Sabah kalkıyoruz erkenden. Otel sahibesi hanım Şabatta hayatın durduğunu söylemişti. Ben de duymuştum ama modern dünyanın gerçekleri ne kadar durdurulabilirdi ki…
Dünden aldıklarımızla hızlıca bir kahvaltı yapıp çıkıverdik dışarıya.
Ara sokaklarda dükkanlar kapalıydı ki bu durumu tatil gününün rehaveti nedeniyle geç kalkıp geç açılış yapmaya bağladık. Fakat Polyanna ailesinin düşüncesi ana caddede yanılgı kavramıyla yer değiştirdi. Taksiler dışında hiçbir araç yoktu. Umursamadan tramvay durağında beklemeye başladık. Taksiciler de peşimizi bırakınca tramvayın çalıştığını düşündüm ama nafile.
Bulunduğum yerden mesafe sadece iki durak ama ne iki durak. Tramvay bekleyen iki yaşlı İngiliz de yanımızdan kalkıp taksilere doğru gidince şabat kavramının suratıma değil de cüzdanıma bir şaplak olmaması için hava daha da ısınmadan yola koyulmaya başladık.
Bu kalabalıkları izlerken yolun nasıl geçtiğini fark etmeden içeriye açılan kapılardan birine doğru varmıştık bile. (Yafa yada Halil Kapısı olarak bilinen kapı) Şehrin içine ücretsiz turlar düzenleyip verilen bahşiş ve alışveriş yapılan dükkanlardan gelecek komisyonların peşindeki gençlerden oluşan kalabalıklardan sıyrılıp içeri sızıverdik.
Bismillah diyerek başlayalım mı Kudüs ‘e? Haydi, bismillah…
Kapıdan girer girmez hemen solda iki tane kavuklu mezar taşı var demir parmaklıkların ardında. Durup bir Fatiha hediye edin bizimkilere… Kudüs surları sırasında Mimar Sinan ‘a kalfalık yapan iki mimar şehirde kalır ve ölünce de vasiyetleri gereğince sur içinde defnedilir. Bu abiler bizim adımıza sonsuza dek Kudüs girişinde nöbet tutacaklar.
Hemen sağda ise şehrin iç kalesi var. Herod Sarayı da denen yapının bizce bilinen adı Davud Kalesi. En son Memlukler zamanında günümüzdeki halini almış. Osmanlı da Kudüs ‘ü korumakla görevli garnizonu yerleştirmiş yüzlerce yıllığına.
İlerliyoruz. Genelde iki katlı, sağlı sollu dükkanlar açık buralarda. Sonradan anlıyoruz ki şabat parasal hareketlere pek bulaşmamış burada. Hediyelik satan Arap ve Filistinlileri de ekarte ediyoruz. Bir iki magnete göz atıp yolumuza devam ediyoruz.
İlk durak Ağlama duvarı. Uyduruk bir aramayı aşıyoruz.
Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s Sahrayı da içeren Harem –i Şerif ‘i taşıyan duvarlardan birisinin önünde bir insan seli var. Güneş yükselmiş durumda. Mermer zeminden de ışık yansıyor. Merdivenlerden aşağıya, düzlüğe inince baba- oğul bir yöne eşim öteki yöne gidiyor. Yahudilikte kadın, erkek ayrımı burada da en katılığıyla kendini gösteriyor.
Kalabalığın arasından sıyrılıp duvarın dibinde bitiveriyoruz. Taşların arasına yüzlerce dilek kağıdı sıkıştırılmış bile. Bir adam kendinden geçmiş, çılgınca sesler çıkarıp yüzünü, aldığı hasarı umursamaksızın duvara sürüyor. Beriki ağlıyor. Sağda solda giyimlerinden değişik cemaatler olduğunu sandığım gruplar sallanarak mezmurlar okuyorlar. Fotoğraf çekmeye başlıyorum. Ta ki gerilerden bir kadın şabat ibadeti yapanları görüntülemeyeceğime dair sertçe çıkışana dek. Turist olduğumu söylüyorum iyice bağırmaya bakıyor. Ben de çevreme bakınıyorum ama kimse ibadetini bölüpte bize bakmıyor bile. Bizi duyduklarını sanmıyorum bile. Almanca küfürüne aynı dilde dönüş yapınca girişteki güvenliğe doğru gidiyor. Ben de oğlumla beraber sol taraftaki galeriye atıyoruz kapağı.
Burası da ayrı bir alem. Kimi yeri bir kütüphane, kimi yeri grupların toplaşıp mezmurlara devam ettiği odacıklar olmuş. Yüksek tavanı taşıyan kolonlara bakıyorum. Binlerce yıldır burada olmalılar. Çökseler tam bir katliam olur. İçeride kayıtsızca turluyoruz. Serin olduğunu da eklemeliyim. Dışarı çıkıp Yıldız ‘ı da bularak çıkıyoruz. Yıldız kimseyle polemiğe girmeyip gölgedeki plastik iskemlelere konup bir iki fotoğraf çekmeyi başarmış.
Hedef şimdi dün şöyle bir takip ettiğimiz Via Dolorosa. Yolun kenarında Kanuni ‘nin yaptırdığı çeşme var. Çeşmenin yalak kısmı için kim bilir ne zamandan kalma bir lahit kullanılmış. Fotoğrafını çekerken gelen Arap genç Hürrem Sultan Vakfiyesine giden yolu işaret ediyor. Kalabalıklaşan sokaklardan ilerliyoruz. Sokakları darlaştıran yapılar yakıcı gün ışığını engellemiş olsa da boğucu sıcak her yerden üzerimize saldırıyor.
