Ne zamandır Orta Asya’ya, ata yurda gitme hayalimin olduğu bilinen bir şey. Kim bilir kaç tane rota planladım ama Özbekler ve Türkmenlerin yarattığı problemler nedeniyle hepsi de havada kaldı. Yıl içinde ucuz bir Taşkent uçuşundan istifade etme niyetim ise 50 dolarlık Özbek vizesinin davetiye mektubu vb gibi yan unsurlarla beraber 300 doları aşmasıyla iflas etmişti.
Bir gün günlük rutin işlerimi yaparken telefonum çaldı. Atlasglobaldeki arkadaşlarımdı arayan. Bişkek uçuşlarının ay sonunda iptal edileceğini ve elimi çabuk tutmamı söyledi. Aslında Bişkek gidip Almatı döner bir planım vardı ama bu da Kazak elçiliğinin oğlum ve eşime karşı uyguladıkları vize politikasıyla çöküvermişti. Elçilikteki tipin, Yunan vatandaşlarının Kazak vizesine Atina’dan başvurabilecekleri cevabı eşimi deliye çevirmişti.
Neyse apar topar planlarımdan birisini budayıverdim. Atlasglobali aradım ve gidiş ve dönüş rezervasyonlarımı yaptırdım hemen. Beş saat kadar sürecek uçuşlarda koltuklarda konserve olmadan oturmaya, yemek yiyebilmeye ve susuzluktan ölmemeye karar verdiğimiz için atlasglobali seçmiştik.
Kırgızistan oğlum için yepyeni bir yer. Azerbaycan gibi eğleneceği bir yer olarak öne çıkıyor. Biz olmadan da doya doya konuşabileceği bir yer olacağını düşünmekte. Eşim için at eti ve kımız demek. Ve diğer yiyecekler elbette. Benim için ata toprakları, kutsal Tanrı Dağları ve Çolpan Ata’da yer alan yazıtlar; atalardan kalan en gerçek miras…
Uçuş başlıyor. Yemekler gayet leziz. Herkesin yüzü gülüyor. Eşim sığmak için iki büklüm değil. Ben herhangi bir rahatsızlık duymuyorum yol boyunca. Atlasglobale buradan da teşekkür etmem gerekiyor anlaşılan.
İndiğimiz sırada gün henüz doğmamış ama hava soğuk korktuğum gibi değil. Nem oranının düşüklüğünün yanı sıra ayaz olmaması da -1 dereceyi gösteren panoyu yalanlıyor adeta. Küçük bir havalimanı burası. Havayı koklayarak bizi beklemekte olan otobüse doğru, uçağın merdiveninden inip yere ayak basıyorum. Oğlumun yaşında bunu hayal dahi edemezdim. SSCB haritalarında yer alan Türk devletlerinin bağımsızlıkları gerçekten uzak görünen bir hayaldi. Şimdi ise bağımsız bir Türk devleti olan Kırgızistan ‘ın başkentti Bişkek ‘in Manas Havalimanı’ndayız. O, eski atlaslardaki Frunze şehri de yok artık. Bişkek var onun yerine. Çok daha eski günlerde de olduğu gibi.
Havalimanının içi de küçük. Sıra yapmayı beceremeyen insanlar Çinli benzeri yüzlerine karşın davranışları ile Türk olduklarını haykırıyor sessizce. Herhangi bir problem olmaksızın pasaport kontrolünden çıkıyoruz ama komünist eskisi kafa hala yerinde. Havalimanı çıkışına ulaşmak için bir kontrol daha var ve sırası daha da uzun.
Ters tarafta boş bir kısım daha var ve eşim o yöne ilerleyince bekleyen kadın Rusça bir şeyler haykırıyor. Rusça vhod gibi bir şey çıkış demek olmalı ama ha Sırpça ha Rusça deyip soruyorum. “izlaz?” Dünyanın en güzel dilinde cevap veriyor kadın ters yönü göstererek “çıkış”
Orta Asyalı şairlerimizden birinin de dediği gibi “ana til en yahşi til”.
Önce güvenlik kapısından geçiyoruz. Ardından da bavullar x-raya sokuluyor. İri polis bizim çantayı fırlatıp atınca tutamıyorum kendimi. “Para verip aldık, yavaş a.kym” Adam bana bakıyor boş boş. Oğlan gülüyor ve günlerce dalga geçebileceği bir malzeme elde etmiş oluyor.
