Sabah kalkıp Monastraki taraflarına akıyoruz. Bir pastane de basit bir kahvaltı ile güne giriş yapıyoruz. Neden, çünkü otelde kahvaltı bile yok.
Monastraki’de ilk önce seramik müzesi olan Voyvoda Camii’ne giriyoruz. İki katlı yapının içi dışarıdan göründüğünden daha da büyük görünüyor. Yapımında şehirde çokça bulunan tapınakların sütunlarından epeyce istifade edilmiş.
Bit pazarına giriyoruz. Gece daha mı iyiydi ne? Grafitilerle bezenmiş kepenkler açıldığında etkilenmedim hiç. Görünen o ki, Monastraki yakınındaki dükkanlar sadece turistik ıvır zıvır, hediyelik gibi nesneleri satıyor. Derinlere girdiğinizde ise fiyat ve kalite açısından düşük ayakkabılar vb satılmakta. En diplerde artık eski cd ve plak satan, türlü eski nesneyi pazarlayan birkaç dükkana ulaşıyorsunuz. Benim gözümde halen en büyük, gerçek anlamda bit pazarı olarak nitelendirebileceğim bit pazarı Sofya’da.
Artık Atina’nın tarihine inmemizin zamanı geldi. İlk hedef Keramikos. Burası Atina şehrinin surlarının dışında, şehrin antik mezarlığı olarak kullanılan kısmıymış.
İçine giriş 4 euroydu. (Şimdi 8 olmuş, değmez). Bunun yerine Akrapol’de dahil altı noktaya girebileceğiniz kombo bilet 12 euro idi. (Bu da otuz olmuş, ohaaa!!!)
Keramikos büyük bir bahçelik alan –eski mezarlık yani – ve girişin solunda kalan küçük müzeden ibaret bir alan.
Buradan biraz daha Monastraki tarafına doğru dönüp Akropolün eteklerindeki agora alanlarına giriyoruz.
İçinde birkaç müze var. Bunların en büyüğü orijinali Bergama Kralı 2. Attalos’un yaptırdığı Attalos Stoası. Burası iki katlı, iki koridorlu olarak inşa edilmiş. Antik dönem AVM ‘si gibi düşünebilirsiniz. Zamanında burada zengin Atinalıların rağbet ettiği pahalı dükkanların olduğu düşünülüyor.
Günümüzdeki yapı ise 2. Dünya Savaşı sonrasında Amerikalılarca inşa edilmiş ve müze olarak kullanılmakta. Açıkçası iyi bir müze olduğunu söylemeliyim. Zaten Atina gerek devlet gerekse özel müzeleri ile oldukça zengin bir koleksiyona sahip. Özellikle Atinalılar büst konusunda çok başarılılar. Ama onca parça zamanla kanıksansa bile öyle bir eser var ki o kolay kolay unutulmaz. Pişmiş kilden yapılmış lazımlık…
Bahçeye çıkıyoruz. Burası aslen dümdüz edilen eski bir Türk Mahallesi de olsa bir kaç Bizans Kilisesi mahallenin kuruluşu sırasında olduğu gibi bırakılmış. Antik kalıntıların arasında Bizans tipi kiliseler kendini belli ediyor.
Girişin sağında, hafif bir tepenin üzerinde gayet sağlam bir tapınak göreceksiniz. Hephaestus Tapınağı adındaki bu yapı Perikles zamanından beri burada. 1300 ‘de kiliseye çevrilmiş. En son 1834 ‘te Yunan kralı Otto şehre girdiğinde tören amaçlı olarak kullanılmış. Güzel bir yapı.
Çıkıyoruz. Voyvoda Camiinin yanındaki Hadrian’ın Kütüphanesi’ne giriyoruz. Pek bir numarası yok. En azından şimdilik. Zamanında yüzlerce sütunun sırtladığı bir yapı varmış burada. Bahçesinin ucunda ise Rüzgar Kuleleri mevcut. Antik Yunanda astronomik gözlemler için kullanılan bu kuleler Türk yönetiminde dervişlerin kullanımına verilmiş.
Akropoldeyiz. Yunanistan’daki hatta belki de dünyadaki en overrated turistik yerlerden birisindeyiz. Kimse kusura bakmasın durum bundan ibaret. Ruslar, Uzakdoğulular ve hatta Arapların “biz gittik, gördük” demek için doluştuğu bir yer haline gelmiş.
Tepe epeyce rüzgarlı. Manzarası iyi olmasına iyi de görülecek pek bir şey yok. Hep dediğim gibi Yunanlar ve Türkler arasında pek bir fark yok. Dolayısıyla her iki ulusta en büyük kentlerini ağaçsız bırakabilme ve beton denizi oluşturabilme konusunda çok başarılılar. Şansımıza bir gittiğimizde şehri saran karlı dağlar güzel bir ambiyans yaratmış olsa da yazın görecek bir şey yok. Pire tarafına bakarsanız ise deniz ve açıktaki adaları görebilme imkanınız var.
Yunanlar her tepenin üzerine bir kilise ve kilise olmayan her noktaya bina koyabilmişler. Görünen o. Sit alanı olarak korunan yerler olmasa ağaç yok. Aynı biz.
Şehrin kalbi. Tüm şehri avını gözleyen avcı bir kuş gibi gözlüyor. En tepedeki Partenon’da bizim zamanımızda bir cami varmış. Venedik kuşatmasında cephanelik olarak kullanılmış. Genel kanıya göre Türkler patlatmış. Bana oldukça mantıksız geliyor. Düşünsenize, sizi burada kıstırmışlar ve büyük ihtimalle de esir bile almayacaklar ve siz direnişinizdeki en önemli maddi unsuru, cephanenizi imha ediyorsunuz. Gerçi bir iki İtalyan kaynağı Venediklilerin akılcıl bir hamle ile cephaneliği imha ettiğinden bahsetmekte. Tarih, faşizan ve şovenist unsurlardan arındırılarak değerlendirilmeli. Ama bunu yapacak uzman var mı, cevabını bilmediğim başka bir soru da bu.
Naziler şehri işgal ettiğinde buradaki Yunan asker bayrağı teslim etmemek için kendini atmış.
Fazla bahsetmeyeceğim. Dediğim gibi pek etkilenmedim ki pek çok Yunan burası için tek bir kelime kullanıyor. Petra yani sadece taş…
Buradan meşhur Akropol Müzesi’ne gittik. Yol üzerinde Akropolün yamaçlarında yer alan iki anfitiyatroyu da göreceksiniz. Arada burada sanatsal etkinlikler ve konserler düzenlenmekte.
Akropol Müzesi açıldığında uzmanlar “dağ fare doğurdu” demişlerdi. Şehrin diğer müzelerine kıyasla zayıf ama tarafsız bir şekilde baktığınızda gene de oldukça zengin bir koleksiyona denk geleceksiniz. Özellikle pek çok parça boyanmış ya da yeniden oluşturulmuş. Elektronik unsurlar ve ışık oyunları ile sergi daha bir gezilesi hale getirilmiş.
Bugün gezecek başka bir müze kalmadı. Aç karnımızı doyurmak için diğer bir Türk mahallesine, günümüzün eğlenceli mekanı olan “Plaka” ya giriyoruz. Görsel açıdan zengin diyemesem de bir şeyler atıştırmak, eğlenmek, rahat rahat gezmek için on numara bir semt burası.