Sabah erkenden kalktık ve belirtilen saat olan 8 ‘de turu satan acentenin kapısına gittik. Kapı duvar. Biraz sonra bir çocuk geldi, kapıyı kırarcasına yüklenişlerle açmaya çalıştı ama o da yok. Sonunda gençten bir çocuk geldi, bizleri toplayıp bir Mercedes Vito’ya doldurdu.
Bir Teksaslı çift, İngilizce konuşan ve Ağrı Dağı, Fuji derken bir çok dağa tırmanmış bir Alman çift, tek başlarına takılan birer Avustralyalı ve Meksikalı kızla beraber yola koyulduk.
İlk hedef Lovcen Parkı. Bunun için tarihi Avusturya – Macaristan yolunu çıkıyoruz. Bu dehşetengiz bir yol. Yirmi beş kıvrımı var. Bununla beraber virajlar tahmin ettiğim kadar rahatsız edici çıkmadı. Yol 1884 yılında bitirilmiş. O zamanlar tüm bu topraklar Türklerden arındırılmış, Venedik çökmüş ve Avusturya – Macaristan yönetimine kalmış. Akdeniz ticaretinden pay alabilmek Avusturya – Macaristanlılar İtalyan mühendislerden oluşan bir ekip ile ilk tetkikleri yapıp yolu inşa etmeye başlarlar. Bu döneme dek olan süreç Kotor Körfezi kıyısından büyük denizciler çıkmasına neden olmuş. Örneğin Rus Çarı Petro ‘ya denizcilik konusunda danışmanlık yapan adam da Kotorluymuş.
Tepelerde, eski zamanlarda hep şapeller yada gözetleme kuleleri varmış. Bir Türk Ordusu harekete geçtiğinde bunun haberi Viyana’ya kadar aynalar yada yakılan ateşlerle en kısa sürede bildiriliyormuş. Bu süre ne kadarmış biliyor musunuz? Sadece “76 saniye!!!”
İlerilere bakınıyoruz. Karadağ adının hakkını veriyor. Dağlar, dağlar ve onu takip eden diğer dağ sıraları… İtalyan denizciler bu yüksek dağ sıralarını görünce “montenegro” (karadağ) adını vermişler. Karadağlılar ise bunu bize bağlıyorlar. Bu topraklarda o kadar çok Türk askeri öldürmüşler ki oğullarını askere gönderen aileler hep bu diyarları karanlık, kötü olarak görmüşler.
Araçla çıkarken araba bir sorunlar yaşıyor. Kör topal biraz daha yokuş çıkıp inşaat işçilerinin fırtınalarda ve katırcı saldırılarından korunmak için sığındıkları küçük mağaraya zıplıyoruz. Burada bir de zip hattı var. Kısa bir mesafe ama manzarası dehşetengiz.
Küçük bir köyden geçiyoruz. Burası Rus turistlerin rağbet ettiği bir yer ve dolayısıyla yer gök kril alfabesi ile yazılmış ilan ve levhalarla dolu. Gençler Avrupa Birliğine girmek isteyedursun ülkenin turizmini Rusya sırtlamakta. Ve Rusya Karadağlıların AB ile olan bu dansından pek hoşnut değil. Rehberin anlattığına göre Rusya’dan gelen uçak sayısını azaltmışlar.
Yol üzerinde küçük bir kafana’ya ulaşıyoruz. Kafana, kahvehane sözcüğünden türemiş bir restoran tipi. Uğradığımız restoranda bu yol çalışmaları başladıktan sonra işletilmeye başlanan ilk mekan. 1881 ‘de başlamışlar işe. Kuşaklar boyu aile bu işle uğraşıyor. Binanın arkasında prosciutto yapılan bir odacık var. Bir nevi tütsülenmiş domuz pastırması. Üretiminden itibaren üç sene dayanabiliyormuş. Elbette pas geçiyoruz. Kahvaltıda biz ekmek üstü iki, üç dilim peynir yiyoruz ama Karadağ peynirleri benden pek geçer not almadı. Burada ayrıca rakija da ikram ediyorlar.
37 yaşında ölmüş ama başından geçenler, yaptıkları sanki birkaç 37 yıla sığar gibi geliyor bana. Vasiyeti bu tepeye gömülmekmiş. Cesedi önce bir şapele gömülmüş. Ama aradan geçen zaman ve savaşlar bu yapıya zarar vermiş ve ceset tepeye nakledilmiş. 1974 ‘te mevcut yönetim buraya bir anıt mezar yapma kararı almış.
Mezar epeyce zahmetli olmuş. Tonlarca granit blok taşınmış. Devasa heykeller nakledilmiş. İtalyanlar kilolarca altın tozu vermişler mekanın iç kubbesinde kullanılsın diye.
