Camdan dışarı bakıyorum. İstanbul’da olsam bir Pazar gününün olanca tembelliği üzerimde olurdu ama gezmeler benim için tatilden çok yorulma nedeni. Bugün başkenti keşfedeceğiz. Yazılanlara göre görecek pek bir şey yok. Bu nedenle gezilere market atraksiyonlarını ekledim.
Bişkek için çok hoş bir web sitesine denk geldim. Bus.kg sitesinde gitmek istediğiniz yerlere bulunduğunuz yerden hangi minibüs, otobüs yada tramvaylarla ulaşabileceğinizi görüyorsunuz. Ben öncesinden bunları çıkarıp listesini hazırlamıştım.
İlk hedefimiz şehrin iç kısmında yer alan Panfilov Parkı. Zaten diğer hemen hemen her önemli nokta bu parkın yanında bulunduğu Çuy Yolu civarına yerleşmiş. Bir minibüse atlıyoruz. Az biraz gittikten sonra bizi bir köşede indiriyor. Pazar günü ve erken saatler olduğu için sokaklar neredeyse bom boş. Cebimde daha şimdiden buruşmuş lonely planetten araklamaca Bişkek haritası ile caddede ilerlerken yolun sağında turizm bürosunu görüyorum. Üşenmeksizin yolu geçip büroya giriyorum.
Yolu tekrar aşıp bizimkilerin yanına ulaşıyorum. ”Beyaz Saray” da denilen başkanlık sarayının fotoğrafını çekiyor eşim. Kırgızistan ile ilgili notlarda polislerin olup olmadık yerlerde bitip kaşının üzerinde gözün var gibi yoktan sebeplerle insanları rahatsız edip rüşvetle para aldığı yazmaktaydı. Başkanlık binasının bahçesinde gezinen polislerden bir tepki yok. Burayı geçip sola dönüyoruz. Sağ tarafta tiyatro binası olduğunu sandığım güzel ve büyükçe bir bina var. Ala Too Meydanını sonraya bıraktık.
İki büyük meydanı geçiyoruz. Duvarında kabartmalar olan ve bir ton fotoğrafını çektiğim bina ise askeriyeye aitmiş. Sorun yok. Başkanlık binasının arkasında kalan yer Panfilov Parkı’ymış. İçinde bir nevi lunapark havası olan alelade bir yer burası. Bir iki çocuk var. Gene de polisler dolanıyor ama kimseyle ilgilendikleri yok. Bense okuduklarımın etkisiyle gerginim. Ama en ufak bir nahoş hareket dahi olmadığını görünce rahatlıyorum zamanla.
Panfilov Parkı’nın ucuna dek gidip Nasreddin Hoca Türbesi’ni andıran pembe kapıdan çıkıyorum. İleride yer alan sahipsiz ama büyük binanın içine girmeyi deniyorum ama kapı bir türlü açılmıyor. Meğer Kırgızistan’ın meclisiymiş burası. Nöbetçi bile yok kapıda. Meclis binasının karşısındaki boşlukta ise Lenin heykeli. Eskiden Ala Too Meydanı’nda yer alırken buraya nakledilmiş. Gerçi Lonely Planet heykelin bulunduğu yer için gözden uzak bir yer diye yazsa da meclisten çıkar çıkmaz tam karşınızda yer alıyor.
Tarih Müzesi’nin etrafı çevrili. Tamirat var gibi görünüyor ama binanın kapısı açık. Bir ihtimal diyerek Yaradan’a sığınıp içeri giriyoruz. İn cin top oynuyor. Bir üst kata çıkıyoruz hiç bir şey yok. Karşıdan bir işçi gelip yanımızdan geçip gidiyor ama bir şey dediği de yok. Görecek bir şey bulamayacağımızı anlayınca dışarı çıkıyoruz. Tam çıkarken kabininde uyumakla meşgul olan nöbetçi memur uyanıyor ama o da bir şey demeden uykulu gözlerle bize bakıyor.
