Gün 4
Artık son günümüz Lübnan’da. Kahvaltının hemen ardından oğlumla otelin çatısına çıkıp şehrin fotoğraflanmasını tamamlıyoruz. Kaldığımız Midtown Oteli’nin küçük havuzlu bir çatısı var. Bu çatının arkasında da iş görecek düzeyde bir de spor salonu.
Yukarıdan baktığımızda şehrin silüetindeki gelişme -yoksa sadece değişme mi demeli- gayet net bir şekilde görülüyor. Ayrıca Lübnanlıların tıpkı Yunanlar gibi teraslardan ve geniş balkonlardan da hoşlandıklarını eklemem gerek. Bununla beraber bu değişimin en zorlu kısımlarını sırtlayan insan gücü ise sağda solda henüz bitmemiş inşaat dairelerinde sefalet içinde yaşamakta. İlerilerdeki çok katlı apartmanın her bir penceresinden içeriye bakındığımda yatak yorganlarda çok sayıda insanın yattığını gördüm. Bunlardan biri ise otelde çalışan Bangladeşli Ali. Bizi gördüğünde başını görüp işine devam etmeye çalıştı. Seslendik, bayramlaştık. İnsan yerine konulmak belli ki mutlu etti garibanı. Üç yıldır çalışıp memleketine para gönderdiğinden bahsetti.
LP ‘nin dediği gibi Baalbek ‘e direkt bir araç bulamadık. Onun yerine Chatoura (Şatura) üzerinde aktarma yapmamız gerekecek. Aktarmalara alıştık. (12000 LL üç kişi).
Şehri sarmalayan dağlara doğru yol alıyoruz. Nette yazanlara göre oldukça virajlı yollarda gideceğiz. Bizimkilere bir şey olur diye huzursuzun. Gerçi aynı asılsız uyarı Jeita yolu içinde yazmaktaydı. Fazla bir virajla karşılaşmaksızın dağın sırtına ulaşıyoruz. Buradan şehrin oldukça güzel bir manzarası var. Adını bilemediğim bir yerleşimden geçiyoruz. Binalarda güzel bir taş işçiliğine şahit olduğum için Ermenilerin yoğun olarak yaşadığını tahmin ediyorum.
PKK ‘nın yıllarca varlığını sürdürdüğü ana merkezlerden birisiydi. Suriye tarafından besleniyorlardı. O yıllarda bir Türk’ün buralarda bizim gibi serbestçe gezebileceğini hiç sanmıyorum doğrusu. Hoş, şimdi için bile pek iyi şeyler söylenmemekteydi . Suriye Hükümeti’ni destekleyen Lübnan’daki bazı unsurlar bizden bir iki hafta önce iki Türk’ü kaçırmışlar ve tehdit etmişlerdi gelecekleri. Eğlenmek için gelmiştik ama aslına bakılırsa oldukça da tetikteydim.
Önce Zahle’nin dışından geçiyoruz. Burası da uğranılan yerlerden. Yolun etrafında uzanan tarlalarda çalışanlar ve sol tarafımızdaki yüksek dağlar değişmeyen manzaramız artık. İki üç kere güvenlik noktalarından geçiş yapıyoruz ama hep dediğim gibi dostlar alışverişte görsün misali yapılmışlar gibi geliyor bana daha çok. Yol boyunca sarı zemine yeşil, Arapça harflerin yer aldığı ve kimileri üzerinde Nasrallah ‘ın fotoğraflarının yer aldığı flamalar direklerde.
Nihayet Baalbek ‘e varıyoruz. İrandaki Şii camilerinden birine benzeyen, yaldızlı, aynalı bir caminin orada iniyoruz.
Şehir her ne kadar Hizbullah ‘ın merkezi olarak anılsa da kimsenin kimseye karıştığı yok. En büyük tehlike güneş ve yapışkan satışçılar. Önce düzgün bir dükkanda çok sayıda magnet aldık. Bir yandaki dükkanda da güzel nesneler var. Bu güzel nesnelerden biri zorla bana fotoğrafını çektirdi J
Giriş yolunda ama ören yerinin dışında kalan Venüs Tapınağı’nın kalıntıları görülüyor ilk olarak. Burada tespih satışçıları, Hizbullah tişörtleri satmaya çalışan tipler var. Türkçe kelimeleri öğrenmiş olmalılar ki bize sormadan “kardeş, kardeş” diyerek başladılar. Biri benle Mete’ye kefiye taktı. Yıldız “alalım o zaman” dedi. Tanesine 10 $ deyince almadım tabii ki.
“Daha sonra geliriz” diyerek zorlukla ellerinden kurtulduk. Girişte görevli nereli olduğumuzu sordu. Türk olduğumuz söyleyince Mete’den ücret almadı. (adam başı 15000 LL) Baalbek tarihi bir kent. Çok önemli dini bir merkez. Ne çektiyse zaten bundan çekmiş. İlk yerleşim 5000 yıl önce olmuş. İlk tapınak ise burada güneş tanrısı Baal için 3000 sene önce inşa edilmiş. İskender’in fethinden sonra şehrin telaffuzu değişmiş sadece. (Heliopolis) Ardından Roma gelmiş. Sezar zamanında deniz ile başa bela açma potansiyeline sahip Palmyra ‘ya karşı bir koloni kurulmuş ve Sezar ‘ın kız kardeşi Julia ‘nın ismi verilmiş. Elbette ki bu coğrafyadaki her zorlama şey gibi bu isim de tutmamış. Pagan Roma döneminde devasa tapınaklar yapılmaya başlanmış. Öyle büyük binalar ki bu boydaki yapılar Roma’da dahi inşa edilmemiş. Yüz bini aşkın işçi Baalbek’te diktikleri Jüpiter, Bacchus gibi tanrılara adanan tapınaklarla Romanın gücünü sergilemiş.