Bu saatte şehirde yapacak bir şey olmadığından taksi ile Doğu Terminaline gidip oradan Issık Gölü’ne giden otobüslere bineceğiz. Çıkar çıkmaz ufak tefek, gençten bir adam geliyor yanımıza taksi diyerek. “autovakzal vostokiya” diyorum anlamıyor. “Autovakzal vastokiya” deyince Rusça bir şeyler diyor. Üniversitede de Orta Asyalılar kendi aralarında Rusça konuşur ben de ifrit olurdum. “Kaç para?” diye çıkışınca
– “Min” diyor.
– “Min?, yahşi değildir” diyorum.
Cedicüze (Yediyüze) anlaşıyoruz. C – Y geçişi had safhada burada. Gerçi Kıpçak lehçelerinin hepsinde var bu. Bizim Kırım Türkçesi’nde de, cavmır cavın İstanbul’da yağmur yağarken. Adamın arabayı getirmesini bekliyoruz epeyce. Hatta dayanamayıp şehir merkezine giden minibüslerle konuşmaya gidiyorum nasılsa terminale bir şekilde giderim diye ama minibüsün Rus şoförünün ağzından laf almak pek mümkün değil. Tam o sırada da bizim taksici geliyor ve atlıyoruz.
Aracın içinde kesif bir mazot kokusu, nefes almak mümkün değil. Pencereyi açınca kuru bir soğuk çarpıyor insanın yüzüne. Buzdolabının buzluğunu açmışsınız gibi bir etkisi var. Yabancı müzik açmaya yelteniyor ama Yıldız Kırgızca şarkıları açtırıyor.
Dinledikçe şarkıları anlayabildiğimizi fark ediyoruz ve dinledikçe de anlama oranımız artıyor gibi. Gerçi Yıldız’ın anlama oranı ile kıyaslanamaz benim durumum. Onun kulakları yabancı dillere daha aşina. Yunanca okuyup yazabilen, Arapça okuyabilen biriyle kıyaslanmam zaten haksızlık olur. “Suuk” diyor adam. “Evet çok soğuk” diyoruz. Şarkılarda yanlış çevirilerimizi düzeltiyor. Vurgular farklı, söyleyişler farklı. Ama anlıyoruz birbirimizi. Öyle ki hayat pahalılığından bile bize bahsediyor Kırgızca. “bir litre mazot olmuş kırk som” diyor. Biz ise 1 euro 72 som hesabıyla
Taksici bizi otogara bırakıyor. Ayrılırken kafaları tokuşturuyoruz. Şapır şupur, yapış yapış öpüşmek değil bizim geleneğimiz. Tokuşturup kafaları vedalaşıyoruz.
Terminale giriyoruz. Gişeye gidiyorum. Hemen hemen tüm doğu bloku ülkelerinde standart memur tipi bir kadın var burada. Saçından tavırlarına kadar işlemiş içine. Çolpan Ata’ya nasıl gideceğimi soruyorum bizim Türkçeyle. Baştan savarcasına dışarılarda bir yerlerde demeye çalışıyor sanırım. Elbette Rusça yanıtlıyor beni. Dışarı çıkıyorum in cin top oynuyor. Hazır dışarı çıkmışken para bozdurayım diyorum fakat gördüğüm dövizciler de kapalı. Akıl almak için bir fırına giriyorum selam verip. Çalışan kız Rusça bir şeyler diyerek yanıtlıyor beni. “Yuro berip som alıp” diyorum ki aşağı yukarı böyle bir şey zaten Kırgızcası. “Valyut” diyorum. O zaman “da” diyerek ilerileri işaret ediyor. Cinlerim tepemde. Kurduğum saçma sapan cümleleri bile anlayıp Rusça cevap veriyorlar bana.
Hışımla dönüyorum. İçeride de saydırıyorum. Tam o sırada yaşlıca bir kadın gayet anlaşılır bir Türkçe ile bize yardımcı olacağını söylüyor. Kocasını bekliyoruz. Sevimli bir adam geliyor, beraber çıkıp terminalin öteki tarafındaki maşrutkaların birine biniyoruz. Adam başı 280 som. Gerçi havaalanında bozdurduğumuz paralar bitti ve yanımızda bir kuruş som yok. Biz de yaşlı kadınla sohbet ediyoruz. Kadının çocukları bir Türk firmasında çalışıyormuş. Firma yetkilileri evlerine geldiklerine göre çocukların konumları iyi olmalı firmalarında. Konuşurken kadının kocası gelip beni alıyor, açık bir dövizci bulmuş; beni ona götürüyor. Para işi halloluyor, adamla vedalaşıp yola dökülüyoruz gene. Anadolu’da göreceğim bir şeydi bu. Mesafeler yürekleri, terbiyeyi, gelenekleri değiştiremiyormuş; bunu görüyorum.