Yüzlerce basamak tepeye dek tırmanılıyor ki baldırlarımdaki kaslar çıktığımda alev almış gibiydi. Sonunda vardık. Mekanın avlusuna vardığınızda ana girişte iki dev kadın heykeli var. Onlara bakışınıza göre sağdaki anne, soldaki ise kızı olarak varsayılıyor. Mekanın içinde Nyeguş ‘un granitten bir heykeli var. Düşünceli bir tavırla, arkasını bir kartala yaslamış bir şekilde koymuş şekilde oturmakta. Rahat bir oturuş değil. Mezar yeri aşağıda. İniyoruz. Mezar yerinden ayrılırken düşünüyorum. Kesinlikle bu adama karşı bir nefretim yok. Aksine, vatanının özgürlüğü ve halkı için yaptıklarına saygı duyuyorum. Yiğit bir düşman olarak nitelendiriyorum. Barış zamanı konuşulabilecek biri olarak. Benim kızgınlığım adeta bir gazap gibi kendi ülkemin sözde aydın kitlesine. Bu topraklara gelip savaşan, ölen insanları bilen hatırlayan kimse yok. Nyeguş ‘u araştırırken daldan dala atlatan kaynaklara bakıp kaybolmuştum. Bizim orada ise birkaç satır ile geçiştirilmiş konulardı bunlar. Karadağ belki küçük bir nokta idi ama kanser bile insan vücudunda küçük bir nokta olarak başlıyordu neticede. Nyeguş ‘un yazdığı “Türk çılgınlığının çaresi” isimli yazıyı çevrede kimse mi kaale almamıştı?
Bu balkonda bir noktada sesin değişik bir şekilde, değişik bir basınçla hissedildiği nokta olduğunu söyledi rehberimiz. Kardeşim fark ettiğini söylerken ben hiçbir şey fark etmedim açıkçası.
Dönüş yolunda bu kez merdivenlerden inmek yerine o koridorun üzerinde kalan kısımdan ilerliyoruz. Manzara gerçekten nefes kesici. Rehber çocukla muhabbetimiz var. Kotora çok sayıda Türk geldiğini, fakat bazılarını tip olarak Sırplardan ayıramadığını söylüyor, bense ona yakışıklı, güç erkeklerle, güzel kadınları İstanbul’a götürdüğümüzü buna karşın çirkin ve işe yaramazları burada baktığımızı söylüyorum. Çocuk, kızıp bozulmak bir yana gülümseyip hali hazırda kullandıkları kelimeleri sayıyor bize. Dile kolay Sırp dili ve onun bir türevi olan Karadağ dilinde – ki arasında çok az fark var – yaklaşık on bin Türkçe yada Türkçe’den geçmiş kelime var. Ve sadece kelimeler değil, fiiller ve deyimlerde geçmiş adamların diline.
İniyoruz. Pınar başı gibi bir yerde mola verip eski başkent Çetinje ‘ye geliyoruz. Ufak tefek pek bir numarası olmayan bir şehir. Ama ülkenin eski başkenti. Türk tarihinde ismi Çetince olarak geçmekte.
Şehri 1482 ‘de Crnojeviç ailesi kurmuş. Etrafı tepelerle çevrili olduğundan savunması kolay olarak düşünülmüş ama Türk akıncısı hesaba katılmamış. Osmanlı 1499 ‘da şehri ilk kez yoklamış. 1514 ‘te tam anlamıyla ilhan edip Karadağ sancağına bağlamış.
Aracı park ettiğimiz yerden ilerliyoruz, sağlı sollu kafeler, elbette ki bu coğrafyanın vazgeçilmez dükkanları olan bahisçileri aşarak bir meydana geliyoruz. Şehir aslında bundan ibaret. Anlatalım hemen…
Küçük bir bina var. Bize göre küçük ama bu coğrafya için büyükçe de demek yanlış olmaz. Burası Karadağ kralının eski sarayı oluyor. Günümüzde müze. Grahovo Savaşı’nda Türk ordusundan ele geçirilen yeşil sancak buradaymış. Nyeguş ‘un şiirlerinin ilk baskıları, kraliyet zamanından kalma mobilyalar ve yemek takımları da sergilenenler arasında.
Karşısında ama biraz uzakça bir noktada şehrin ilk kurucusu Ivan Crnojeviç ‘in bir heykeli var.