Ama Constantinus gelip Roma’nın resmi dinini Hristiyanlık olarak değiştirince işin rengi de değişmeye başlamış. Yeni din eski düşünceye ait tapınakların inşaatını durdurmuş. Ama bir dönem tekrar paganizme dönülünce tekrar başlanmış. Sonra tekrar durdurulmuş Roma’daki konjonktüre bağlı olarak. Ardından bazilika olarak inşaata devam edilmiş.
Araplar buraya geldiklerinde tapınağı kale olarak kullanmaya başlamışlar. Memlukler ise kaleye bir de kule eklemiş. Timur ‘un orduları burada dekoratif bir düzenleme yapmışlar geldiklerinde.
Osmanlı Dönemi’nde Baalbek pek bir itibar görmeyip zamanla unutulmaya başlanmış. İki İngiliz arkeolog tarafından tekrar keşfedildikten elli yıl sonra dönemin padişahı ile beraber Alman İmparatoru 2. Wilhelm buraya uğramış. (O günün anısına içeride bir plaket mevcut)
Bilet alıp giriş yaptığınız merdivenler Propylaea kısmı oluyor. Merdivenleri bitirdiğiniz zaman sağda temiz tuvaletler var. Zamanında burada mozaikler varmış. Caracalla zamanından kalma.
Buradan altıgen avluya geçiş yapılıyor. Ardından ise devasa, “Büyük Avlu” gelmekte. Tam ortada gene merdivenlerle çıkılan sunak kısmı var. Buraya çıktığınızda tapınağı seyredebilir, dışarıda kalan dağlara kadar uzanan çorak yerleri de izleyebilirsiniz. Her ne kadar günümüze pek çok şey depremler, parça ihtiyacı için ödünç almalar gibi sebeplerden dolayı devrilmiş, yıkılmış, parçalanmış yada yok olmuş olsa da kalanlar bile insana yeterli bir fikir verebiliyor şaşaalı günler hakkında az biraz hayal gücünün de yardımıyla. İleride ki Jupiter Tapınağı kısmı ile bu kısım tamamlanmış oluyor. Burada duran altı sütun epeyce meşhur. Aslında on dört sütun varmış ama Justinianus ‘un mimar takımı bunların Aya Sofya’da daha güzel duracağını düşünüp bizim şehre taşıtmış.
Çıkıyoruz. Burada biletler çıkışta kontrol ediliyor. Sonra geleceğiz söylediğimiz satıcıları güçlükle ekarte edip hediyelik eşya satan yerde kahve içmek için soluklanıyoruz.
Şimdiki hedef dünyanın en büyük taşı denilen Hacar al- Hubla‘yı (hamile kadının taşı) bulmak. Tapınakların olduğu bölgeden epeyce uzakta. Gelirken yakınlarında durduğumuz Şii Camiinin de aşağısında kalmakta. Bir şekilde bitirilmiş ama nedense taşınmamış devasa kaya bir blok bu. Yaklaşık 1200 ton. Nasıl taşıyorlarmış akıl işi değil. Biz vardığımızda tepesinde iki çocuk vardı. Biz gelince başka bir yere gittiler sonrasında biz işimizi bitirince ucuna Lübnan bayrağı asılmış taşa tekrar tırmandılar. Zarif bir hareketti yaptıkları.
Dönüş için şansımıza direkt Beyrut ‘a giden bir minibüse denk geliyoruz. (21000 LL üç kişi) Beyrut’a doğru korkunç bir trafik var. Öğle yemeği yemediğimiz için bizimkiler isyanlarda. Bense yanımdaki genç ile Ortadoğu, politika gibi konularda konuşuyorum. Benimde farkına vardığım detayların teyidi oluyor çoğu şey. Günbatımına doğru Beyrut’u tepeden gören noktaya ancak ulaşıyoruz. Gün batımı harikulade görünüyor.
Yol boyunca konuştuğum çocuk Hamra’ya en rahat gidebileceğimiz yerde bizi indiriyor ve kendisi de iniyor. İlk tercihimiz minibüs ama bir türlü gelmiyor. Çocuktan bir servis ayarlamasını rica ediyorum. Hemen bize bir tane yakalıyor. (6000 LL üç kişi)
Direkt İstambuli ‘ye gidip Beyrut’taki son harika yemeğimizi yiyoruz. Künefeci uzakta olduğu için cadde üzerindeki tatlıcıda alıyoruz soluğu.
Otelden eşyalarımızı alıp hiç beraber olmadığımız tur arkadaşlarımızın arasına karışıp havalimanına ulaşıyoruz. Burada da neşeli bürokrasi karşımıza çıkıyor. Çıkışta da tıpkı girişteki gibi bir form dolduruluyor. Kimsenin bakıp edeceğini sanmasam da en azından o sırada yapılması istenen ve gereken bir işlem bu.
Sorunsuz bir uçuşla şehrimize dönüyoruz. Ama Lübnan şaşırtıcı derecede sıcak insanları ve muhteşem yemekleri ile tekrar misafir olmaktan zevk alacağım ülkeler arasındaki yerini alıyor.