Yolun karşısına geçip ana meydanın diğer yarısına ulaşıyoruz. Mantıken burada magnet vb hediyelik eşyalar bulabiliriz. Ama doğru dürüst açık bir dükkan yok. Ana caddede dümdüz ilerleyerek ikinci sağdan giriyoruz. Burası şehrin araca kapalı ana yürüyüş yolu Erkindik Caddesi.
Bişkek’te, ana caddelerin hemen hepsinde, sağlı sollu menfezler var. Bunlarda dağdan gelen sular bulunur ve yazın ferahlık oluştururmuş. Erkindik’te bunlardan iki tane var. Neredeyse asırlık ağaçlar upuzun caddede yürüyüşünüze eşlik ediyor burada. Aklınıza gelecek her türlü gerekli gereksiz satışçı burada bulunuyor. Biz ise yolun başındaki “expres mantı” dükkanına giriyoruz.
Nihayet Türkçe konuşan birilerine denk geldik. Kırgız Türkçesi ama kendinizi verirseniz anlaşamamanız için bir neden yok. Kımız burada da yok ama mantı var en ucuzundan. Kıymalı yerseniz etin burada da bıçak sırtı olduğunu söylemeliyim. Rezene yada pazılı olan da fena değildi. O yaprak neydi diye anlaşamadık. Az bir masrafla ayrılıp yürümeye başladık.
Erkindik güzel bir yürüyüş yolu. Pazar günü, öğleye gelen bu saatte bile kalabalık. Hava soğuk olsa da insanlar geziniyor yada oturup sağa sola bakınıyorlar. Kim bilir yazın ne de renklidir şehrin bu tarafları. İnsan düşünmeden edemiyor. Bizde az biraz oturuyoruz dinlenmek için ama soğuk içimize işlemeye başlayınca yürümeye devam ediyoruz. Caddenin sonuna ulaşıyoruz ve bizim oraya giden bir minibüse atlayıp sabah buralara gelmek için araç beklediğimiz köşe başında iniyoruz. Görünen o ki ev ile gezdiğimiz yerler arasında pekte bir mesafe yokmuş.
Şimdi çarşı pazar gezme vakti. İlk hedefimiz Dordoy Pazarı. Burası Asya’nın en büyük açık hava pazarı imiş. Fakat genelde Çin ve Rus malı ıvır zıvır satılmaktaymış. İnsanları seyretmek için ideal görünüyor. Bizi götürecek olan 203 numaralı minibüsü bekliyoruz. Durak kalabalık. Bir tane 203 geliyor ve duruyor ama bu minibüse binebilmek mümkün değil. Bir 500T tadı hatta kokusu var bu hatta. Bunu pas geçiyoruz. Bu minibüsün ardından başka bir 203 geliyor ve bir tane daha onu takip ediyor. Hepsi dolu ve binmek mümkün değil. Mete ise ali express varken Çin malı bir şey almak için pazarlarda taban tepmenin bir anlamı olmadığını düşünüyoruz. Yapacak bir şey yok. Oş Pazarı’na gideceğiz.
Neredeyse tüm minibüsler Oş Pazarı’nın civarından geçmekteler. Gelen minibüslerden birine atlıyoruz. Kişi başı 10 som yolculuk bedeli. Pazarın oraya varınca şoför bizi uyarıyor. İniyoruz.
Soğuk bir Pazar günü… Kimsenin umurunda değil anlaşılan ki ortalık ana baba günü. Pazarın hemen girişinde gördüğüm devasa ama şekilsiz kavunlar ilgimi çekmiyor değil. Akşama yeriz ama dönüşte alırız diye sonraya attığımız bisküviciler de aklımda kalmadı değil. Çıtır çıtır, türlü türlü ekmek hala aklımda.
