İran’da da yataklı otobüsler vardı ama onlar tam açılır hale gelip uzanabileceğiniz dişçi koltuğu benzeri koltuklardı. Burada olay farklı. Altlı, üstlü şahsınıza özel kabinler bunlar. Size yastık ve battaniye de veriliyor. Hindistan’da battaniye ne iş demeyin, kapatsanız bile en ince delikten sızan havalandırma sizi dondurmaya çalışacak. Battaniye ile ayaklarımı kapattım önce, ama yetmedi; ardından sarıp sarmaladım da soğuğu kesiverdim.
Klakson çalmak Hindistan’da bir hobi. Gecenin üçü, önümüz boş olmalı ki sağa sola en ufak bir manevra yapmamızdan tahmin edebiliyorum. Ama adamlar bir korna çalıyor ki minimum on beş saniye sürüyor. Kaba da bir korna değil. Melodik sesler. Zamanla da alışıyorsunuz. Ama hala bizim kamyoncuların “baba” filminin müziğini çalan havalı kornasını bir kamyona takıp Hindistan yollarında gezesim var. Da da di da di da daaaaa daaaaat…
Araç sıklıkla sallanıyor. Bir gemi gibi sallandığımız da oluyor. Osman’ın sabah dediğine göre çoğunu hissetmemişim bile. Nasıl uyuduğum onun için muamma, hatta horlayabilmem anlaşılamaz bir durum. Halbuki derin bir uykum olmadı diye düşünüyordum.
Gün ışımaya başlayınca yol kenarında büyük hacetlerini gideren insanları da görmeye başladım. Gayet pervasızca, kıçlarını yola dönüp işlerini görüyorlar. Söylendiği gibi, şehirlerde bile açıp işini gören insanlarla karşılaşmadık. Bu kısım palavra gibi geliyor bana. Ama kırsalda yol kenarı gerçek bir olgu. Bir de insanlık hali elbette, herkesin başına gelebilir. Bizim kültürümüzde böyle bir durum ile karşılaşınca arkasında işimizi görebileceğimiz bir çalı vb ararız ya, burada bu da yok. İki, üç kişi birbirlerine dönük hem gecenin hasbihalini yapıyorlar hem de vücutlarını geceden birikenlerden arındırıyorlar. Garip
Neyse… Olması gerekenden bir buçuk saat kadar geç bir şekilde, muavinin “agraaaa” diye bağırıp milleti indirmesiyle hedefimize varmış olduk. Biletleri aldığım Yatra’nın sitesine göre merkezi bir yerde inecektik. Delhi’ye dek uzanan çevre yolunun kenarında, sabahın köründe, aç ve susuz bir şekilde indirildik. Osman bir de uykusuz.
Hintliler iyi İngilizce biliyor diye düzgünce sordum Agra’ya nasıl gidileceğini. Karayoluna tren çıkmışta ilerliyormuş gibi baktılar bana. Yolun sağını, solunu kolumla işaret edip “Agra” diye sorunca doğru tarafta beklediğimizi anladık. Saatimi gösterip “ne zaman ?” diye sormaya çalışınca adam “iyi, güzel” anlamında başparmağını yukarı kaldırarak yanıt verdi. İşimiz iş.
Böyle durumlarda işim kolaydır. Strese girmem. Tüm yapılması gereken o yöne giden tüm minibüs, otobüs ne görürseniz durdurup sormaktan ibarettir. Dördüncü, beşinci otobüste Agra’ya giden bir aracı yakalayıp kapağı attık. Bundan önce durduklarımın şoförleri, yolcuları bana saydırmış mıdır, bilemem. Ne dedilerse bana iki katı onlara J
Hindistan gezisinde güzel anılarımızda oldu. Muhtemelen Hindistan’daki ilk otobüse bindik. İçi dökülüyor, zemini paslı. Hatta oturabildik bile. Bir otobüs dolusu insan var ve sadece tek bir genç İngilizce biliyor. Biliyor ama bana ne diyor zerrece anlamıyorum.
Önce Tac Mahal’e giden yolu gösteren levhayı gördük. Geçtik gittik. Umursamadık. Sonrasında Agra yazan levhayı da gördük geçip giderken. Biraz huzursuz olduk. Şoföre “Agra” dedim. O da kafasını sallayarak “Agra” dedi. Bir beş dakika daha gittik. Artık başka başka şeyler yazmaya başlayınca “Agra” dedim gene. Zınk diye durdu durak gibi bir yerde. Bir genç içeri girdi bizi indirmeye çalışıyor. Ben derdimizi anlatmaya çalışıyorum ama çocuktan adam gibi cevap yok. İngilizce konuşabilen gence rica ettim ama randıman sıfır. Sonunda “ya Allah” diyerek indik aşağıya.
