İşte yazınızın düzeltilmiş hali:
Sabah basit bir kahvaltının ardından otobüse doluşuyoruz. Gelen kişi sayısı bugün epey az. Bugün kuzeye çıkacağız. Hedefimiz Mostar…
Önce büyük köprüyü geçmemiz gerekiyor. Köprünün oldukça yüksek olan güney ayağı, asma köprüleri andıran bir yapıda. Köprüden bakıldığında Dubrovnik’in yeni şehrini ve manzarayı izlemek güzel. Suyun üzerinde kürek çeken insanları seyretmek de oldukça hoş.
Güzel manzarayı izliyoruz. Sağımızda yalçın tepeler var, ancak tepeler görünmüyor; çünkü çok yoğun bir sis kaplamış her yeri. Önce Avrupa’nın en eski botanik bahçelerinden biri olan Tırsteno’yu geçiyoruz. Dubrovnikli denizciler dünyanın çeşitli yerlerinden getirdikleri tohumları ve fidanları buraya ekerek bahçenin oluşturulmasını sağlamış.
Buradan virajlı yolları aşarak ilerliyoruz. Tırsteno’dan az ötede Slano isimli güzel bir koyu geçiyoruz. Az sonra, solumuzda denizi alarak Korçula’ya giden yol üzerinde olan Ston’un duvarları görünüyor. Hadrian Duvarı’ndan sonra Avrupa’nın en uzun duvarı. Ragusalılar bu bölgeyi (ki Paljeşac Yarımadası olarak bilinir) 13. yüzyılda Sırplardan satın almış. Ülkenin en önemli gelir kaynağı olan ve günümüzde de işletilen tuz yatakları, duvarların arkasında kalmakta. Ragusalılar tuz ticaretini büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’na yapmışlar.
Ayrıca denizde çok sayıda midye tarlası var. Fransızlar bir ara buradan midyeleri kaçırıp Akdeniz’de yetiştirmeye çalışmışlarsa da başarılı olamamışlar. Bir midyenin iki yılda ekonomik değere sahip olduğunu öğreniyoruz. Birbirinden güzel, çok sayıda irili ufaklı adayı saymıyorum bile. Anlatması zor, görülmesi gerek.
Sağanak yağmur biraz yavaşladığında ilk sınır geçişimizi yapıyoruz. Fazla oyalanmadan tek bir çıkış damgası ile çıkıyoruz. Bosna topraklarına girdiğimizi gösterir levhalar var ama ortada Bosna sınır kapısı yok. Aldırış etmeksizin, Neum isimli yerleşim yerinin girişindeki benzincilerden birinde duruyoruz.
Neum bir sahil kasabası. Kağıt üzerinde Bosna’da olsak da yaşayış, dil ve diğer her şey Hırvat. Alışverişi de yanımızda bulunan Kunalarla yapıyoruz. Neum, Bosna’nın denize ulaştığı tek nokta. Aslında burası da Dubrovnik toprağı iken 1699’da Osmanlılara satılmış. Osmanlı İmparatorluğu da bu noktayı Bosna sancağına bağlı olarak 1878’e dek elinde tutmuş. Bu durum aslında Venediklilerle arası her zaman kötü olan Dubrovniklilerin de işine gelmiş. Böylece ezeli düşmanları ve eski efendileri arasında bir tampon bölge oluşturmuşlar. Yugoslavya’nın yeniden sınırları çizilirken bu topraklar, eski sınırlara sadık kalınarak Bosna’ya verilmiş. Tabii burada yaşayan Hırvatların bu durumdan pek memnun olmadıklarını da ekleyelim.