Yol rehber kitaplarda da belirtildiği gibi oldukça iyi durumda. Bizim familya çoktan uyuyakalmış. Şoför ise alçaktan uçuyor. Uyuyor olmalarına şükrediyorum. Çılgın manzaralar var. Karlı dağ silsileleri birbirini takip ediyor. Sözün yetmediği yerler buralar.
Çıkıp yiyecek bir şeyler alıyoruz. Gene Rusça cevaplarla başlıyorlar. Biz ısrar edince Türkçe’ye dönülüyor. Hamur işi var bol bol. Ülkenin doğusunun etçi batısının ise hamurcu (Kırgızların deyimiyle kamırcı) olduğunu öğreniyoruz.
Yola tekrar koyuluyoruz. Yol üzerinde “Balıkçı” adında kent – kasaba arası bir yerleşime geliyoruz. Haritaya göre burası göl kıyısında ama göl epey uzakta kalıyor yola göre. Bize yardımcı olan kadın burada iniyor. Balıkçı kasabası isminin hakkını veriyor. Gerçi son zamanlarda avlanan balık miktarının hatrı sayılır oranda düştüğü belirtilse de dükkanların önlerinde askılara asılmış kurutulmuş balıklar merkez kısmının ana manzarası denilebilir. Bununla beraber evler bizim Trakay’daki evleri andırıyor. Genelde iki katlı ahşap evler. Hiç birinin girişleri yol tarafına bakmıyor. Kimisinin üzeri sadece sunta ile kaplı, daha boya vurulmamış. –Gerçi o suntaların bizdeki suntalardan en az üç kat daha kalın olduğunu gördük-
Bir de burada değişik bir mezarlık kültürü var. Mezarlıkların içlerinde sanat eseri diyebileceğiniz değişik taş yapılar var. Kimisi kapı görünümlü, kimisi iki boyutlu bir ev adeta. Pek çok mezarda rahmetlinin resmi de yer almakta. Bu konuda bizden epey farklılar.
En sonunda Çolpan Ata yazan bir yere ulaşıyoruz. Şoförü uyarıyorum, hı hı deyip baş sağlıyor. Neyse ki yol kenarında bizim otelin adını görüyoruz da şoföre bağırıyoruz. Bir insan bir minibüste kaç sebepten bağırıyor olabilir bilmiyorum ama inmek istediğimizi anlayana kadar adam epeyce daha yoluna devam ediyor.
Çolpan Ata, Issık Gölü etrafının en gözde turistik merkezi. Tabi bu turistik sezonun pekte uzun olmadığını hatırlatmakta fayda var. Genelde Kazakistan’ın ve Sibirya Rusyası’nın zenginlerinin rağbet ettiği bir yer olduğunun fiyatları bu coğrafyanın geneline göre oldukça yüksek. Sezon fiyatları ise çok çok yüksek.
Adamla konuşuyoruz. Biz Rusça bilmediğimiz için adam bizle İngilizce konuşmayı tercih ediyor. İngilizcesi de benim Rusçamdan hallice olduğu için anlaşamıyoruz ve ortak dil olan Türkçe ile devam ediliyor. Bu iş canımı sıkıyor.
Sokağa çıkıyoruz hemen. Güneş olan yerler iyi ama gölgedeyseniz aman aman. Neyse ki çok sayıda market var yol üzerinde. İçlerinde de türlü türlü bisküvi başta olmak üzere bir sürü yiyecek. Haritaya göre otel merkeze yakın ama merkeze pek yakın değiliz. Yapacak bir şey yok, yürüyeceğiz elbette. Ama emin olabilmek için az önümüzdeki öğrenci grubuna soruyoruz gitmemiz gereken yönü. Doğru yoldaymışız.