Yol üzerinde hafiften kale gibi görünen alçak duvarlı bir yapı daha var. Buraya “billiard” yani bilardo denmekte. Nyeguş ‘un oynadığı bilardo masası burada yer almakta. Yanında ise neredeyse bir basketbol sahası boyunda bir alan var. Karadağ Kralı ülkesinin üç boyutlu bir haritasını denizcilere ve dağcılarına yaptırmış. Böylelikle ülkesine giren Türk birliklerine nerede pusu vuracağını, nerede kıskaca alacağını planlayabilmiş. Gerçi bizim turdaki Alman adam “Karadağ küçücük, Sovyetler birliği kadar olsaydı nasıl yapardı diye komiklikler yapsa da millet gülüp geçti.”
Şehrin en görünen tarihi binası 1701, 1704 arasında prens Danilo tarafından yaptırılan Çetince Manastırı. Daha öncesinde burada Ivan Crnojeviç‘in sarayı varmış. İçinde fotoğraf çekmek yasak. Çetincenin azizi Peter ‘in kemikleri, Vaftizci Yahya ‘nın sağ eli (Yahya Peygamberin kaç tane sağ eli var bilemiyorum), gerçek haçın parçaları gibi pek çok relik bulunuyormuş.
Bunun dışında Dvorska yada Çipur Kilisesi denilen bir kilise daha var. Burası zamanında şehrin katedral kilisesi imiş. Bizimkiler geldiklerinde orijinal katedrali yakmışlar. Halen ana kilise binasının yanında temel izleri gayet belirgin bir şekilde görünmekte. Günümüzde ise genelde düğünlerde kullanılıyormuş. Hatta Karadağ kral ve kraliçesinin taçları burada tutulmakta, yeni evlenen çiftlerin başlarına konmaktaymış.
Araca dönüp İşkodra Gölü ‘ne doğru ilerliyoruz. Yolun kenarında bir kilise daha var. Grohovo Savaşı’nda Türk askerlerinden ele geçirilen tüfek namlularından 1897 ‘de çitleri yapılmış. (savaş 1858 ‘de yapılmıştı)
Son hedef Obodska Rijeka yani Obodska Nehri. İşkodra Gölü ile buluşan nehrin pek aktığı hissedilemiyor. Virajlı, daracık yollardan çılgın manzaralarla ilerliyoruz. Nehir kıyısında bir lokantada öğle yemeğini biraz geçte olsa hallediyoruz. İleride, uzaklarda tarihi bir taş köprünün altından olanca bet sesleri ile kaz mı, ördek mi seçemediğim – ördekmiş – kuşlar oynaşmakta. Sessiz, sakin, dingin ortamlar. Köprü 1853 ‘te Prens Danilo tarafından yaptırılmış.
1477 yılında Ivan Crnojeviç ‘in orduları Osmanlılara yenilince buraya çekilip kasabayı tahkim etmeye başlarlar. Burası Obod denilen yer mi yoksa Rijeka Crnojeviç mi tam olarak anlayabilmiş değilim. Her halükarda Çetince ‘den hem önce hem de sonra burası birer kez başkant oluyor Karadağlılara. Hemen ardından da Osmanlı Orduları burayı ele geçirip Karadağ Nahiyesi’ne bağlıyorlar.
Günümüzde kasaba ufak tefek ve geçimini turizmden sağlamakta. Nehir üzerinde tekne turları yapılıyor. Biz de o teknelerden birine atlıyoruz. Su inanılmaz derecede durgun ve bir o kadar da berrak. Buna karşın kıyıdan yarım metre geçmeden aniden derinleşiyor. Muhtemelen ilk baharda dağlardan gelen suyun debisi oldukça yüksek olmalı.
Bir saat kadar teknede yolculuk ediyoruz. Türlü su kuşlarını rehberin şarap ikramı eşliğinde izliyoruz. Bir hafta önce rehber çocuk su içmeye inen bir geyiğin görüntülerini videoya çekmiş.
Turu bitiriyoruz. Güzel bir yerdi doğrusu. Ulaşımı güçte olsa görmemek olmazmış diyebiliyorum.
Son durak Budva. Ancak gece girebiliyoruz. Çocuk bizi bir dondurmacıya sokuyor. Eski kentin dışında aralarda bir yer ve dolayısıyla fiyat olarak oldukça hesaplı görünüyor. Eski kente giriyoruz. Hava çoktan kararmış, pek çok dükkan kapanmış ama Türk gruplar kalabalıklar halinde şehri turluyorlar. Abi, kardeş her bir sokağa defalarca girerek vakit öldürüyoruz. Rehber çocuk bizi otobüs terminaline bırakıyor, grupla vedalaşıp otobüsümüze gidiyoruz.
Bilete yanlış bakmışım. Otobüs bir saat kadar erken kalkıyormuş. Neyse ki ucuz atlattık. İnternetten aldığım bileti bilete dönüştürmek için bilet başına iki euro alıyorlar. Otobüse binerken de bagaj başına bir euro daha. Bu işi hiç mi hiç sevmedim.