Nedenini bilmediğimiz bir mantıkla tekrar Hırvatistan’a giriyoruz. Bir tepeyi aşarak sağa sapıp iç bölgelere yöneliyoruz. Bu tepenin özelliği, Hırvatların burada çok uzun bir köprü yaparak Neum’u by-pass etme istekleri. Bunu yapabilmek için çok büyük bir finansman gücü gerekmekte ve Hırvatların şu an böyle bir gücü yok. Ama her başkanlık seçiminde (ki biz gittiğimizde de başkanlık seçimleri için kampanyalar yürütülmekteydi) köprü gündeme getiriliyormuş. Bosnalılar buna karşı. Köprü yapıldığında büyük gemilerin Neum’a girişleri engellenmiş olacak.
Artık denizden uzaklaşıp iç bölgelere doğru ilerliyoruz. Neretva nehrini solumuza alıp oldukça düzenli bir şekilde dizilmiş narenciye bahçelerinden geçiyoruz. Mandalinalar, portakallar hepsi ağaçlarda. Ürün bol olunca fiyatlar düşmüş, çiftçi de gelir az diye narenciyeyi toplamaktan vazgeçmiş. İnsan, gönlünden domuz gribi bahanesiyle Türkiye’de katlanan fiyatları düşünüyor. Kamyon kamyon taşınır bunlar…
Harika bir manzara. Bir müddet sonra Metkoviç’e geliyoruz. Buradan tekrar Bosna’ya geçiş yapacağız. Burası tipik bir sınır kasabası. Ruhsuz ama iyi bir para akışı olduğunu gösteren yapılara sahip. Ara sokaklarda Avusturya döneminden kalma art nouveau yapılar da görülüyor.
Yine Bosna’ya giriyoruz. Poçitelj ilk durağımız. Burası tepesinde ürkütücü bir hisar olan minyatür bir Safranbolu adeta. Hırvatlar burada da kasabaya saldırmış. Taş döşeli yolları, hamamı, saldırı sırasında ağır hasar alan camisi, saat kulesi ile günümüzde yirmi hanesinde yaşam olan bir köy. 1562’de yapılan camisinin iç süslemelerinin bir zamanlar çok güzel olduğu yazılmakta. Yazları sanatçılar gelip nehir manzaralı resimler yapıyorlarmış.
Kale, Macar yapısı. Bizimkiler daha Mostar’ı, Saraybosna’yı almadan burayı almışlar. Burası Hersek bölgesi. Zamanında bir “herzog” (Avusturya’da bir soyluluk unvanı) yönetiminde olduğu için bu adı aldığı sanılmakta. Nehrin üstünde, yol başında müstahkem bir mevki. Kalenin burcundan kim bilir nasıl bir manzara seyredilir…
İnce ince yağan yağmuru umursamaksızın köyün yollarında dolaşıyoruz. Hangi güç bizi engelleyebilir ki zaten? Onarılan camide bile ay yıldızlı bayrağım asılı dururken hele. 🙂
Otobüslere atlayarak Blagay’a doğru ilerliyoruz. Mostar’a giden yol, savaşın ve yarattığı yıkımın izlerini gayet canlı olarak taşımakta. Boşnak rehberimizin savaşla ilgili anlattıkları da kasvetli havayı etkiliyor. Savaş sırasında kaçıp giden ailelere ait metruk evler, ekilmemiş tarlalar yolun sağında uzanmakta.
Ama yol üzerinde Buna kasabasının üzerinden geçerken muhteşem bir manzara ile karşılaştım. Hani insanı yaşadığına şükrettiren anlar vardır ya… Nehir, taşların, kimi taşların üzerine inşa edilmiş evlerin arasından akıp gitmekte. Suda ördekler salınmakta. Yaşam, her zahmetine rağmen sahip olunabilecek en büyük lüks.
Blagay’da otobüsten mezarlığın yanında iniyoruz. Boşnak mezarlıklarındaki fesli taşlar 40’lı yıllardan öncesine ait. Şehit mezarlarının üzerlerinde ise eski bayraklarında da olan leylak desenleri var. Mezarlıklar bakımlı ve çiçeklerle dolu. Bunda bayramın ikinci günü olmasının ne kadar etkisi vardır bilemiyorum.