Pazarın ana kısmına giriyoruz. Rahat gezilebilen bir mekan burası. Kendine has bir kalabalığı var ama rahatlıkla gezilebilmekte. Kuru meyveciler, marmelatçılar girişte hemen. Marmelatçılar yine mallarını kapaklarda tattırıyorlar. Hindistan’da her şeye burun kıvıran, hijyen konusunda adamları eleştiren bizlerin burada bu kavramı kaale almadığımızı fark ediyorum. Bunun nedeni satıcıların aynı soydan olup aşağı yukarı aynı dili konuşması mı acaba? – evet pazarda Türkçe konuşuyoruz-
Aynı sırada yeşilli, sarılı, pembeli, rengarenk hamur işi bir şeyler var. “Bu ne?” diyoruz. “Baklava” diyor satışçı kadın. Bizim baklava ile ilgisi yok ama alıyoruz bir tane tatmak için (15 som). Şekerli bir tatlı. Çaprazındaki turşucunun upuzun sırasına bakıyorum. Burada da turşu İran ve Hindistan’daki gibi küçük parçalara bölünerek satılıyor anladığım kadarıyla. Midesel bir sorun yaşamamak için istesem de alamıyorum.
Az daha ilerliyoruz. Zaten pazar gezmeyi severiz bir de doya doya insanlarla konuşabiliyorken nasıl eğlendiğimizi tahmin edemezsiniz. Kırgızlar’ın cevizleri meşhur. Yarım kilo kadar bir tezgahtan ceviz alıyoruz. (225 som) Yağlı ama tatlı bir lezzete sahip. Oş taraflarından getirilmiş. Adamın tezgahına bakıyorum; rengarenk üzümler, kayısılar, ne ararsanız mevcut.
Eşim top halinde bir şeyleri atıyor ağzına. Tütünmüş. Ağzı Çarşamba Pazarı’na dönüyor Bişkek’in Oş Pazarında. Adamlar “tabak, tabak” diye bizi uyarmışlardı ama biz uyanamamıştık.
Kımız soruyoruz, peynircileri geçip öteki tarafa geçmemiz gerektiğini söylüyor satışçılar. Acıbademin Perşembe pazarını anımsıyorum. Çocukken annemle gezer, peynircilerin hafif kekremsi kokularına bayılırdım. Burada bizim peynirler gibi yumuşak peynirler yok. Rengarenk, avuç içinde sıkılarak ya da yuvarlanarak top yapılmış peynirler bunlar. Kuru, birine atsam kafasını yaracağım sertlikteler. Neden renkli olduklarını soruyorum. “Maydan” diyor kadın. Bizimkiler anlayamıyor ama bu sefer benim zamanım. Bildiğim bir iki Tatarca kelimeden biri “may” yani yağ… Hayvanlardan ve peynirlerin içindeki yağ oranları nedeniyle renkler değişik. Ben olayın ayrı bir kısmındayım. Ekler, eklerin gerçek anlamları dışında bile aynı şekilde kullanılıyor olması hoşuma gidiyor. Anlatması zor olan ama dilimize ait, fark etmeksizin sıklıkla kullandığımız bir özellik.
Yan bloğa geçiyoruz. İstanbul’dan salam siparişleri almıştık dostlardan. Burada temiz yüzlü bir gence soruyor. Pastırma görmüyorum tezgahlarda. Ama türlü et ürünü var. Başka tezgahlarda gördüğümüz kurutulmuş balıklar için ise her zaman ki gibi bir sonraki sefere alırız diyoruz.
Yolun kenarında kapalı bir mekan var. Kımız buluruz diye girdiğimiz yer peynir ve et ürünleri satılan büyücek bir yer. Girişteki camekanın arkasındaki Rus kadın bize sesleniyor. Soruyorum salamlarını işaret edip. “Bez svinye?”. En önemli soru ve daha da önemlisi bu sorunun cevabı bizim için yemek söz konusu olunca. “Da, bez svinye” diye cevap verince istediğimiz cevabı da almış oluyoruz. Domuz etini isteyen yesin, bizim için yenilir bir şey değil. Kadın önündeki salamlardan koca koca parçalar kesip her birimize teker teker ikram ediyor. Birkaç tanesi gerçekten çok güzel ve alıyoruz. Ama bir tanesi pek yenilir gibi değildi.