Varanasi görünüm itibariye sefilane idi. İnsanlar, yollar, binalar için geçerliydi görüşüm. Burası için ise biz söz bulamıyorum. Örneğin yollar düzenli ve bakımlı ama kenarlarda yatan insanlar ve sığırlar anlaşılmaz pejmürdelikte. Binalar daha bakımlı ama duvarlarına yığılı çöpler adeta bir deniz gibi taşıp yolları kaplamış.
Çocuğa önce çantalarımızı emanete bırakmak istediğimizi söylüyorum. Bunun için tren istasyonuna gidelim diyorum. Çocuk ısrarla otellerin emanet odalarının daha hesaplı olduğunu söylüyor. Tam dayaklık. Neredeyiz bilmiyorum. Osman gps ‘i açıyor bir yandan. Bir otelin önüne geliyoruz. İşte film burada kopuyor.
Bizim hanutçu çocuk içeri girip çıkıyor hemen. Ardında da Jackie Chan filmlerinde olur ya bir araba dolusu tipleme fırlar kahramanımızı dövmek için. İşte öyle bir görüntü. Çocuk içeride emanet odası olmadığını ama oda kiralarsak çantalarımızı orada bırakabileceğini söylüyor. Osman’a, katakulliye gelmemek için gps ‘i açtırmış ve Tac Mahal’e uzaklığımızı ölçtürmüştüm bu arada. 7 km bir mesafe var merkezle. Bu arada her kafadan bir gürültü çıkıyor. Bir çocuk parmaklarını neredeyse gözüme sokup “krab, krab” (yengeç, yengeç )diyor. “i fuck your crab” diye atılıyorum ama altı parmaklı çocuğu yakalayamıyorum. Altı parmaklıymış ve parmakları böyle çaprazlama oluyormuş. Ayaküstü, hızlıca bir tedavi uygulayacaktım yakalayabilseydim. En sonrasında içeriden kısa boylu, toraman bir tip gelip özür diliyor. Derdimizi anlatıyoruz ve tren istasyonuna gitmemiz için tuktukçuya talimat veriyor. Tuktukçu gıcığıma giden bir baş hareketi yapıyor ama Osman sakin olmamı, gezmeye geldiğimizi, kafamızı her şeye takmamamız gerektiğini söylüyor. Dün Osman’ın yaşadığı olay ile karşılaştırdığımda bu hiç bir şey.
Varanaside para bozduralım demiştik. Düzgün giyimli bir adam bizi ofisine davet etti. Ofiste, klima ile iyice soğutulmuş, güzel bir bekleme salonu olan bir mekan. Adam bana “sir” diye hitap edip yan odada dinlenmemi önerdi. Eyvallah… Az bir zaman sonra, Osman ansızın haykırarak beni çağırdı. Homurdanarak yanına gittim. Adam daha yeni para istiyorum diyerek Osman’ın elindeki paralara el atmış ve beş yüz doları alıvermiş. Bana çekmeceyi gösterip burada para yok diyor. Ben Osman’a” istersen polis çağırayım dışarı gidip” sorunca sanırım konuşmadaki polis kelimesini duyunca “pardon paralar yere düşmüş ” diye yerden beş yüz doları aldı özürler dileyerek ama Osman’a dört üz dolar verip yüzü çekmeceye attı. Bunu gördüğümü söyleyince demin “sir” olan ben ansızın tenzil-i rütbe edilmiş olmalıyım ki “shut up ” ile hitap edildim. Adam bize kurdan biraz geçirebildi ama biz paraları kaptırmadık. İstanbul çocuğu yemez dedik ama öğrendik ki Avrupalı turistleri bu arkadaş böyle ayak üstü dolandırırmış. “Big fucking man” olarak çağrılıyor diğer komisyoncu tayfasınca.
Her neyse… Çılgın bir kalabalığı, çöpleri eşeleyen domuzları geçip tren istasyonuna ulaşıyoruz. Bahçede çıplak bir adam yatıyor boylu boyunca. Çoktan ölmüş sanırım ki çürüme belirtileri var. Buna karşın Osman ve benim dışımızda bakan kimse yok. Doğa işini bitirecek nasıl olsa.
Agra Fort istasyonuna giriyoruz. Bizim Sirkeci hattı gibi. Kolaylıkla emanetçiyi buluyoruz. Parça başı 60 rupi. Hindistan için fahiş bir fiyat bu ama yapacak bir şey yok. Adam biletlerimizi soruyor. Biletimizin olmadığını, dönüş saatimize göre alacağımızı söylüyorum. Nuh diyor peygamber demiyor, bilete takılmış durumda. Daha fazla para vereceğimi söylüyorum. Ter, başımdan, omzumdan aşağılara doğru akmakta. Delirdim delireceğim. Öteki istasyona gidebileceğimizi söylüyor. Sadece 5 km ötedeymiş.