Mezarlığın yanından yokuş aşağı ilerliyoruz. Civardaki evler genellikle tek katlı. Çoğunun çatısı kiremit değil de kaymak taşından yapılmış bir malzeme ile örtülmüş. Göze güzel görünüyor.
Sonunda yol bitiyor ve tekkeye ulaşıyoruz. Burası tipik bir Osmanlı evi. Tam olarak Buna nehrinin kaynağı olan mağaranın yanına inşa edilmiş. Giriş katında bir şeyler satılmakta. Üst kat ise konaklama vb. için kullanılmış. Zarif bir ahşap işçiliği var.
Burada Sarı Saltuk türbelerinden birisi daha var. Sarı Saltuk, Balkanların İslamlaşmasında çok fazla etkisi olan bir alperen. Gerek kılıcının gücü gerekse dirayeti ile yörede nam salmış. Müslümanlar kadar günümüzde bile Hristiyanlardan hürmet görmekte. Rivayete göre Ahmet Yesevi’den el alıp tahta kılıcı ile savaşmış. Öldüğünde Evliya Çelebi’nin naklettiğine göre yedi tabuta konulup gömülmüş. Fakat Sarı Saltuk o kadar benimsenmiş ki o devrin Hristiyan kralları dahi kendi topraklarında bir Sarı Saltuk türbesi istemişler. Bundan dolayı gerek Anadolu’da gerek Rumeli’de on üç kadar Sarı Saltuk türbesi var.
Türbenin odasına ayakkabılarımızı çıkarak giriyoruz. Üzerinde yeşil örtüsüyle büyük bir sanduka var. Başında eski Osmanlı hatlarıyla dualar işlenmiş.
Tekkenin yanında ise oldukça modern bir restoran var. Tahta köprü ile karşıya geçiyorsunuz. Doğrudan kaynağın yanında köfte, balık gibi Boşnak mutfağına dair şeyler yiyorsunuz. Biz de gözleme yiyerek başladık ama günün ilk kahvesini de burada içmiş olduk. 🙂
Yokuş yukarı aynı yolu tekrar yürüyüp otobüse binip Mostar’a doğru ilerliyoruz.
Mostar’a varıyoruz. Mostar eski köprü anlamına gelse de kökeni olarak köprü bekçileri anlamındaki “mostari” gösteriliyor. Osmanlılar buraya geldiğinde on beş kadar hanenin olduğu, nehrin iki yakasını asma bir köprü ile bağlayan bir yerleşime rastlarlar. Her köprü işe yarar bir askeri ve ekonomik değerdir diyen Roma yaklaşımına sahip Osmanlılar 1468 ‘te burayı alıp hummalı bir inşa faaliyetine girişirler. Önceleri bu kasabayı “Köprühisar ” ismiyle anmışlar. 1878 yılında Avusturyalılara masa başında kaybedilmiş. Hüzünlü hikaye hemen başlamış. Avusturyalıların kışkırttığı Hırvatlar, Rusya’nın pışpışladığı Sırplar hemen piskoposluklarını kurup örgütlenmeye başlamışlar. Sonrası hep aynı hikaye işte.
Tabii günümüzde yıkım faaliyeti baskın çıkmış. Batı kıyısında Hırvatlar yaşıyor. Otobüsü yapılan saçma sapan katedralin yanına bırakıyoruz. Tamamen meydan okuma amaçlı yapılmış hiç bir estetik özelliği olmayan bir yapı. İnanılmaz derecede yüksek çan kulesi şehrin her yanından görülebilmekte.
Yolun karşısına geçiyoruz. Binaların kimisi delik deşik. Bir zamanlar havra olan yer dümdüz olmuş. Sadece alçak duvarının üzerindeki demirlerde yedi kollu şamdan işlenmiş. Yaklaşık beşyüz kişilik, Osmanlı tarafından yerleştirilmiş sefarad Yahudilerinden oluşan bir cemaat olduğunu ve havrayı baştan yapacaklarını öğreniyoruz.
