Sabah kalkıp gene Kuzey Garına yollandık. Çıkarken kaldığımız dairenin anahtarını posta kutusun attık, hepsi bu.
Tren boş sayılır. Kuzeye doğru tıngır mıngır giderken havada soğumaya başlıyor. Bükreş ‘in gri gökyüzü burada da kendini göstermekte.
Daha da ilerlediğimizde artık yağmur yağmaya başlıyor. Gri gökyüzü arada sırada yıldırımlarla aydınlanıyor. Rengarenk yapraklı ağaçlar tren yolunun iki tarafındaki tepeleri sarmış durumda. Yoğun ağaçlıkların arasında gitmek pekte mümkün görünmüyor. Burada bir zamanlar Türk askerlerinin dolandığını düşünüyorum. Bilmediğiniz topraklarda ilerleyen atlı öncüleri düşünüyorum. Aklım almıyor. Meşhur Transilvanya’ya girdim. Vampiriyle, Kurt adamıyla, Strigoi ‘siyle Transilvanya’dayız.
Braşov daha önceden de yazdığım gibi babamın gitmem yönünde teşviklerinin olduğu bir yerleşim idi. Akıncıların yaktığı “Kara Kilise”si, etrafını saran dağlarını hemen hemen her şeyini daha gitmeden biliyorum diyebileceğim bir yer burası.
Tren istasyonundan çıktığımda ürkmedim değil. Çingene çocuklar yaşlıca bir adamı amaçsızca devirip kaçıştılar ve kimse de müdahil olmadı. Halbuki otobüs durakları ile istasyon çıkışında kalan alanda oldu her şey ve ortalık epeyce kalabalıktı.
Halk burada pek İngilizce bilmiyor. Neyse ki önceden kullanmamız gereken otobüsü tespit etmiştim. Gelince içine atladık. Kısa sürede hıncahınç doluverdi. Meydana gelince de anlamam zor olmadı. Devasa, kararmış bir kilisenin olduğu meydanda indik.
Şehir 1235 yılında Saksonlar tarafından kurulmuş. Macar Kralları gerek Bizans gerekse doğudan gelen türlü göçebe güce karşı bir bariyer amacıyla Alman yerleşimcileri buralara yerleştirmiş. Gün be gün anlatırken sizlerin de farkına varacağınız gibi her şehrin bir de Almanca ismi var. Burası “Korona” ismi ile kurulmuş. Taç anlamına gelen “crown” dan türeme. Almanlar şehrin ismini daha sonra Kronnstadt (taç kenti) olarak değiştirmişler. Bununla beraber günümüzdeki ismi olan Braşov ‘un Türkçe “Barasu” (Aksu) kelimesinden türemiş olabileceği de ihtimaller dahilinde. Ya da şehrin yakınlarındaki Barsa Nehri şehrin isim babası olabilir. Netlik yok.
İlk önce Kara Kilise’ye gittik. Viyana ile İstanbul arasındaki en büyük Katolik Kilisesi bu. Buradaki ilk kiliseyi Moğollar yıkmış. 1421 ‘deki Türk akınları yeni yapılana çok büyük hasarlar vermiş. 1689 yılındaki büyük yangında kavrulan duvarları nedeniyle günümüze ulaşan ismini almış.
İçine giremedik. Restorasyon kelimesinden nefret etmeye başladım. İçinde standart bir kiliseden farklı olarak yüzden fazla Anadolu halısı yer almakta. Gerek savaş ganimetleri gerekse üst düzey bir zevke sahip olduğunu göstermek isteyen derebeylerinin koleksiyonlarından günümüze ulaşan halılar bunlar. Dünyadaki en büyük koleksiyonlardan birisi, Avrupa’nın ise en büyük Türk halısı koleksiyonu.
Buradan çıkıp “konsül meydanı” kısmına geçiş yapıyoruz.
Buradan ara sokaklara sapıp tepeye doğru ilerlemeye çalışıyoruz. Ana meydandan çıkıp ara sokaklara girince kendimi sanki Novi Sad ‘ın arka sokaklarında gibi hissettim. Burada yaşam yok gibi.
Tampa Tepesi’ne çıkabilmek için teleferiğe bindik. Aslında yürünebilir ama zaman dar.
Tampa Tepesi Braşov ‘u en güzel görebileceğiniz yerlerden biri. Buradan Poiana Braşov’a uzanan yürüyüş rotaları var. Fakat bizden birkaç ay önce burada iki turiste ayılar saldırmış ve öldürmüştü. Japonlar belirli rotalara, ayıları uzak tutan sinyaller yayan aygıtların olduğu sistemler kurmuşlar söylenene göre.
Romanya kaybolan turist sayısı açısından büyük bir rekoru da elinde tutmakta. Ne olduğu bilinmeksizin kaybolan binlerce gezgin var söylenenlere göre. Muhtemelen soyulup öldürülen, ormanda kaybolan insanlar vardır ama “binler” bana abartı bir rakam gibi geliyor.
Gerçi biz de kaybolmanın eşiğinden döndük. Tampa Tepesi’nde, funikulardan çıkıp sağ tarafa giden yolu takip edip sonuna ulaştığınızda seyir terası gibi kabul edebileceğiniz bir yer var. Buradan baktığınızda tüm eski kenti, tepenin yamacında yer alan Hollywoodvari “BRAŞOV” yazısını bile görebiliyorsunuz. Hatta buradan biraz daha ilerlerseniz küçük bir şapel bile var. Gerçi bu sevimli, ve havadar mekanda Vlad şehrin kırk en meşhur ve zengin tacirini kazığa vurmuş. Böyle de bir yer.
Her neyse buradan dönüşe geçerken bir buluta girdik. Ben üç, dört metre öteyi göremiyorum. Korktum açıkçası. Yol bir noktada çatal yapıyor bu aşamada. Yani yanlış bir seçim bizi kim bilir nereye götürür Allah bilir. Neyse ki biz oraya varana dek bulut nispeten dağıldı da yolumuzu bulup funikulere ulaşabildik.
Şehrin içindeki yapıları görünüş itibariyle Novi Sad ‘ı andırıyor. Tek katlı, pencere ve kapı alınlıkları güzel işlemeli kartonpiyerlerle süslü, genelde uçuş pastel renklerle boyanmış yapılar görünüyor. Huzurlu, sessiz ama dingin bir kent.