Bir tuktukçu daha burada takıldı peşimize. Ben yürüyelim diyorum Osman “deli misin” diyor sürekli. Tuktukçuyla konuşuyoruz, orada da bilet isteyeceklerini söylüyor. Önerdiği bir otobüs firmasından hesaplı bir fiyata bilet alabileceğimizi ve çantalarımızı da orada bırakabileceğimizi söylüyor. Anladığım kadarıyla bu ülkede herkesin komisyon alabileceği bir tanıdığı var. Hindistan elindeki kartları açtı (o an öyle sanıyorum) ve benim ise açmama bir adım daha var. Aksiyona geçtim geçeceğim.
İl k hedef Agra Fort yani Agra Kalesi ve yahut ülkeyi uzunca bir süre yöneten dedelerimizce verilmiş adıyla Lal Kila.
Girişe 600 rupi bayılıyoruz. 2016 başında Hindistan hükümeti tüm giriş ücretlerini neredeyse iki kat arttırdı. Ya sabır diyerek biletlerimizi alıp Lahor Kapısından ilerliyoruz. Güvenlik aramasını da aşıyoruz. Cebimdeki epeyce büyük çakı el kontrolünden geçti, metal alarmını öttürdü ama bu kez de ben durmadım, kimse de ardımdan seslenmedi zaten.
Kale neredeyse bin yıllık. Ama günümüzdeki şeklini Babürlüler zamanında almış. Kiremitten bir kale iken ilkin Gazneliler ele geçirmişler. Bir başka Türk devleti olan Delhi Sultanlığının başındaki İskender Lodi başkenti buraya taşımış, ülkeyi buradan yönetmiş ve burada ölmüş. Ardından gelen İbrahim Lodi burada yaşadığı sürece kaleyi iyice korunaklı bir saraya benzetmiş.
İbrahim Lodi’yi yenen Babür Şah oturur burada bir süre. Sonrasında Adil Şahlar hanedanı (bunlarda Türk) ile Babürlüler arasında sürekli el değiştirir Agra, dolayısıyla kale.
Ekber Han kalıcı olarak şehri Babürlü hakimiyeti altına alır ve kaleyi tekrar inşa ettirir. Taşları Racastan’dan getirtmiştir. Oğlu, Şah Cihan ise kale içindeki eski yapıların çoğunu yıktırır ve beyaz mermerden daha iyilerini inşa ettirir.
Şah Cihan sanat aşığıdır ama masraflar artmıştır. Masraf demek toplanacak vergi demektir. Halk kıpırdanmaya başlayınca Evrenzib yönetimi ele geçirir ve babası Şah Cihan ‘ı kaledeki sarayın bir burcuna, Tac Mahal’i ne zaman istese görebileceği bir yere hapseder ölene dek.
Biz de girdik ve giriş koridorundan ilerledik . Kalenin yarıdan fazlası askeriye tarafından kullanılsa da gezilecek yerleri de az değil.
İkinci bahçedeki Divan-ı Aam önündeki yeşil çimenlik alan ve yüksek ağaçları ile geçmişinden epeyce kopuk. Ağaçlarda yeşil papağanlar uçarken üstlerinde planörler gibi süzülen yırtıcı kuşlar fırsat kolluyor. Maymunlar sağda solda kısaca her yerde. İmparatorluk döneminde sıradan halkın ve pek de kaale alınmayan yabancı elçilerin gelebildiği son nokta burası. Güzel işlemeleri olan sütunların arasında gezinebilir yada bizim gibi güneşten kaçabilirsiniz.
Sol taraftaki küçük kapıyı aşıp bir iki bölmeyi aştığınızda ise artık Babürlü aristokrasisi ve yönetiminin yer aldığı Divan-ı Has ‘a ulaşmışsınız demektir. Buradan dışarı baktığınızda ise Yamuna Nehri görünür. Akar diye yazmamamın nedeni nehir o denli durgun ki ne yöne aktığını kestiremem. Biraz daha ilerlediğiniz de ise Şah Cihan ‘ın sürgün evi olan Musamman Burç ‘a gelirsiniz. İleride sislerin arasında Tac Mahal görünür buradan. Net değildir. Ama bu harika mekandan öyle gizemli görünür ki uçup ulaşmak istersiniz bir an önce. Ama henüz kalenin daha yarısını bile gezmemişsinizdir.