İlk önce Mostar köprüsünün küçük versiyonu olan aşıyoruz. Köprü ” yamuk köprü” olarakta anılmakta. 1558 yapımı. Görülen o ki gezi yolu ve çevresi iyi restore edilmiş. Ama nehre ve kıyısına bakınca aynı şeyi söylemek mümkün değil. Nehrin bel verdiği yerlerde içki şişeleri birikmiş.
Sonunda yol bizi köprüye getiriyor. Mostar ‘ın simgesi Mostar Köprüsü. Mimar Sinan ‘ın öğrencilerinden Mostarlı Hayrüddin (Boşnaklar Hayreddin kelimesini bu şekilde söylüyorlar.) tarafından dokuz senede inşa edilmiş. Rivayete göre Hayreddin arkadaşları ile nehirde yüzerken arkadaşlarından biri akıntıya kapılıp gözden kaybolur. Kendi kendine söz veren Hayreddin ‘e şans yıllar sonra Kanuni Sultan Süleyman ‘ın fermanı ile gelir. Rivayetlerin haddi hesabı yok. Yine bir rivayete göre köprü bitmek üzeredir ama kilit taşı henüz konmamıştır. Köprünün taş konulduğunda ayakta duramayacağını düşünen Hayrettin gece kelle korkusu ile şehirden kaçar. Derler ki mimar köprüsünü hiç görmemiştir.
Köprü döneminin en maliyetli yapılarından biri olmuş. 456 kalıp taş kullanılan köprü 30 m uzunluğunda 24 m yüksekliğinde ve 4 m. yi biraz aşan bir genişliğe sahipmiş. Evliya Çelebi “16 imparatorluk gezdim, bu kadar yüksek köprü görmedim der”. Köprü üzerinde belirli aralıklarla insanların ve hayvanların kaymasını engellemek için taş tümsekler yapılmış. Köprünün iki tarafında da birer kule var. Batıdaki Tara, doğudaki ise Halebiye olarak adlandırılmış. Bu kulelerden birindeki odada Evliya Çelebi ‘nin seyahat notlarını ilk defa olarak toparlayıp temize çektiğini okumuştum bir yerlerde… Köprü 1566 yapılmış. 1993 ‘e dek insanlara hizmet etmiş. Yöre halkına gelenekler tesis etmiş. Örneğin nişanlı gençler erkekliklerini kanıtlamak için köprüden suya atlıyorlar. İlk defa 1664 yılında atlanmış. Günümüzde de 50 euro karşılığında atlayanlar varmış. Bize denk gelmedi. Rehber kitaplar atlamayın diyor. Sorun yükseklikten daha çok yazın bile suyun sıcaklığının yaklaşık 14 derece olması.
Yeniden yapılması bile bir hikaye. Arada National Geografic ‘te yeniden inşanın hikayesi anlatılıyor. Önce orjinal taşları kullanmayı düşünmüşler. Fakat zamanın, bombardımanın ve suyun aşındırması bu fikrin uygulanmasını engellemiş. Taşlar ilk köprünün yapıldığı taş ocağından çıkarılmış. Kilit taşının konuşu tam bir muamma olmuş. Mimar Hayreddin taşları delmiş ve birbirine bu taşlarda açtığı oluklardan akıttığı kurşunlar ile bağlamış.Bu işlemde aslında oldukça hassas ve pahalı bir işlem. Kurşunun sıcaklığının biraz daha az veya daha soğuk olması neticeyi direkt etkiliyormuş. Biraz sıcak olması taşı çatlatabilecekken biraz soğuk olması kurşunun erken donmasına ve olukları tıkamasına neden olabilirmiş. İnşaat sırasında dökülen kurşunun bedeli Türk hükümetince karşılanmış. Belgesele göre köprüyü yeniden ayağa kaldıranlar Hırvat mimarlar ama şans eseri köprüyü yapan Türk mimar ile tanışma imkanım oldu.