İşte ana baba günü olan bir başka yer daha. Dünyanın türlü yerinden hristiyanlar burada. Dolayısıyla onlara hizmet vermek için yapılan kiliseleri de görüyorsunuz. Rus, Avusturya hatta Etiyopya Kiliseleri ve niceleri. Roma forumunu da geçiyoruz. İleri de Ömer Mescidi görünüyor. Hz. Ömer Kudüs’ü gezerken rahip, isterse kilisede namaz kılabileceğini söyler. Hz Ömer ise bu samimi teklifi kabul etmez ve der ki “namaz kılarsam, bir gün dindaşlarım şehri ele geçirdiğinde bu kiliseyi camiye çevirir”. Tarihe geçen insanlar gerçekten ince düşüncelere sahip oluyorlarmış gördüğüm kadarıyla.
Kiliseye giriyoruz. Dışarıdan görüldüğü kadarıyla bu kadar büyük olabileceğine zerrece ihtimal vermemiştim. İsa Peygamberin yol boyunca taşıdığı çarmığa çivilendiği, çarmıhta öldüğü Golgotha Tepesine Bizanslılar bu kiliseyi yaptırmışlar. İsa’nın cesedi burada bir taşa yatırılmış, temizlenmiş ve kefenlenmiş. Günümüzde, İsa Peygamberin yatırıldığı o taşa insanların nasıl yattığını, taşı nasıl öptüklerini görmelisiniz.
Kiliseyi dolaşırken bitmek bilmez bir kuyruğa denk geliyoruz. Sorduğumda, cevap olarak İsa Peygamberin mezarına ziyaret için beklediklerini söylüyorlar. Böyle bir şey duymamıştım ama sıraya giriyoruz. Epeyce uzun bir süre bekliyoruz. Başka bir grubun rehberi, her milletin burada ayrı bir ritüele sahip olduğunu belirtiyor. Kilise içinde, küçük, kubbeli bir yapı. Pek bir şey seçemesem de içeriye bakarken bir Fatiha okuyorum. Çıkıyoruz. Zaman nasıl da geçmiş. Geldiğimiz yollardan bu kez fazla oyalanmaksızın geçerek meşhur felafelcilerden birine dalıp öğle yemeğini aradan çıkarıyoruz. Arada İsrailli askerler ile Filistinli yaşlı bir adam birbirine giriyor, Türk umreciler olaya karışıyor. Olaylar ansızın başladığı gibi bitiyor biz yemeğimizi bitirirken…
Tekrar Via Dolorosa ‘nın başlangıcına, Ecco Homo ‘ya doğru sapıyoruz. Yol üzerinde Hz. Meryem ‘in doğduğu söylenen eve girmeye çalışıyoruz. Rum Ortodoksların kontrolünde bir mekan burası. İstanbul Patriğinin selamı bile işe yaramıyor. Yola devam edip Aslanlı Kapıdan dışarı çıkıyoruz.
Meryem Ana ‘ya ait olduğu sanılan mezarı arıyoruz ama olması gereken yerde bir Ermeni Kilisesi var ve yer gök soykırımla ilgili yazılarla dolu. Yıldız bir gölgede kalıyor ve biz baba oğul Tur Dağına uzanan yolu tırmanıyoruz. İlerilerde Kubbetü ‘s Sahranın altın kubbesi parlıyor. Mescid – i Aksa ise sessizce olanca sadeliği ile güneşin altında duruyor geleceğin getireceklerini beklerken.
Soğan kubbeli Rus Kilisesi kapalı. Dışarıdan bakınmakla yetiniyoruz. Tekrar yola doğru giderken grupların arasına karışıp Tüm Milletler Kilisesi denilen ibadethaneye giriyoruz. Güneş bizi hırpalamış. Dönüş yolu gözümde uzadıkça uzuyor. Kiliseyi gezenlerin yaptıkları şamata, rahibin arada sırada yaptığı “silence” uyarıları ile kısa süreliğine kesiliyor.
Biraz toplandığımızda ayaklanıyoruz. Kiliseden Aslanlı Kapıya giden yol bitmek bilmiyor. Ne kadar da yol tepmişiz. Geçtiğimiz Müslüman mezarlıkların bakımını Türkiye yapmış. GPS ‘nin yardımı ile en kısa yoldan otele ulaşabilmek için hiç geçmediğimiz ve normalde de asla girmeyeceğimiz ara sokaklara dalıyoruz. Katolik Rumların Patrikhanesi de, Hintlilerin Konukevi de bu rotanın çeşitli aşamalarında karşımıza çıkıyor.
Alman genelkurmayı Kudüs’teki yapıların zarar görmemesi için şehri boşaltma kararı alır. Hiç bir direniş göstermeksizin Kudüs’ten çıkmak Türk askerini üzer. Haber İstanbul’a ulaşınca tepkiler büyür. Almanlar savunmasına izin vermedikleri Kudüs’e bir saldırı yapılmasına izin verir. Şehre, Müslüman bir ordunun, Türk ordusunun yaptığı saldırı başarılı olamaz. 3500 kadar Türk askeri cennette kendilerini bekleyen atalarının yanına gider. Ve o gün Kudüs ve huzur kelimelerinin bir arada olduğu son gündür belki de…
İşte o son saldırının anısına sur duvarlarından birisine çakılan levha biz ziyaretçilerini bekliyor.
Otele dönüyor ve yarın havalimanına nasıl döneceğimizi planlıyorum. Otel sahibesi en kısa ve en ucuzu öneriyor. Anlatacağım J