Önce epeyce bakımsız bir parka giriyoruz. Parklar bakımsız bile olsa farklı ağaç tiplerinin rengarenk yaprakları ile başka bir albenisi var. Parkın ortasında ise yüksekçe bir kaidenin üzerinde ince uzun bir hatunun heykeli var. Ellerinde zincirimsi bir şey bulunmakta. Orada oturup bize bakmakta olan tiplemelere sordum kimin heykeli olduğunu, ”Çolpan Ata” dediler. Ne kadar doğru bilinmez. Çolpan, Venüs demek. Çolpan Ata Eski Türklerin muhtemelen Çiğil Türklerinin koruyucu ruhlarından birisi.
İlerledik. Burada ekmekler genelde yuvarlak. Bir restoranın önündeki yaşlı teyzeler bize laf atılar. Rusça tabii. Ben konuşana dek bizimkiler ana oğul içeri dalmışlardı bile. İçeridekiler bizi yan tarafa yönlendirdi. Burada konteynerden bozma odacıklarda da yemek yiyebiliyorsunuz. Bir nevi özel kabin. Bir kız gelip menüyü bıraktı. Kız rus ve “yes,no” dışında bir İngilizcesi yok.
Menüde İngilizce bir şey yok. Neyse ki artık kril alfabesini okuyabiliyoruz. Tabi, tıpkı Karaman Türkleri’nin Yunan harfleri ile Türkçe yazması gibi pek çok şey. Su su, mantı ise mantı okunduğunda. Problem yok. Ekmek ise bizden farklı olarak “nan”. Biz baba oğul mantı istiyoruz. “bez svinye” olması yeterli bizce. Kız da “yes” diyor. –Sonradan öğreniyoruz ki mantılarda domuz eti kullanılmıyormuş zaten, gönül rahatlığıyla yumulun.- Eşim beşparmak istiyor. Kola ise litrelik getiriliyor.
Eski Sovyet ülkelerinin belki de ortak özelliklerinin başında servis sürelerinin uzunluğu ve yavaşlığı geliyor. Bize gelen tabakta beş tane mantı var. Gürcülerin kinkalisine benziyor ama sanırım hamur haldeyken kızgın suda haşlanmış gibi. İçindeki de kıyma değil daha çok bıçaksırtı et. Bununla beraber et o denli sert ki kimi zaman ciklet çiğniyorum hissine kapılıyorum. Oğlum ise “işte buna yemek denir” diyor keyifle.
Az sonra eşimin yemeği “beşparmak” geliyor. At etini ben tatmıyorum. Bu yemek at yada kuzu eti ile yapılmakta. Hamur parçalarının üzerine koparılarak parçalanmış söğüş et, gene hamur, patates ve havuç ve sair konularak yapılıyor. Bize gelen tabakta iki de salam parçası vardı ki birinin yarısı yağ olduğu için yenmedi bile. Buna karşın gelen ekmekler tek başına bir yemeğin ana yemeği olabilecek kadar lezizdi.
Yola devam ettik. Ruh Ordo kültür merkezine vardık ama kapalı olduğu için giremedik. Bir açıklama da bulamadık. Burası bir açık hava müzesi. Zamanında köhne bir mezarlıkken Kırgız halkına ait öğeler ağırlıklı olmak üzere Türk toplumlarına ait unsurların sergilendiği bir yer olarak düzenlenmiş. Araştırdıklarımdan gördüğüme göre ilk girişte sizi Atatürk karşılıyormuş. İçeride de Cengiz Aytmatov ağırlıklı görseller mevcutmuş.
Ruh Ordo’ya girememiş olabiliriz ama dönüş yolumuzun üzerindeki Tarih
Müzesi’ne girmemize kim engel olabilir. Hele giriş kapısının önünde, sağlı sollu
balbalların daveti varken…
Müzenin ağır kapısını iteledik. Görevli kadınlar geldi başladılar Rusçaya. Biz Türkçe devam edince onlar da bizlerle Türkçe konuşmaya başladılar. “Issık Gölü’ne Türkiyeliler pek gelmez” dediler, “müzeye ise hiç girmez” diye eklediler. Yerin dibine girdik hafiften. Halbuki müze ufak tefek ama gezilesi bir yer. İçeride bize fotoğraf çektirmediler. Kaçak çekim yapan oğlumu da erken yakaladılar.