En sonunda gençten biri kımız içebileceğimiz bir yeri işaret ediyor bize. Kapıda kımızhane yazmakta. İçeri girer girmez yoğun bir peynir kokusu bizi karşılıyor. Çalışan küçük bir kız haricinde eşim dışında başka bir kadın yok ve tüm gözler bir anda üzerimize çevrildi. Gayri ihtiyari bir “selamın aleyküm ” çıkıverdi ağzımdan. Kapı girişindekiler selam diyerek yanıtladılarsa da köşede yarı uykulu gençler neredeyse uyumaktalar.
Duvar dibinde büyükçe bir hazne içinde beyaz, pekte kıvamlı görünmeyen bir sıvı içinde küçük, yuvarlak siyah taneciklerle beraber durmakta. Kımızcı gelen her bir siparişle elindeki maşrapayı bu hazneye doldurup büyükçe taslara aktarıyor bu sıvıyı. Küçük kız tekrar gelip zorlukla taşıdığı bir leğen dolusu sıvıyı hazneye katıyor. Karşımdaki masadaki adamlardan biri bizdeki salata tabakları gibi büyücek bir tastan içiyor iştahla. Karşımda, Kırgıza hiç benzemeyen adam “bozaya benzer” diyor. Büyücek bir tas alıyoruz tatmak için.
Önce oğlum bir iki yudum alıyor ve “iyiymiş” diyor. Herkesin gözü üzerimizde. Eşimde bir yudum alıyor. “İyiymiş” diyor ama böyle hissetmediğini biliyorum. Elime alıyorum. Bu kez bana bakıyorlar. Buna benzer bir durum amcamda yaşamış; Kazakistan’da Türkiye’den geldiği için davet edildiği köyde baş konuk olduğu için onuruna kesilen koyunun yağlı kuyruğu önüne konmuş. Ben yiyemezdim ama amcam yemiş. Bozmadım, lıkır lıkır içiverdim. Bardağın yarısını ancak içebilmişim. Bozuk peynir gibi bir tadı var. Sevemedim.
İnsanlar sorular sormaya başladılar. Sanırım sınıfı geçmiş olmalıyız ama ben hala bardağın kalanını nasıl bitireceğimizi düşünmekteyim. “Neredensiniz, nereden geldiniz, beğendiniz mi?” gibi sorular ile başladı. Mete elimdeki bardağı isteyip içmeye devam edince içtenlikle beğendiğimizi düşünmüş olmalılar ki daha bir ilgi ile sorular sohbete döndü. Sonuçta küçücük, yabancı bir çocuğun kımızı böyle istekle içeceğini ummamış olmalılar. En kenardaki orta yaşlı adam bana şunu dedi. “Türk, Tatar, Kırgız, hemisi aynı atadanız, bil bunu”
İstediğim işte bu tip bir konuşmaydı. Kalan kımızı oğlanın elinden kapıp bir dikişte bitirip ağzımı sildim. Baba- oğul nasıl iştahlı içmişiz ki bir bardak daha geliyordu neredeyse. “Yeterli” deyip teşekkür edip paramızı verdik. (25 som) Kımızhane içerisinde kısa sürede Türk birliğini kurup neredeyse Turan’ı ilan ettik. Biraz Özbeklerin adam edilmesi gibi bir uyarı da gelmedi değil. Gayet mutlu, eğlenmiş bir şekilde dışarı çıktık. Gerçek anlamda sadece Mete kımızı beğenmiş gördüğüm kadarıyla.
Belki psikolojik belki de değil. Ama sanki tansiyonum yükselmiş biraz ateş basmış gibi hissettim kendimi oğlumda da benzeri bir durum olduğunu öğrendim. Kımız bekleyerek fermente olan dolayısıyla alkollenen bir içecek ama bizim içtiğimiz gayet tazeydi.
Kısa bir süre bekleyerek bizi eve döndürmesi muhtemel bir minibüse kapağı attık. Kısa süre eve ulaştık. Hava durumuna göre yarın epeyce soğuk olacakmış. Görelim bakalım.