Eski taşlar nehrin aktığı yönde, sağ taraftaki kıyıda gelişigüzel bir şekilde durmakta. Hikayeleri çok. Ama gerçek Hırvat topçuların köprüyü gayet bilinçli olarak vurdukları. Biz olaya bu adamların gözüyle bakmıyoruz daha doğrusu bakabilecek değiliz. Hırvatlar köprünün tek gözünü “hilal” olarak algıladığı için bu yıkımı yapmış. Zaten batı kıyısındaki Hum tepesine 38 m yüksekliğinde bir haç yapmakta bu kompleksin bir hezeyanı olsa gerek. Mostar piskoposu olacak zevat (hıyar nam zerzevat dahi olabilir) köprünün müslümanların simgesi olduğunu, haçın da hırvatların simgesi olduğunu ve müslümanların bunu kabul etmesi gerektiğini söylemekte. Bu papaz nehrin doğu yakasının müslüman gettosu, batı yakasının da hristiyan kalesi olduğu belirtmiş. Zaten haçın açılışı sırasında da toplarla müslümanların camilerini buradan vurduk gibi fanatik sözler etmiş. Yazık. Cennet gibi bir memleketin bu tarz tipleri çıkartması düşündürücü. Bu durum karşı tarafta da bir direnç oluşturuyor. The Guardian gazetesinin Temmuz 2004 ‘te yaptığı bir röportajda müslüman bir çocuğun “bu haç bize karşı saldırgan ama hilal ve yıldız hala daha yukarıda” mealinde bir yanıtı üzerinde düşünmeye değer.
Boşnaklarda ince ince dalga geçmekte bu haçla. Buralarda çok bilinen ve sizinde mutlaka duyacağınız bir fıkrası var.
Bosna ‘nın fıkralardaki başrol kişilerden Mujo ve Haso kendi aralarında konuşurlarken Haso sorar. “Mujo, Hırvatların Hum tepesine diktiği haç hakkındaki fikrin nedir?”
Mujo bir dakika kadar durur düşünür ve cevabı verir. “Evet. Bosna Hersek için çok büyük bir ARTI dır”
Köprüden bakıyoruz. Felsefi olarak doğu ve batının tam ortasındaymışız. Avrupalı bu şekilde düşünüyor burada. Köprünün doğu yakasında küçük bir mescit müze olarak kullanılmakta.
Buradan baş çarşı boyunca yürüyoruz. (başçarşija) Burada hediyelik eşya satan dükkanlar yer almakta. Bakır işçiliğinin güzel örnekleri görülebilir. Başçarşı ayrıca Kujundziluk (Kuyumculuk) Caddesi olarakta anılmakta. Türk elçiliğine uğrayıp önünde fotoğraf çektiriyoruz. Caminin yanında serbest zaman veriliyor ve kendi başımıza gezmenin zevkine varıyoruz.
Başçarşı ‘nın sonuna ulaşıldığında gece ile gündüz gibi bir ayrım ile yüzleşiyoruz. İlerideki karanlık, fakir, ruhsuz sokaklar insana davetkar gelmemekte. Dahası backpacker olarak gelipte kalınacak, tek dolaşılacak bir yere de pek benzemiyor. Türkçe ne yazık ki konuşulmuyor. Ama tüm tatlılar Türkçe isimlerini korumakta.
Şehirde pek çok cami var. Koski Mehmet Bey Camii açık olduğunda minaresine de çıkılabilen bir cami. Biz bu fırsatı kaçırdık. Karagöz Bey Camii de görülebilir. Rivayete göre Osmanlıdaki ilk gölge oyunu Mostarda oynanmış. İnanması güç.