Has Mahal’e geçersiniz. Duvarlarda ve tavanlardaki süslemelere ağzınız açık bakar ileri de ki avluya yani Engüri Bağa yani Asma Bahçelerine varırsınız. Tek bir asma yoktur artık ama geçmişi anarsınız. İç odaları geçip harem alanına girerseniz. İdrar kokusu burnunuzu yakar. Hintlilere sağlam küfürler edersiniz içgüdüsel olarak. Cihangiri ve Ekberi Mahal denen kısımları da gezersiniz. Gözleriniz yorulmuştur.
Upuzun bir sıra var. Kadın erkek ayrı ilerliyor bu sıra. Çantalar vb didik aranıyor. Mantık belirsiz. Benim elimdeki Tac Mahal ve Agra’nın diğer kısımlarını gösterir haritalara da el koydular. Osman ise önündeki Japon’un not defterini aldıklarını söyledi.
İçeri girdik. Öyle bir kalabalık var ki. Kapı girişinden bakıyorum. Tadilat var kısmi olarak. Süt beyazı mermerler ve daha eski ve nispeten daha kremsi bir koyuluğa sahip eski mermerler. Bu kadar beyaz bir şey var mıdır bu dünyada? Bir hayal gerçek oldu. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum o anı yaşıyorum. Bir İngiliz lord demiş ki, “insanlar ikiye ayrılır, Tac Mahal’i görenler ve görmeyenler” . Şu an ruhsal bir sınıf atladığıma inanıyorum.
Havuzu aşıp içeriye giriyoruz. Türbenin en önemli özelliği simetrisi. Simetriyi bozan tek bir şey var. Şah Cihan ‘ın sandukası. Şah Cihan, karısı Ercüment Banu Begüm için yaptırmıştır burayı. Çok sevdiği karısı 15. doğumu sırasında kan kaybından ölünce aşkını, tutkusunu gösterecek bir şeyler arar. O güne dek Babürlü türbelerinde sarı kumtaşı kullanılırken imparatoriçe için beyaz mermer kullanılır. Beyaz mermer o günlerde tutku anlamına gelirmiş.
Osmanlıdan da mimarlar çağrılır. Mimar Sinan ‘ın iki çırağı ve bir de hattat gönderir İstanbul. Her millet günümüzde kendine pay çıkartır Tac Mahal için. Ama şu bilinmeli ki kubbe ve türbenin iç ve dışındaki sureler bizim işimizdir. Türbenin iç yüzünde Tebareke dışında ise Yasin sureleri yazılıdır. Kubbe ise dönemin inşa teknolojisi en gelişkin Türk boyuna nasip olmuştur. Bizlere…
Allah için Şah Cihan parayı esirgememiş. Günümüz rayiciyle bir milyar dolarlık bir masrafı olmuş yapının.
Tac Mahal’in içerisindeki diğer kısımlara da bakındık. Her bir noktasını turladık. Yapının arkasına geçip Yamuna nehrini izledim. İleri de rivayete göre Şah Cihan ‘ın kendi için siyah mermerden yaptıracağı türbenin bulunduğu Mehtap Bagh ‘a bakındım.
Etrafı saran dört süt beyaz minareye çıkabilmeyi ne kadar da isterdim. İnsanoğlu ne de doyumsuz. Sabaha kadar Tac Mahal ‘i görebilmek bile bir hayaldi oysa ki.
Çıkışta tuk tukçumuz ile konuştuk Mehtap Bagh ‘a kadar. Bura Abim –neredeyse adaşım- uzun uzadıya konuştu bizimle. Temiz bir adam. Hayat kimileri için ne kadar da zor. İnsan ne kadar şanslı olduğunu böyle durumlarda daha net algılayabiliyor. Zaten ne kadar zengin ya da şanslı olursan ol, bir avuç topraksın en fazla. Ki zamanla o bile kalmıyor.
Fatihpur Sikri’ ye gidecek gücümüz kalmadı. Nasıl olsa altı aya kadar ailecek burada olacağız. Fatihpur o zamana kalır.
Otobüslerin kalktığı yere gidip epeyce bir bekliyoruz. Nuh Peygamber zamanında su altından kaldığı için bu denli yıpranıp paslandığını sandığım bir otobüs hoplaya zıplaya bizi Delhi’ye getiriyor. Açılabilen pencereler olmasa sıcaktan ölürdük gibi geliyor bana.
Delhi’de metro ile otellerin olduğu Aksarayımsı bölgeye ulaşıyoruz. Delhi’nin insanı ile şimdiye dek gezdiğimiz iki şehrin insanı birbirinden genel olarak epeyce farklı.
Nihayet otele varıyoruz. İyi bir otel bulmuşum. Düzgün ve lezzetli bir yemekte bulunca her şey yoluna giriyor.
Yarın hesaplarıma göre Moskova’daki yürüyüş rekorumuzu kırabileceğimiz en azından zorlayabileceğimiz bir rotada olacağız.