damat gelini adanın iskelesinden kilisenin girişine dek olan 99 basamakta kucağından düşürmeksizin taşıyabilir ve kilisenin eşiğinden aşırabilirse evliliklerinin sorunsuz ve mutlulukla dolu geçeceğine inanılmakta. Tahminimce bu palavra pletna denilen ve bizim anlaşamadığımız kayıkçıların uydurmasıdır.
Bununla beraber Bled hem kasaba hem de göl ve çevresinin doğası olarak gidip gördüğüm en güzel yerler arasında. Fırsat bulunursa mutlaka gidilmeli.