Başçarşı ‘nın bir paralel caddesine çıkıyoruz. Her şey farklı. Pis, karanlık, kasvetli. Yukarılarda saat kulesi görülüyor. Belki üstüne çıkılıyordur diyerek merdivenlerde ilerliyoruz. Savaşta ölenler yada şehit olanlar parklara gömülmüş . Tam köşede bir mezartaşı. Üzerinde TURKOVIC yazmakta. Türkoğlu yani. Burada bende çözülüyorum. Bağnaz zihniyetin bizi yok etme gayesi ile yaşadığının örneği.
Bir aile yokuş aşağı iniyor. Anadoludaki ortalama bir kasaba görebileceğiniz tipler. Saat kulesinin kapısı kapalı. Uzun zamandır girilmemiş gibi kapısından. Yola devam ediyoruz. Issız sokaklardan ilerliyerek aşağıdan gördüğüm sarı binaya ulaşıyoruz. Metropolit ‘in Sarayı burası imiş. Restorasyonu bitince açılacak sanırım. Önünde ana caddeye dek uzanan merdivenlerin bittiği yerdeki zarif trabzanlarda fotoğraf molası veriyoruz.
Köprü başındaki müze denilen tek odalı binaya giriyoruz. Sanırım mescitten bozma. İçeride köprünün yıkılışını gösteren bir video gösteriliyor. Hatıra eşyaların yanı sıra islam ve Kur ‘an hakkında yazılı kitaplarda satış amaçlı olarak sergileniyor. Burada ilginç olan Bosna krallığının soyağacının duvara asılı olması idi. Bunun nesi ilginç diyebilirsiniz. Macaristan’da da Kara Murat tarzı tiplemeler ilk kralları betimliyordu. Burada ise çok sayıda kadının ülkeyi yönettiğini görebiliyoruz. Kraliçeler de gayet güzel ve alımlı betimlenmiş. Özellikle Katarina (sağ taraf üstten ikinci resim 🙂 ) gerçekten orijinaline biraz olsun benziyorsa bizimkilerin neden bu tarafa sefer düzenlediği konusunu aydınlanmış olur.
Hava kararıyor ama ilerilerde bir yerlerde güneş bulutları yırtmış. Gün batımının pastel renkleri görülüyor. Camiler kapalı olduğundan içlerine girme imkanımız olmuyor. Saat dört ‘ü geçti ve dükkanlar artık kapanıyor. Hediyelik eşyalara bakıyoruz. Anlatıldığı kadar ucuz değil. Bizim kültürümüzün yaşandığı bir yerde insanlarla İngilizce konuşuyor olmakta hoşuma hiç gitmiyor.
Nihayet köprüye dönüyoruz. Gün batımı için ideal bir ışığı yakalıyorum. Bu arada eşim kahve içecek bir yer bulabilmiş. Boşnaklar Türk kahvesini bakır cezve içerisinde şeker yerine yanında lokum getirerek ikram ediyorlar. Bir bardakta su yanında. Cezveden kulpsuz fincanınıza siz dolduruyorsunuz kahvenizi. Yaklaşık iki fincanlık kahve var cezvede. Dükkandaki tarifeden tatlı kültürünün tamamen bizden geldiğini görüyoruz.
Artık vakit tamam. Dönüşe geçiyoruz. Sis öyle garip ki bu topraklarda. Otobüs kimi zaman yoğun sis tabakasına dalıp bir şey görmeksizin gidiyor. Karşınıza ne çıkar bilinmez. Ama en ilginci yol kenarındaki tarlalarda belirli bir yükseklikte olan sisler idi. Bu topraklar pusu kurmak içinde ideal. Bu topraklar ve ötesi akıncıların karşı tarafa, hajduk ‘ların bizimkilere ve diğer müslüman halka saldırdığı yerler.
Bu arada bilirsiniz meşhur bir hırvat takımı vardır Hajduk Split diye. Hajduk Türkçe kökenli bir kelime. Hırsız, harami anlamı var. Düpedüz haydut işte.