İçeride sadece taş toprak diyebileceğiniz tarihi nesneler yok. Etnografik öğeler de eklenmiş. Örneğin bir Kırgız çadırı ve çeşitli halı ve kilimler on numara. Hemen burada bir de mangala tahtası var. Bu oyun nasıl unutulmuş bizim buralarda anlayamıyorum. Doğukan Manço Survivor’da bir iki göstermeye çalıştı millete; Muhteşem Yüzyıl vasıtasıyla bunun bir kulübü dahi kuruldu ama ötesi gelmedi.
İçeride ilgimi çeken şeylerden birisi de özellikle saymalıtaştaki kaya yazıtlarının fotoğrafları oldu. Benim olmazsa olmazlarımdan birisi orası. Ama kimi yazıtlara bakınca kamasutra halt etmiş dedim. 12 yaşındaki oğlum bile apışıp kaldı. Fakat yazıtların açıklamalarında hep “Türk atlı”, “Türk savaşçı” gibi açıklamalar vardı. Derinlerde bir yerlerde halen öz korunmakta. Kimse bir tarih uydurmaya ya da tahrifata ihtiyaç duymuyor. Ait olduğumuz yerler buralar… Tanrının bize emanet ettiği dünya buralardan başlıyor.
Bir de Issık Gölü’nün üç boyutlu bir modelini yapmışlar. Bu modele göre gölün etrafında çok sayıda tarihi yerleşim yada yazıt olan alan var. Zaten isminde “tamga” geçen her yerde yazıt var demek. Tamga bizim dilimize geçerken damga olmuş ama aslında harfin tam karşılığı. Buna ek olarak gördüğüm kadarıyla gölün oluşumu sırasında muazzam bir çökme olmuş. Çünkü gölün ortalarına doğru oldukça ani bir derinleşme görülüyor. Kırgızistan sıklıkla çok yüksek ölçeklerde depremlere yakalanabileceğiniz bir coğrafyada yer almakta.
Göle inme vaktimiz geldi hatta geçiyor. Hemen yolun karşısına geçip göle doğru uzanan sokaklardan birine dalıp ilerledik. Sanatoryuma gelince geri döndük. İki paralel sokaktan girip devam ettik.
Yürü babam yürü ama değer. Göle doğru uzanan bir dil var. Sonbaharın boyadığı yapraklar, gri bir gök ileride, sarı kumların bitiminde masmavi bir göl. Durgun sayılır. Fırtınalı zamanlarını gösteren videoları da izlemiştim. Bir deniz gibi kabarabiliyor da. Çok çok ötelerde ise Tanrı Dağları bir silüet gibi uzanıyor. Üzerlerindeki karlar ve buzullar ise sanki zamanın açtığı hiç kapanmayan yaralar gibi. Bir ırkın yaradılıştan günümüze tüm tarihine şahitlik etmiş bu kadim dağ. Eski Türkler bu dağlara baktıklarında öyle heybetli gelmiş ki “Tanrılar yaşar bu dağlarda” demişler. O nedenle bakmayın ecnebinin yada yerli malı entelin “Tien şan” dediğine.
Gölde bir tekne, muhtemelen balık tutuyor. Aytmatov kitaplarında anılır gölün balıkları. Bize yolu işaret eden Rus genç ilerilerden bağırıp bize aksi istikameti işaret ediyor. El sallıyorum çıktığım cankurtaran kulesinden.
Öteki tarafa geçiyoruz. Zaman yok burada. Sükunet… Cennetin kapısında gibiyim. Ana gölle ufacık bir bağlantısı olan bir cep, bir gölet var burada. Su o kadar sakin ki biraz hızlı nefes alsam dalgalandıracak gibi. Ufku yapraklarını döküp çıplak kalmış ağaçlar kapatmış. Fonda ise mesaisini bitirmesine az kalmış güneşin ışıkları. Sonsuza dek kalınır burada. Sadece bu manzara için gelinir buraya.
Artık dönüşe geçiyoruz. İlerilerde, uzaklarda yine karlı dağlar. Daha kışa da tam anlamıyla girilmedi. Kışın kim bilir ne olacak buralarda, hava nasıl donduracak insanları…
Uzun sayılacak bir gezi yasını hiç bu kadar keyifle okumamıştım. Yer yer kahkahalar attığım oldu ama aslında çok iç acıtan şeyler var yazıda. Rusça konusunda ki ısrar özellikle.. Ben bir dönem, Kazak, Azeri, Türkmen ve Arnavut arkadaşlarla vakit geçirmiştim ve inan içlerinde en düzgün Türkçe konuşan Arnavutlardı:-))